Anasayfa , Köşe Yazıları , Soru(n)lar ve Tehlikeler ile Olanaklar ve Olasıklıklar Büyürken [1]

Soru(n)lar ve Tehlikeler ile Olanaklar ve Olasıklıklar Büyürken [1]

temel-demirer-100x100TEMEL DEMİRER | 22 – 12 – 2012 | “Yeniden doğar/batan gün.”[2]

Yıllar sonra bir kez daha buradayım; tam tamına 11 yıl 8 ay 23 gün 8 saat mülteciydim gri gökleri altında yaşadığım Paris’te; “Ortadoğu, Türkiye, Kürdistan’daki Siyasi Gelişmeler ve Görevler” konulu panelde bir şeyler söylemek için…

Bu konuda bir şeyler söyleyebilmek için öncelikle sürdürülemez kapitalist krizin gerçeğine; bununla doğrudan bağıntılı olan “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i” (“YDD”) hâline göz atmak “olmazsa olmaz”dır!

“YDD”, doğanın ve insan(lık)ın tahribatıdır; yoksulluk, açlık, eşitsizlik ya da gıda krizinde somutlanan bir felakettir.

İngiltere Ticaret ve Yatırım Bakanı Lord Stephen Green’in, “Kapitalizm, Avrupa’da olsun dünyada olsun, günümüzün sosyal gelişmelerine karşılık veremedi,” saptamasını ifade ettiği koordinatlarda neo-liberaller bile, “Bu kriz kapitalizmin en ciddi krizlerinden birisine dönüşmüş durumda ve yakın gelecekte de sonuçlanması ufukta görünmüyor,”[3] demeden edemiyorlar!

Küresel eşitsizliğin devasa çapta derinleştiği koordinatlarda Stanford Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi’nden Deborah Rogers, “Eşitlik -veya eşitsizlik- kültürel bir tercihtir,” derken; hepimize eşitsizliğin müsebbibinin sürdürülemez kapitalizm olduğunu anımsatıyor.

Evet kapitalizm uluslararası bir sömürü sistemi olarak tek ülkede yaşayamaz; onun içinde sömürgeci bir talandır; liberal Atilla Yayla, “Piyasa ekonomisi ne ahlâksızdır ne de ahlâka karşıdır,” dese de; böyle olmak zorundadır…

Alexander Berkman’ın, “Kapitalist toplum o kadar kötü örgütlenmiştir ki, çeşitli üyeleri acı çekmektedirler. Nasıl ki bedeninizin bir yerinde ağrınız varsa, tüm bedeniniz ağrır ve hasta olursunuz… Benzer şekilde bir örgütün ya da bir birliğin tek bir üyesi bile ayrımcılıktan, baskı altında tutulmaktan veya göz ardı edilmekten muaf olmaz. Bunu yapmak, ağrıyan dişinizi göz ardı etmek demektir. Sonunda da tamamı ile hasta olursunuz,” Michael Albert’in, “Medeniyet felakete varan bir çözülmeyle karşı karşıya” sözleriyle betimlenen durumda sürdürülemez kapitalist sistem tarihinin üçüncü en büyük buhranını yaşıyor.

Yalnız kapitalizm değil, insa(nlığı)n varlığı da ekolojik ve toplumsal kriz yani “uygarlık krizi” nedeniyle tehdit altında!

Nasıl mı?

Örneğin yoksulluk yüzünden yeterince beslenemeyen insan sayısı 925 milyonken;[4] yerküredeki iktisadi varlıkların yüzde 40’tan fazlası, dünya nüfusunun yalnızca yüzde 1’inin elinde![5]

Yani milyarlarca insan, küçük bir azınlık tarafından, açlıkla terbiye ediliyorken; Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “şiddeti artırmak, şiddette duyarsızlaşmak ve kaçmak”ta ifadesini bulan “kötü dünya sendromu”nun yaygınlaştığına dikkat çekiyor!

Tüm bunlar kapitalizmin (sürdürülemezlik) kriziyle ağırlaşırken; ırkçılığın ve muhafazakârlığın pençesindeki AB bir hayalete dönüşüyor…

Almanya, Fransa, İngiltere ve Belçika’da yoksulluk kareleri netleşiyor…

İtalya’daki kriz herkese “Mamma Mia!” çığlıkları attırıyor…

Avrupa’nın açmazı, Portekiz ve İspanya ile derinleşiyor…

İrlanda, Macaristan, Slovenya, Bulgaristan, Kıbrıs’taki yıkımla Yunan(istan) trajedisi büyüyor…

ABD, Japonya, Çin, Rusya da bu sarsıcı gerçeklikten bağışık değilken; krizin toplumsal faturası her yerde emekçilere, yani krizin kurbanlarına çıkarılıyor; ırkçılık, milliyetçilik ve faşizm -egemenler tarafından!- yüksel(til)irken…

Karl Marx’ın, “Kapitalist üretimin en büyük engeli, sermayenin ta kendisidir”; Malcolm X.’in, “Irkçılık olmadan kapitalizm de olmaz,” sözleriyle betimlenen verili tablodaki zamanın ruhu, isyan zamanına işaret ederken; tarihin sahnesine yeniden imkânsızı isteyen gerçekçiler çıkıyor…

Tam da bu noktada Şükrü Erbaş’ın, “Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu?” sözleri kulaklarda yankılanıyor…

Evet, yeni bir dönemin eşiğindeyiz, hatta eşikten içeri girdik bile…

* * * * *

Özdemir Asaf’ın, “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu,/ birinciliği beyaza verdiler,” dizeleriyle ifade edilmesi mümkün olan bu tabloda, giderek ağırlaşan bir “insan(lık) sorunu” yani yabancılaşma meselesiyle yüz yüzeyiz…

Postmodern olarak tanımlanan neo-liberal bugünde kapitalizmin biçimlendirdiği insan(lık), doğanın kontrolünü tümüyle eline geçirmeye çalışırken; kendini ve çevresini -küresel çapta- yok etme riski ile karşı karşıyadır.

Artık insanlar bir yandan farklı kitlesel imha silahlarını üretirken bir yandan da DNA’nın şifresini çözmüş ve klonlayarak insan üretebilecek duruma gelmiştir, yani artık “Tanrı’yı oynamak”tadır. Buradaki paradoks şudur: İnsan evreni daha fazla kontrolü altına aldıkça hayatına ve dünyaya yönelik riskler artmaktadır.

İşte Ulrich Beck’in ‘Risk Toplumu’[6] başlıklı yapıtında dikkat çektiği paradoksların ortasında, insanlar modern toplumun birey(ler)i olarak yalnızlaşmakta, korumasız kalmakta ve yabancılaşmaktadırlar.

Toplumsal sorunlar, “kişisel problemler” olarak algılanmakta ve politik olana özel çözümler aranmaktadır!

Jack London’ın, “Biz kaçınılmaz olanız. Biz sizin endüstriyel ve sosyal hatalarınızın sonucuyuz. Biz sizin yarattığınız toplumdan çıktık. Biz devrin başarılı başarısızlıklarıyız, bu rezil medeniyetin belalarıyız. Bizler, ahlâksız sosyal seçimin yaratıklarıyız,” sözleriyle betimlenen bu tabloya Eric Fromm’un şu saptamaları da eklenmelidir:

“İnsan bu süreç içinde kendini bir eşya durumuna dönüştürdü. Değer sıralamasında yaşama, mülkiyetten daha alt sıraya geçti, sahip olma, var olmanın üstüne çıktı”![7]

Kolay mı? Ahmet Cemal, ‘Lanetlenmiş Ağustosböcekleri’ başlıklı deneme kitabında bugünü, “Yaşadıklarının sorumluluğunu üstlenebilme, sürünün içerisinde rengini belli edebilme yürekliliğini gösterebilenlerin giderek azaldığı bir dünya” olarak tanımlayıp ekliyor: “Toplum giderek bireycileşti!”[8]

Meta fetişizminin “tanrısallaştığı” dizaynda insan(lık)ın hâlini, “Gerilmiş teller gibiyiz,” biçiminde tarif eden Ayşe Emel Mesci, çok haklıdır. Çünkü sürdürülemez kapitalizm insan(lık)ı yok etmektedir…

Örneğin Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Tunç Aklın’ın, “Araştırmalar, ekonomik krizlerin depresyon yaygınlığını artırdığını göstermiştir. Ekonomik krizler, ruhsal krizleri, psikopatoloji krizlerini doğurmaktadır,” dediği koşullarda; neo-liberal politikalar, insanların ruh sağlığını bozuyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) açıkladığı verilere göre; yeniçağın en büyük hastalıklarından kabul edilen depresyona giren insan sayısı giderek artıyor. Depresyon dünyada 10 yıl içinde en çok görülen ikinci hastalık olacak. Verilere göre; dünyada her 5 kişiden birinde destek alınmasını gerektirecek kadar ciddi psikolojik sorunlar var. Raporda şu noktalara dikkat çekildi: “Çocuk ya da yetişkin, dünyada her 5 kişiden birinde ruh sağlığı sorunları var. 10 yılda dünya genelinde psikolojik rahatsızlıklar nedeniyle acil servislere başvuran kişi sayısı yüzde 5’lik artışla yüzde 11’i buldu.”

Dünya üzerinde 350 milyondan fazla kişinin depresyon ya da psikolojik sorunlarla mücadele ediyor. Her yıl yaklaşık 1 milyondan fazla kişi depresyon nedeniyle yaşamına son veriyor.

Ayrıca İngiltere’de Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin (NHS) yayımladığı rakamlar incelendiğinde ülkede depresyonda olan insanların sayısında 3 yıl içinde yarım milyonluk bir artış olduğu dikkat çekiyor.

Bu durumda İngiltere’de depresyonda olduğu bilinen insanların sayısı 2010-2011 yılı itibariyle 4 milyon 700 bine ulaştı. İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda’yı kapsayan bu rakam, ülke nüfusunun 2011 sayımına göre 63 milyon olduğu göz önüne alınırsa yüzde 13 civarında bir artışa tekabül ediyor.

Evet, “demokrasi” söylencelerine sarılan sürdürülemez kapitalizm insan(lık)ı çıldırtırken; demokrasiyi de manipülatif bir hayalete tahvil ediyor…

* * * * *

George Bernard Shaw’ın, “Demokrasi, hak ettiğimizden iyi yönetilemeyeceğimizi garantileyen bir araçtır,” diye tanımladığı hayaletin, kapitalizm koşullarındaki imkânsızlığına dikkat çeken Aysun Sadıkoğlu’dan,[9] Mustafa Durmuş’un, “Burjuva demokrasisi nereye gidiyor?” sorusuna, “demokrasi” denen şey nihayetinde bir sınıfın iktidarından (devletinden) başka bir şey değildir…

K. Marx, kapitalist toplumda hükümetleri, sermayenin “yönetim komitesi” olarak tanımlarken; F. Engels’in de, burjuvazinin siyasi partilerini, egemen sermayenin, bazen birine, bazen öbürüne binerek yoluna devam ettiği atlara benzettiği tabloda; her “demokratik” seçim, toplumdaki siyasi ısıyı ölçen bir termometre işlevi görse de, nihayetin de bir at değişimi işlemi olmaktan öteye gitmez; zaten, Emma Goldman’ın ifadesiyle, “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı”!

Siz bakmayın Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland’ın, “Kusursuz bir sistem olmayan demokrasi her zaman bir derece uzlaşı içermiştir. Demokrasi bitmemiştir, devam eden bir süreç niteliğini hep koruyacaktır,” demesine; burjuvazi için “demokrasi bitmiş” ve yerine oligarşi ikame edilmiştir!

Hem de Londra’daki yatırım danışmanlığı şirketi ‘Lombard Street Research’ın genel müdürü Charles Dumas’ın, “Kriz demokrasiyi tehdit mi ediyor?” sorusu eşliğinde…

Örneğin krizle eş zamanlı kesitte İspanya hükümeti gösteri düzenlemeyi, sosyal medyadan örgütlenmeyi, hatta pasif direniş uygulamayı suç sayan bir tasarı hazırladı…

Federal Anayasa Mahkemesi, Alman ordusu, çok olağanüstü durumlarda yurtiçinde de askeri müdahalelerde bulunabileceğini karara bağladı, örneğin. Mahkeme 17 Ağustos 2012’de yayımlanan kararında kısıtlayıcı koşullara dikkat çekerken özel askeri savunma araçlarının ancak “son çare” olarak kullanılabileceğinin altını çizdi.

Anayasa Mahkemesi daha önce 2006 yılında aynı yönde bir başvuruyu reddetmişti. Alman hükümeti kararı olumlu karşıladı. ‘Süddeutsche Zeitung’, “Mahkeme bir cumhuriyet geleneğine son verdi. Bu bir yasal darbe” dedi!

Ya da “Burjuva demokrasisinden oligarşiye geçiş stratejisi”[10] öne çıkarken; “Demokrasi yozlaştı”![11] Yani “Mevcut oligarşik ve bizatihi halkın katılımını engelleyen hâliyle ‘parlamenter demokrasi’, alçakların değilse de piyasa istibdadının sığınağı, mazereti hâline geliyor…”[12]

Veya Jérome E. Roos’un ifadesiyle, “Siyasal sistemimizin derinliklerinde çok büyük bir problem yatıyor. İnsan türü bugüne kadar karşılaştığı en büyük sorunla (aynı anda var olan finansal, toplumsal, ekonomik, siyasal çevresel ve ruhani krizler) yüz yüze olmasına rağmen hiçbir şey değişmiyor. Eski ritüellerimizi sürekli tekrarlamaktan başka bir şey yapamıyoruz. Nevrotik bir kumarbaz gibi aynı kartları kararak farklı sonuçlar almayı bekliyoruz.

Kapitalist sistem tam da çekirdeğin çatırdarken, siyasal ortam korkunç bir kâbus hâlini aldı: Alevler içindeki evimizin içindeyiz, ev üzerimize çökerken kapıya koşuyoruz ama ne kadar koşarsak koşalım koridorun sonundaki kapı daha da uzaklaşıyor. Ardından ev üzerimize çöküyor, bütün sesimizle haykırarak yardım çağırıyoruz ancak kimse bizi duymuyor. Bir daha haykırmaya çalıştığımızda aslında sesimizin hiç çıkmadığını fark ediyoruz. Sonrasında bütün sesler yok oluyor.

Eğer şanslıysanız bu noktada uyanıp her şeyin bir rüya olduğunu fark edersiniz. Bu rüyanın adı ise temsili demokrasi! Bu rüyaya inanmamız gerektiği hepimize öğretildi, adeta kafamızın içine yerleştirildi ve bu yüzden ondan bir türlü kopamıyoruz…”

Burjuvazinin “demokrasi” dediği manipülatif bir hayalet bu; ama bunlarla da sınırlı değil!

Burjuvazinin denetim-gözetimiyle “demokrasi”, onu var eden değerlerle çatışır olmuştur…

Örneğin İngiltere’de polis ve istihbarat servisine, internette herkesi izleme hakkı veriliyor. İstihbarat servisleri tüm vatandaşların telefon görüşmeleri, elektronik posta ve cep telefonu mesajlarını izleyecek. Söz konusu kanuna göre, internet firmaları, istihbarat birimleri istediğinde, bu bilgilere ulaşmalarına izin verecekler.

Ayrıca ABD’nin bütün dünyada interneti takip ettiği, şüphelileri bu yolla bulmaya çalıştığı ortaya çıktı. Bu, Tom Burghardt’ın, “Washington’un ‘silahlandırılmış veri sistemi’…” olarak adlandırdığı şeydi!

Veriler ışığında “küresel gözetleme sistemi” hakkında John Richard Pilger’in ifadesiyle “Hepimize potansiyel birer terörist olduğumuz gözüyle bakılmaktadır. İngiltere’de, ABD’de, Avustralya’da veya Ortadoğu’da bir ülkede yaşıyor olmamız hiç bir şeyi değiştirmez. Vatandaşlık kavramı artık hükümsüz kalmıştır. Bilgisayarımız başına oturduğumuzda, ABD İç Güvenlik Dairesi, Milli Operasyonlar Merkezi yalnızca El-Kaide ile ilgili bir yere girip girmediğimizi ekranda görmez, aynı zamanda hangi sayfada olduğumuzu, hangi uygulamayı yaptığımızı, hangi yayın dalgaları arasında olduğumuzu, nasıl bir girişimde bulunduğumuzu ve hangi kuruluşa girdiğimizi izleyebilir, uygun bulmadığı bütün kelimeleri görebilir.

İngiltere devlet aygıtının daha önce mail üzerinde yapılan bütün yazışmaları görecek ve bütün telefon konuşmalarını dinleyecek şekilde düzenleme yapmaya çalıştığına dair açıklamada bulunması hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Echelon olarak bilinen uydu aracıyla yıllardan beri bilgiler zaten vakumlanıp, toplanmaktadır. Bu konuda değişen durum, işleyişi itibariyle bir polis devleti olan ABD’nin sürekli bir savaş hâli ilan etmiş olup, Batı tarzı demokrasiyi aşındırmasıdır. İngiltere’de, CIA tarafından yapılan yönlendirmeye uygun olarak gizli mahkemeler ‘terör zanlıları’ konusunda mesai yapmaktadır.

Gözaltına alınan veya tutuklanan bir kimsenin hemen mahkeme huzuruna çıkarılması olan Habeas Corpus hakkı uygulamadan kalkmış gibidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, aralarında 3 İngiliz vatandaşının da bulunduğu 5 kişinin -bir kişi hariç, hiçbir suç isnat edilmemesine rağmen- ABD’ye iade edilebileceğine hükmetmiştir.”

Durum tamı tamına budur; böyledir!

Bunların böyle olmasında şaşırtıcı bir şey yoktur! Çünkü onların “demokrasi” dediği şey de satılıktır!

Mesela “… ‘Mother Jones’ dergisinin araştırması, bir demokratik sistemde oyların yönlendirilmesi veya bazılarının yok edilmesinin mümkün olduğunu gösteriyor…

Olmaması gereken bazı oyların yaratılması veya kullanılan oyların bir bölümünün yok sayılması uygulamaları ile de demokrasi satın alınabiliyor,” diyen Yaman Törüner, Ergin Yıldızoğlu’nun, “Demokrasi mi dediniz? Amerika’da mı?” saptamasını doğruluyor!

Gerçekten de Joseph E. Stiglitz’in, ‘The Price of Inequality/ Eşitsizliğin Bedeli’ başlıklı yapıtında, “Bildiğimiz demokratik sistemde, “herkesin bir oyu” vardır. Geldiğimiz noktada, artık ‘her 1.000 doların bir oyu’ var… Yalnız politikada değil, piyasalarda da para konuşuyor. Piyasalar, zenginin daha zengin olmasını sağlayacak biçimde yönlendiriliyor. Üreterek para kazanmak yerine, paradan para kazanmak daha getirili hâle geldi… ‘Ekonomi yönetme sanatı’, ‘para yönetme sanatı’na dönüştü,” diye betimlediği tabloda; Paul A.C. Koistinen’in “ABD Savaş Ekonomisi/ State of War-The Political Economy of American Warfare/ 1945-2011’ başlıklı yapıtı da, ABD’de askerlerin ve savunma sektörünün giderek ne kadar güçlendiğini ve uluslararası politika kararlarının alınmasındaki itici gücünü gözler önüne seriyor…

II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve bugüne kadar devam eden zaman süreci içinde, ABD Federal Bütçesi’nin sürekli biçimde yüzde 70’i savunma harcamalarına ayrıldı (sadece birkaç yıl için yüzde 20’nin altında oldu). Bu inanılmaz savunma harcamaları, ABD Gayri Safi Milli Hasıla’sının yüzde 14’üne denk geliyor. ABD, tarih boyunca barış zamanlarında bile en büyük askeri harcamayı yapan devlet durumuna gelmiş bulunuyor.

Bu arada Evren Balta Paker’in ‘Küresel Güvenlik Kompleksi: Uluslararası Siyaset ve Güvenlik’ başlıklı yapıtından öğrendiğimize göre, “soğuk savaş bittikten sonra”, 1990’ı takip eden 10 yılda 80 devletin karıştığı 118 çatışma-savaş yaşandı. 6 milyon kişi öldü. Bunların 108’i iç savaştı…

Söz konusu savaşlarda çoğunlukla Amerikan silahları kullanıldı. ABD dünyanın en büyük silah üreticisi… Ordusu “Yeter artık, top, bomba, uçak gemisi istemiyorum” dediği hâlde, zorla silah üretip satan tek ülke. Yılda 711 milyar dolar harcıyor, dünya silah endüstrisinin yüzde 41’ini tek başına taşıyor. Bizimki gibi beş dünyayı yok edecek kadar bombası var. İthalata da yansıyor. 10 yılda silah satışını yüzde 50 arttırırdı![13]

Bunlar böyleyken kimse “burjuva demokrasisi”nden söz etmesin…

Verili koşullarda şirketlerin av sahası medya demokrasisine karşıt olarak taban demokrasisi veya Noam Chomsky’nin “Batı’nın endişe duyduğu şey demokrasidir,” diye betimlediği şey, oligarşiye karşı tabandan gelen mücadeledir; özel mülkiyet hakkını ve kapitalist girişim özgürlüğünü tehdit eden harekettir…

* * * * *

Bu böyle olmazsa demokrasi mücadelesinin hiçbir kıymet-i harbiyesi olmaz, olamaz…

Gerçekten de kapitalizmin dayattığı eşitsizliğe karşı çıkmayan, “Hayır” demeyen bir şey adil olabilir mi? Bu mümkün müdür?

Mesela… TÜİK’in, ‘Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2011’ verilerine göre, en yoksul yüzde 20 ile en zengin yüzde 20 arasındaki gelir farkının 8 kata çıktığı; nüfusun yüzde 16.1’inin yoksulluk riski altında olduğu Türkiye’de bu eşitsizliğe karşı çıkılmadan demokrasiden, demokratlıktan söz etmek ne kadar inandırıcı olabilir?!

‘Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği’ Genel Sekreteri Mehmet Şerif Camcı, Diyarbakır’da 29 bin ailenin yani yaklaşık olarak 180 bin kişinin açlık sınırında olduğunu, 5 bin ailenin ise yardım almadığında geceyi aç geçirdiğini, kentteki işsizlik oranının da yüzde 60’ın üstünde olduğu açıklayarak ekledi:

“Bunun da ötesinde Afrika’daki yoksullukla eşdeğer düzeyde olan yaklaşık 5 bin aile var. Bu da yaklaşık olarak 30 bin kişi ediyor. Bu aileler, bir öğün destek sunulmadığında o geceyi aç geçirmek zorunda kalan kesim.”

Türkiye’deki ailelerin 2011 yılı sonundaki borçları, aynı yıla ilişkin harcanabilir gelirlerinin yüzde 51.7’sine kadar yükselmişken; 2003 yılında borcun harcanabilir gelire oranı yüzde 5.5 düzeyinde bulunuyordu. 2003 yılından bu yana ailelerin borçlarında 18 katlık, harcanabilir gelirde ise 2 katlık bir artışın yaşandığı Türkiye’de vatandaşın bankalara 63.3 milyar TL kredi kartı borcu var.

Bunun 32.1 milyar TL’sini taksitlendirilmiş borçlar, 31.2 milyar TL’sini ise taksitsiz borçlar oluşturuyorken; i) Kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısı: 343 bin 428… ii) Tüketici kredisini ödeyemeyenlerin sayısı: 236 bin 857… iii) İcra takibindeki kredi kartı borcu: 3 milyar 730 milyon TL… iv) İcra takibindeki tüketici kredisi borcu: 3 milyar 753 milyon TL iken Sinan Aygün de, 2011 yılının tümünde 311 bin 253 olan kredi kartı borcunu ödeyemediği için kara listeye alınan isim sayısının 2012 yılının ilk yarısında 343 bin 428’e yükseldiğini açıkladı.

Bu madalyonun bir yüzü; ötekine gelince: ‘Ekonomist’ dergisinin, ‘En Zengin 100 Türk’ araştırmasının sonuçlarına göre, Koç Ailesi en tepede yer aldı. En Zengin 100 Türk’ün serveti, 2012’de yüzde 25’e yakın arttı.

‘En Zengin 100 Türk’ araştırmasında Koç Ailesi 7-8 milyar dolar arası olduğu tahmin edilen kişisel serveti ile ilk sırayı aldı. Koç Ailesi’ni 6-7 milyar dolarlık kişisel servetleri olduğu tahmin edilen Şahenk ve Ülker aileleri izledi. 2011’de 6. sıradan kendine yer bulan Ülker Ailesi 2012’de 3. sıraya yükseldi.

2011 sonunda Türkiye’de mevduatı 1 milyon liranın üzerinde olan 46 bin 761 kişinin 313.4 milyar liralık toplam mevduatı bulunuyordu. Geçen yılın haziran sonu ile karşılaştırıldığında milyonerlerin sayısı 7 bin 261 kişi, bu kişilerin mevduatı ise 19 milyar lira artış kaydetti. 2011 yılının haziran sonunda 41 bin 706 milyonerin 300 milyar lira mevduatı bulunuyordu. 2010 yıl sonu ile karşılaştırıldığında ise milyonerlerin sayısının 15 bin 201, bu kişilerin mevduatının ise 37.5 milyar lira arttığı gözlendi.

Nihayet krizle sarsılan yerküre ve Türkiye’de…

Koç Holding, 2012 yılının ilk çeyreğinde 538 milyon TL net kâr rakamına ulaştı!

Sabancı’nın 2012’nin ilk çeyreğindeki kârı 296 milyon TL oldu!

Turkcell’in 2012 birinci çeyrek net kârı, yüzde 56 artışla 514.8 milyon liraya yükseldi!

Ziraat Bankası’nın 2012’nin birinci çeyreğinde 2011’in aynı dönemine göre net kârı yüzde 15 artışla 658 milyon TL oldu!

Vakıfbank 2012’nin ilk çeyreğinde tarihi bir kâr elde etti: 420 milyon TL!

* * * * *

Tüm bunlar 32 yıl geçse de devam eden 12 Eylül’ün sürdürücü AKP’yle gerçekleştirildi…

Evet, 12 Eylül Türk(iye) kapitalizminin bugündeki “dün”üdür…

Sol-Liberallerin asla kavrayamadığı üzere AKP’nin “dedikleri”yle, yaptıkları taban tabana zıttır; örneğin onların sözlüğünde “çözüm”, “çözümsüzlük”; “açılım”, “kilitlenme”; “kabul”, “inkâr”; “kardeşlik”, “düşmanlık” anlamına gelir…

Çünkü gerçeğinde AKP, totaliter muhafazakârlıktır; “polis devleti”dir; İslâmizasyondur; şoven bir Kürt düşmanlığıdır…

Cemil Oktay’ın ifadesiyle, “Türkiye’de çok aşırı dinci bir taban var. Bu taban, devlet otoritesini yanına almadan güçlü olamaz. AKP, bu akıma rahat yaşama hakkı verdi ama devlet otoritesini vermedi. Bu kesim, iktidarı almaya kalkıştığında Türkiye karışır.”

“Maalesef Sünnileşiyoruz. Sünni, siyasal iktidarın çizgisi dışına çıkmayan adamdır. Sünnilik, iktidarla birlikte hareket eder. Prensibi iktidara itaattir. Bu baba olur, devlet, tarikat şeyhi olur. Biat kültürüdür bu.”

“Anlam zenginliği üretemiyorlar. Osmanlı’dan ideolojik destek arıyorlar. Osmanlı’ya dönüyorlar çünkü Osmanlı muhafazakârlıklarını tamamlıyor…”

“Kısacası, Cumhuriyet’i kuran kuşaklar topluma nasıl yön vermeye çalıştıysa, şimdi de AKP topluma yön vermek istiyor.”

Sol-Liberallerin “yetmez ama evet” derken kavrayamadığı tam da buydu!

Alın size bir örnek: AKP’nin seçim başarısının arkasından Ahmet İnsel ‘The South Atlantic Quarterly’deki[14] makalesinde, “Seçimlerden AKP’nin kazanması ve devamında oluşturulan parlamentonun 12 Eylül askeri darbesinin otoritarizminden çıkmanın, demokratikleşmenin önünü açtığını” müjdeler tüm dünyaya!

Bu ve buna benzeri ifadeler/analizlerle geçti günlerimiz. AKP’nin iktidarını ve tüm uygulamalarını meşrulaştıran devlet-toplum ayrımı ve bunu gerçekleştiren sol-liberal analizlerin, bugünün korku imparatorluğunda paylarının ne kadar fazla olduğunu söylememek haksızlık olur…

Sadece “güncel” bir örnek!

Sennur Sezer’in, “O yazdıklarını kanıyla imzaladı./ Ve kalabalıklara inandı./ Şimdi kalabalıklar gücünü kanıtlamalı./ Eski, çok eski çağlarda/ bu kalabalık diriltebilirdi öleni./ Kimse öldürülmesin diye/ yan yana, omuz omuza,/ yürek yüreğe şimdi…”[15] dizeleriyle betimlenen zindanlardaki açlık grevleri ve onunla dayanışma eylemlerine yönelik tablo bile AKP’nin ne olduğunu; ona destek verenlerin günahını ortaya koyar…

Tür(kiye) Cezaevleri’nde 12 Eylül 2012’de başlayan süresiz ve dönüşümsüz açlık grevi yapan mahpuslara destek vermek amacıyla, 23 Ekim-6 Kasım 2012 tarihleri arasında yapılan toplantı ve gösterilerde yaşanan hak ihlâllerinde i) Müdahale edilen toplantı ve gösteriler: 46… ii) Yasaklanan toplantı ve gösteriler: 5… iii) Gözaltılar: 617… iv) Tutuklamalar: 69… v) Yaralanmalar: 84 kişidir![16]

* * * * *

Evet içeride AKP eliyle yoğunlaşıp, yaygınlaşan gericilik Kürtler’e yönelik şöven histerileri güçlendirmektedir…

Amin Maalouf’un, “Milliyetçiliğin birinci erdemi her sorun için bir çözümden çok bir sorumlu bulmak değil midir?”; Emil Michel Cioran’ın, “Gerçek yurtsever, ülkesindeki insanların büyük çoğunluğunun ölmesini isteyendir,” deyişleriyle tanımlanması mümkün olan ezen ulus milliyetçiliğinin “Türk(iye)” versiyonu[17] Kürt gerçeği ve ulaştığı boyutlar karşısında şaşkındır…

İsmail Beşikçi’nin de işaret ettiği üzere, “1960’lar ve 2010’lar dikkate alındığı zaman değişiklikleri görmek çok kolaydır. 1960’larda ve daha sonraki yıllarda da inkâr, imha vardı. Kürtlerden, Kürtçeden söz ettiğiniz zaman çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşıyordunuz. Günümüzdeyse bu konularda çok yoğun haberler, yorumlar, incelemeler yayımlanıyor. Burada şu konu üzerinde önemle durmak gerekir. Bu haklar, mücadele sürecinde fiili olarak kazanılmıştır. Artık bu durumdan geri dönüş söz konusu değildir. İşte bu aşamada, devlet de TRT6 gibi bazı talepleri küçük de olsa karşılama gereğini duymuştur. Bugün, devlet-hükümet TRT6’yı kapatıyorum dese, bunun olumsuz hiçbir etkisi olmaz. Çünkü Kürtler arasında ilgiyle izlenen onlarca kanal var. Bu sadece devletin, hükümetin niyetini gösterir. Bu çerçevede şu da söylenebilir. 30 yıla yaklaşan bir mücadele süresinde çok ağır bedeller ödenmiştir. Binlerle ifade edilen ‘faili meçhul’ cinayetler, milyonlarca insanın yerini yurdunu terke zorlanması, köylerin yakılması yıkılması vs. çok ağır bedeller. Bu ağır bedeller karşısında kazanımların çok az olduğu da söylenebilir. Bu görüşü destekleyen birçok kanıt da ileri sürülebilir. Kişi olarak kazanımların daha çok ve olumlu olduğunu düşünüyorum…

Silahlı mücadelenin neden başladığını hiç unutmamak gerekiyor. Mücadele Kürtlerin, doğal haklarının yani Kürt toplumu olmaktan, Kürt milleti olmaktan doğan haklarının, gasp edilmesi, inkâr, imha ve asimilasyon nedeniyle başlamıştır. Kanımca, devlet-hükümet bu politikada hâlâ ısrarlıdır. Mahkemelerde Kürtçe konuşmanın, Kürtçe savunma yapmanın engellenmesi, bu inkâr ve asimilasyon beklentisiyle ilgilidir. Bir ana-babanın çocuğuna, içinde q, w, x harfleri olan isimleri hâlâ verememesi, nüfus idaresinin bu isimleri kaydetmemesi hâlâ, Kürtleri tanımama anlamına gelmektedir. PKK ne yaparsa yapsın, ne derse desin, devlet-hükümet, bir kere, Kürtlerin bu doğal haklarını iade etmek, tanımak durumundadır. Kanın akmasını önlemek için de BDP ve PKK ile görüşmek durumundadır. Kiminle savaşıyorsan, barışı da onunla oluşturacaksın…

Kürtler, örneğin BDP doğrudan hükümetle görüşmelidir. MİT ile görüşmek yanlıştır. Hükümet, BDP ile bu arada, PKK ile, Kandil ile görüşmek durumunda…

Kanın durmaması, devletin katı tutumundan ileri gelmektedir. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Filistinliler için, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için, Bosna için söyledikleri yakından bilinmektedir. Kürtler söz konusu olduğu zaman bu söylemlerdeki sıcaklığın çok küçük bir kısmı bile gündeme gelmemektedir. Kanı durdurmak başta hükümetin, devletin görevidir. Akil adamların, sivil toplum kurumlarının, PKK’ye ‘silah bırak’ diye çağrı yapmaları yanlıştır. Bunlar, önce, devlete-hükümete çağrı yapmalıdır. ‘Kürtlere doğal haklarını tanı’ demeliler… Başbakan’ın ‘kadın çocuk demeden…’, ‘Ya sev ya terk et…’ sözlerini Kürtler her zaman hatırlıyor…

Şiddet deyince, benim aklıma, devlet terörü geliyor. ‘Faili meçhul’ denen iki bine yakın cinayet var. Bu cinayetlerde, uzun mücadeleler sonunda, aileler yakınlarının, evlatlarının hiç olmazsa kemiklerine ulaşabilmişler. Onlar için bir mezar yapabilmişler… Yine ‘faili meçhul’ denen üç binin üzerinde cinayet var. Fakat bu cinayetlerde, aileler, evlatlarının, yakınlarının kemiklerine bile hâlâ ulaşamamışlar… Örneğin 1990’ları hiç unutmamak gerekiyor. Sınırsız bir devlet terörü var. Bu konuda ciddi soruşturmalar, yargılamalar da yok. Ergenekon’un Fırat’ın doğusundaki operasyonları gündeme getirilmiyor…

Çözüm konusunda en azından federasyonu savunmak gerekir. Gerilla oluşan federasyonun, zabıta gücü, polis gücü, güvenlik gücü olmalıdır. Çözümün temel ilkeleri şunlar olmalıdır. Kürtler kendi kendilerini yönetmelidir. Kürtler kendi geleceklerini belirleme hakkına sahip olmalıdır. Anadilinde mecburi eğitim her zaman dikkate alınması gereken bir ilke olmalıdır…”[18]

* * * * *

Kürt sorunu hızla bir Ortadoğu meselesine tahvil olurken; “Büsbüyük Amerika Projesi”, “BOP”un eş başkanlığına soyunan AKP, “Bahar”ından “Hazan”ına yönelen Ortadoğu’da rol kapmaya soyunuyor…

Ortadoğu’daki “Pax-Americana” için ABD(‘nin güncel) emperyalist politikalarının kahyalık rolüne soyunuyor…

Ötesinde İran’ın olduğu Suriye müdahalesine çanak tutuyor; Irak’la ve hedefteki İran’la çatışmalı bir alana ilerliyor.

Kürecik bunun bir verisi olurken; Ortadoğu’da “Kürtlerin Yüzyılı” ihtimali ve Batı Kürdistan’daki (Rojeva) gelişmeler ile soru(n)ların odağı Suriye T.“C”nin ilgi alanına giderek daha fazla giriyor…

Soru(n)lar ve tehlikeler ile olanaklar, olasılıklar büyüyor…

T.“C”nin müdahaleci konumu/ işlevi, “Neo-Osmanlı”cı alt-emperyalistliğe soyunmasını devreye sokarken; örneğin Hasan Celal Güzel gibiler şunları diyebiliyorlar:

“AKP İktidarı’nın, özellikle Gül, Erdoğan ve Davutoğlu ‘üçlüsü’nün icraatlarını yakından takip edip başarılarını bizzat müşahede ediyoruz. Bizce Erdoğan’ın dış politikası Türk tarihinde yeni bir çığır açmış ve parlak bir devri başlatmıştır…

ABD olmak üzere, Ortadoğu’nun ana sorumluluğunu Türkiye’de gören ve Türkiye’nin müdahalesine esas itibariyle karşı çıkmayan güçlere rağmen, ayranı ekşiterek içmeye çalışmamız, bugüne kadar uyguladığımız aktif politikaya uygun değildir. Suriye’deki gecikmelerimiz, bütün Ortadoğu politikamızın gidişatına tesir etmekte ve genel olarak etkimizi azaltmaktadır.”

Oysa gerçek, savaş yanlısı kudurganlığın hayallerinden çok farklıdır!

AKP dış politikası, “Davutoğlu Doktrini” (Stratejik Derinlik’te “sıfır sorun”) Türkiye’yi, derinliklerinde, Sünni-Şii plakalarının sürtündüğü noktalarda, son derecede patlayıcı bir enerji biriken “Ortadoğu çukurunun” kenarına getirdi. Hem de ABD başta olmak üzere “büyük güçlerin”, “sondaj” çalışmaları bu enerji birikimini geometrik hızla artırırken…

Karşımızdaki kaygı verici manzaranın iki boyutu var: Birincisi “sıfır sorun” politikasının mimari Davutoğlu, bu politikanın iflas ettiğini kabul etmemek için “koşullar değişti” savına sığınıyor ama bu yeni koşullara uygun yeni bir politika doktrini üretemiyor. İkincisi, dün Batı basınında, AKP hükümetinin sırtını sıvazlayan “yükselen Türkiye”, “örnek Türkiye”, “bölge lideri Türkiye” övgüleri, yerini “acemi, etkisiz dış politika”, “güç olma hayali zaaflarını sergiliyor”, “hayalci dış politika doktrini” saptamalarına, “savaşmaktan korkuyor” ya da “AKP İslâmcı aslına dönüyor” suçlamalarına bırakmaya başlamış görünüyor.

Yani İhvan’dan tek farkları, Arap-İslâm değil, ama Türk-İslâm sentezcisi olmaları olan Türkiye’yi yöneten neo-liberaler Osmanlı’ya fazlasıyla özenip, kendilerini Osmanlı sayıyor ya da sanıyorlarken; “Arap Baharı’nı biz yöneteceğiz”, “oyun kurucuyuz, yeni Ortadoğu’yu biz kuracağız” lafları sadece bir özenti/ yanılsamadır!

Bu yanılsamanın faturası da bir hayli ağıdır!

* * * * *

Kim ne derse desin; yerküre, Ortadoğu, Türkiye dört iklim yedi cihan büyük bir alt üst oluşa gidiyor…

15 Mayıs 2011’de Arap Baharı’nın uyandırdığı öfke dalgası Akdeniz’i aşarak Avrupa’nın huzursuz kıyılarına ulaştı. İspanya’da bir grup aktivist, sanatçı ve entelektüel tarafından örgütlenen devasa yürüyüşün ardından bir grup protestocu Puerta del Sol’ü işgal etmeye karar verdi. “Bunun ardından olacakları hiçbirimiz tahmin etmiyorduk” diye anlatıyorlar. Bu meydandaki işgal, Avrupa ve Kuzey Amerika’da aylarca sürecek meydan işgallerinin tetikleyicisi oldu.

Bütün bu isyanlar arasındaki bağlantıyı kurabilmek çok önemli. Çünkü bunların hiçbiri izole olaylar değil. Karşımızdaki sorun küresel sistemin özüne dair bir sorun: Baskı altındaki Araplardan işsiz Avrupalılara; Şilili öğrencilerden Nijeryalı balıkçılara; ABD’li işçilerden Çinli köylülere kadar hepimiz küresel kapitalizmin yapısal krizinin kurbanıyız…

İkinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde faşizmin karanlık güçleri kıta üzerinde gezinirken Antonio Gramsci, Musollini’nin zindanlarındayken güçlü bir gözlemi kağıta aktarmıştı. “Eski dünya ölüyor” demişti “ve yeni mücadeleler doğuyor”. Günümüzde Plaza Catalunya ve Puerta del Sol’ü işgal eden kitle, bir çağrıyla yeniden sokaklara, alanlara inebileceğini gösterdi…

Sool, Syntagma ve Zucotti gibi meydanların işgali, ufak ütopyalardan oluşan küresel bir ağ gibiydi…

Bize bir alternatifin olmadığı, tarihin sonunda olduğumuz anlatıldı. Ama günümüzde sistemin sıradan insanları devrimci olmaya ittiğini görünce artık tarihin sonunda değil kıyısında olduğumuzu anlıyoruz,” diyen Jérôme E. Roos haklıdır…

“Bitti”, “bastırıldı”, “tükendi”, “yok oldu”, “elveda” denilen devrim(ler) ve sosyalizm yeniden geliyor; tarihin sahnesindeki yerini alıyor; Don Kişot yeniden Rosinante’siyle yollara düşüyor…

* * * * *

Evet tarihin hareketini açıklama gücü diyalektik tarihsel materyalist teoriye aitken; burjuva tarih anlayışı bu bakımdan ideolojik olarak tümüyle yeteneksizken; yaşayan tarih Marksist teorik eleştirinin sürekliliğinden, devrimci sürekliliğin düzen eleştirisine yol almaya başladı bile…

F. Engels’in, “Bizim doktrinimiz bir doğma değil, eylem kılavuzudur,” sözleri yeniden anımsanırken; tarihi anlamak için onu yapmak gerekliliği ve tarihin ancak eylemle yapılabilirliği düşüncesi ıssız odalardan sokaklara, varoşlara, dağlara çıkarak hayata mal oluyor yine…

Siz bırakın “bir Ankara polisiyesi”ndeki Behzat Ç.’nin yani Erdal Beşikçioğlu’nun, “Her iktidar, yandaşlarıyla var olur. Hiçbir zaman tam özgür olamayacağız tabii ki… Her devrim kendi faşizmini doğurur,” zırvasını!

Tarihin, bize onu biçimlendirme imkânı sunduğu yeni eşikte zırvanın yorumculuğu yerine tarihi yaratabiliriz, yaratmalıyız da!

Çünkü komünizme her zamankinden daha yakınız…

Kapitalizm, tarihinin en zorlu dönemini yaşıyor. Onu ne yükselen bir devrimci işçi hareketi ne de devrimci kalkışma tehdit ediyor…

O bütünüyle kapitalist ekonominin işleyiş kanunları tarafından nefessiz bırakılıyor. Sermaye, üretici güçleri geliştirme yeteneğini giderek daha çok yitirmekte ve artık eskisi gibi kendini genişleten koşulları üretmekten aciz…

İşçi sınıfı, yüz yıl öncesine göre nesnel olarak çok daha güçlü ve kapitalizm bir o kadar güçsüzdür. Sermaye egemenliğine son vermenin koşulları bugün çok daha elverişlidir; dünya veya bölgesel devrimlerle…

Eksik olan, geleceği tasarlama ya da tahayyül yeteneğini kitleselleştirmektir. Bunun ilk adımı, bu amaçla yola çıkanların geleceği tahayyül edebilmeleridir.

Örneğin yaşamı boyunca, işçi sınıfının siyasal mücadelesinin güç kazanması için çabalayan Karl Marx’a göre, devrim uzak gelecekle ilgili bir hayal değil, yakın bir hedefti.

‘Komünist Parti Manifestosu’nda, komünistlerin “yakın hedef”i şöyle tarif edilmişti: “Proletaryanın sınıf olarak oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması ve siyasal iktidarın proletarya tarafından fethedilmesi…”[19]

Yine ‘Alman İdeolojisi’nde, işçi sınıfının toplumsal devrimi gerçekleştirmek için gerekli olan sınıf bilincine (“komünist bilinç”e) nasıl ulaşacağı şu şekilde anlatılır:

“Hem bu komünist bilincin yığınsal ölçekte üretilmesi hem de hedefe ulaşılması için, insanların, yalnızca pratik bir hareket içinde, bir devrimle gerçekleşebilecek olan yığınsal bir değişiminin gerekli olduğu; dolayısıyla, devrimin, sadece egemen sınıfın başka hiçbir yolla devrilemeyecek oluşu nedeniyle değil, ama aynı zamanda, onu deviren sınıf, yalnızca bir devrim sayesinde, geçmişin bütün pisliklerinden kurtulmayı ve toplumun bir yeniden kuruluşunu gerçekleştirebilir duruma gelmeyi başarabileceği için gerekli olduğu…”

Altını çizerek, hatırlatmak gerekirse, işçi sınıfının (ve devrimcilerin) “geçmişin bütün pisliklerinden” kurtulmasının ve yeni bir toplum kurmasının yolu, devrimden ve tarihine sahip çıkmaktan geçer.

O hâlde sosyalizmin “Üçüncü Devrimci Dalga”sını örgütlemektir görev; devrimin güncelliği fikrinden bir adım geriye atmadan ve V. İ. Lenin’in, “Marksizm, tam da, cansız bir dogma olmadığı, tamamlanmış, hazır, değişmez bir öğreti olmadığı, eylemin canlı bir kılavuzu olduğu içindir ki, toplumsal yaşam koşullarındaki şaşılacak kadar beklenmedik değişmeleri yansıtmak zorundadır,” uyarısını atlamadan!

Sonra da Walter Benjamin’in, “Sınıf savaşı kavramı yanıltıcı olabilir. ‘Kim kazanacak, kim kaybedecek?’ sorusunun yanıtlanacağı bir karşılıklı güç sınamasına ya da galip için iyi, mağlup için kötü sonuçlar getirecek bir mücadeleye işaret etmez. Sınıf savaşını böyle düşünmek, olguları romantikleştirmek ve bulandırmak olur. Çünkü burjuvazi savaşı kazansa da kaybetse de, gelişim sürecinde onun sonunu hazırlayacak iç çelişkileri nedeniyle yıkılmaya mahkûmdur. Buradaki soru, çöküşün kendiliğinden mi yoksa proletaryanın aracılığıyla mı gerçekleşeceğidir,” saptamasını unutmadan!

* * * * *

“11 Tez”i yeniden hatırlamaya/ hatırlatmaya…

Devrim gerçeği yerine “demokrasi” yanılgısını ikame etmemeye…

Kapitalizmi yıkmak yerine, onu “demokratikleştirme” ya da onunla diyaloga geçme yanılgısından uzak durmaya…

“Ulusal sol” gibi liberallerle de mücadeleye… muhtacız…

Toplum neredeyse iç savaş momentine çekilirken Kürt sorununun yarattığı gerilim dalgalarından azade bir sınıf çizgisi inşasının gerçekçi olmadığı açıktır.

Bu bağlamda radikal sosyalistlerin temel görevlerinden biri Kürt halk hareketinin taleplerini ikircimsizce savunup, dayanışmak; ancak, cephe için iltihak değil ittifak gerektiği gerçeğini asla atlamamaktır…

Evet, Türkiye’de sosyalizmin ve radikal sosyalist hareketin hemen her cepheden kuşatılmış, kendi alanına sıkıştırılmış hâli bir gerçekken; “Kürt Sorunu”, gündemin bir numaralı sorunudur. Ancak sorunun gerçek çözümü için önkoşullardan birisi, radikal sosyalist hareketinin, sınıfla bütünleşebilmesidir.

Cephe, birlik, ittifak… ne denirse densin; emekçi sınıflar arası yakınlaşma, kapitalist sınıf hegemonyasına karşı, ahlâki ve toplumsal bir söylem oluşturan eylemlilikle mümkündür.

Sosyalist demokrasiyi unutturmayan, çelişkisiz birlik olamayacağını gören bir noktadan hareket etmesi gereken cephe, birlik, ittifak olgusu her türlü ikamecilik ve iltihak kavrayışsızlığından kurtarılmalıdır…

Bu çerçevede, içinde yer almadığım, HDK’nın karşısında da değilim. HDK, bir deney ve ne olacağını da hayat gösterecek.

Birliğe karşı falan değilim. Ancak bir ittifak olarak HDK’nın bir iltihak olduğu yolunda kaygılarım var.

Birlik gerçek güçlerin işidir. Temsili tartışmalı çevrelerin, büyük bir güç etrafında beklentileriyle dizilmesi değil.

Nihayet kanım odur ki, orijinal olmayan her şey, hakikinin önünü keser.

İçinden geçilen kesitteki hakikâti kavramaya, bundan hareketle devrimci hayaller kurmaya ve nihayet bu doğrultuda harekete geçmeye ihtiyacımız varken; HDK’nın bu ihtiyaçlarımızı karşılayacağını düşünmüyorum.

Bunu düşünen arkadaşların da denemesinde bir sakınca görmüyor ve EHP Başkanı Sibel Uzun’un, “Kapitalizmi yıkabileceğini savunanlar ortaklaşmalıdır,”[20] görüşünü önemsediğimi ifade etmeden geçmek istemiyorum…

Diyeceklerimi, “Bunları yapabilir” miyiz sorusuyla meşgul olanlara; James B. Conont’un, “Kaplumbağaya dikkat et. Ancak kafasını çıkarıp risk aldığında ilerleyebiliyor”; W. Goethe’nin, “Sivrisinekler tek tek de sokar. Hemen bütün bir ordu hâlinde olmaları gerekmez”;[21] Edward Murphy’nin, “Aradığınız bir şeyi son baktığınız yerde bulursunuz,” sözlerini anımsatırım…

Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim…

 

10 Kasım 2012 15:47:23, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 18 Kasım 2012 tarihinde Paris’te düzenlenen ‘Direnen Halklar Kazanacak’ gecesinde yapılan konuşma… Newroz, Yıl:6, No:225, 30 Kasım 2012…

[2] Catullus.

[3] Ümit İzmen, “Küresel Krizin Neresindeyiz?”, Altüst, No:8, Ekim Kasım 2012, s.10.

[4] FAO, http://www.fao.org/economic/ess/ess-fs/mdg/en/… Aralık 2011.

[5] James B. Davies vd., The World Distribution of Household Wealth, Discussion Paper No. 2008/03, United Nations University UNU-WIDER, February 2008, http://www.wider.unu.edu/publications/working-papers/ discussion-papers/2008/en_GB/dp2008-03/_files/78918010772127840/ default/dp2008-03.pdf.

[6] Ulrich Beck, Risk Toplumu – Başka Bir Modernliğe Doğru, Çev: Kâzım Özdoğan-Bülent Doğan, İthaki Yay., 2011.

[7] Eric Fromm, Psikanaliz ve Zen Budizm, çev: İlhan Güngören, 5. baskı, Yol Yay., 1997, s.17.

[8] Ahmet Cemal, Lanetlenmiş Ağustos Böcekleri, Can Yay., 2012.

[9] Aysun Sadıkoğlu, “Bir Kere Daha Demokrasi Üzerine”, Kaldıraç, No:132, Mayıs 2012, s.33-35.

[10] Mustafa Durmuş, “Avrupa’da Sessiz Karşı Devrim”, Radikal İki, 19 Şubat 2012, s.9.

[11] Semih Gümüş, “Temsili Demokrasi Palavra mı?”, Radikal Kitap, Yıl: No:593, 27 Temmuz 2012, s.23.

[12] Foti Benlisoy, “Alçakların Yeni Son Sığınağı ‘Demokrasi’ mi?”, Radikal, 6 Ekim 2012, s.16.

[13] Evren Balta Paker, Küresel Güvenlik Kompleksi: Uluslararası Siyaset ve Güvenlik İletişim Yay., 2012.

[14] The South Atlantic Quarterly, No:102/3, Bahar-Yaz 2011.

[15] Sennur Sezer, ‘Kalabalığın Gücüne Övgü’, İzi Kalsın, Evrensel Basım Yayın, 2012

[16] “İHD Açlık Grevleri Hakkında Rapor”, DBH_Tartışma, 9 Kasım 2012.

[17] “Birinci Dünya Savaşı, İttihatçıların aradığı fırsatı verdi. Savaş başlar başlamaz Rum-Pontus sürgünleri başladı, savaşın ilk yılı içinde Ermeni sorunu ‘hâlledildi’. Geriye kalan iki sorun da, Cumhuriyet döneminde, İttihatçıların devamı olan yönetimlerce sistematik bir şekilde yaşama geçirildi. Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallar üzerinde, büyük bir yağma gerçekleşti. Bu şekilde, Osmanlı ekonomisi, Türk ekonomisi millileşmiş oldu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin çok önemli bir boyutu budur. Bugün, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır. Kürt bölgelerinde Kürt ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır… Bu süreçte, Kürtlerin durumunu iki safhada ele almak gerekir. İttihatçılar, daha sonra Kuvay-ı Milliye (Kemalistler), Ermenilerle, Süryanilerle olan sorunları Kürtleri tetikçi olarak kullanarak çözdü. Devlet güçlenince, Lozan’la birlikte uluslararası garanti gerçekleşince Kürtlerin inkârı-imhası başladı.” (İsmail Beşikçi, aktaran: Karin Karakaşlı, “Hakikât Şimşeği”, Radikal İki, 23 Eylül 2012, s.8.)

[18] İsmail Beşikçi, “Kiminle Savaşıyorsan Barışı Onunla Konuş”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2012, s.7.

[19] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, çev: Erkin Özalp, Yazılama Yayınevi, 2011, s.23.

[20] Sibel Uzun, “Kapitalizmi Yıkabileceğini Savunanlar Ortaklaşmalıdır”, Yarın, No:1, 6 Ekim 2011, s.1-5.

[21] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.326.