Home , Köşe Yazıları , Sanat Ticari Değil, İnsanîdir[*]

Sanat Ticari Değil, İnsanîdir[*]

TEMEL DEMİRER | 08 – 09 – 2011 |

“Sanat,

ekmek peşinde

koşarsa alçalır.”[1]

Paul Gauguin’in, “Sanat ya intihâldir ya da devrim”; Albert Camus’nün, “Sanat gerçeğe karşı çıkabilir ama gerçekten kaçamaz,” diye betimlediği konuda; “Sanatın en yüce amacı, insanî formlar göstermektir, olabildiğince duyusal anlamlı ve olabildiğince güzel,” notunu düşer W. Goethe de…

Bu uğurda “Ne”yi ve daha çok da “Nasıl”ı düşünen; “Taze bir öz eski biçime uymaz,”[2] diyen sanatçı için Pablo Picasso da, “Her yandan gelen duyguları algılayan bir anten gibidir,” der…

Adnan Binyazar’ın, “Gerçeği yaratıya dönüştürmek” diye betimlediği “Sanat duyguları yoğunlaştırarak yansıtıp insanları etkileme yeteneğidir.”[3]

Yaygın anlatıyla; Michelangelo’ya sormuşlar: “Bu kaya parçasından muhteşem Davut heykelini nasıl yapabildin?” O da demiş ki: “Hayalimde Davut zaten vardı. Mermerin fazlalıklarını aldım, Davut açığa çıktı…”

Sanatın “geneli”, özetle bu…

Yine W. Goethe’nn ifadesiyle, “Hakiki sanatlı anlatımın didaktik bir amacı olamaz. O, cevap vermez, azarlamaz, yalnızca sonuç olarak görüş ve davranışlar geliştirir ve bu yolla da aydınlatır ve öğretir.”

Ya da Jacques Ranciere’ye göre, sanatın günümüzdeki alternatif çözüm örnekleri, sanatçıyı “yeni yaşam biçimleri inşa etme”ye yönlendirir[4] insan(lık) için…

Ancak bunun böyle olmasının önündeki en önemli etken yine sanatı sanat olmaktan çıkaran meta fetişizmidir…

Örneğin Alman galericiler, ‘Contemporary İstanbul Sanat Fuarı’nın uluslararası bir nitelik kazanabilmesi ve İstanbul’un sanat piyasasında bir çekim merkezi hâline gelebilmesi için fuarda sergilenen sanat ürünlerine yönelik “serbest bölge” oluşturulması gerektiğini düşünüyorlarken; iktisatçı Don Thompson, ‘Sanat Mezat’ta çağdaş sanat ortamının, sanat tacirlerinin ve müzayedelerin ekonomisini ve ruh hâlini inceleyip; “sanatseverliğin” nasıl bir satın alma ve biriktirme fetişizmine dönüştüğünü irdelerken;[5] burada kapitalizmin yıkıcılığına dikkat çeker…

Ali Artun’un deyişiyle, “Kültürün özelleştirilmesiyle birlikte sanata yatırılan para inanılmaz ölçülerde şişmiş ve bu da bir grup müzayede zengini sanatçı yaratmış”ken; kapitalizmin “Sanat dünyası tabii ki paranın döndüğü, değerlendiği bir borsa da sayılabilir.”[6]

Sanatı, borsadaki “tahvil kağıtları”na dönüştüren “Sanatçının ve sanat üretiminin sağlıksız piyasada parasal güce sahip olanların değer ölçütleri ile değerlendirilmesi gibi sorunlar, sanatçıları ve sanat uzmanlarını çoğu zaman istemedikleri konumların içine itiyor,” notunu düşen Beral Marda hiç de haksız değildir…

Oysa kendine özgü bir gücü olduğunu, bugünde yarını görebildiğini söyleyen Kandinsky’nin işaret ettiği sanat bu değildir…

* * * * *

Gerçekten de Paul Klee’nin, “Dünya -bugünkü biçimiyle- olabilecek tek dünya değildir,”[7] saptamasındaki bir yaratıcılık olarak sanat; örneğin resim boyutuyla bir “Biçim oluşturan düşünme”dir.[8]

Yine Klee’nin, “Renk beni ele geçirdi. Onun peşinden koşturmama gerek yok. Beni sonsuza dek ele geçirdi, bunu biliyorum. En mutlu saatin anlamı bu: Ben ve renk bir bütünüz. Ben ressamım,” saptamasındaki  bütünsellik olarak resim sanatı için şu notu düşer Filiz Gencer:

“İnsanın ürettiği en karmaşık ürünlerden biridir resim. Tarihi çok eskilere dayanır. İlk insanın mağara resimleriyle başlayan bu yaratıcılık süreci aynı zamanda ilk iletişim araçlarından biridir. İnsanlığın yazıyı bulmasına da ilham vermiştir.

Resim, yaratıcılığa dayalı, devrimci bir kültür ve sağlam bir tekniği ifade eder. Büyük bir el emeği ürünüdür. Bir işçiliktir. Kalıcılığıyla görsel bir belge niteliğine sahip bir uğraş, beceridir.”[9]

Aslında “Leonardo’nun dehası” da böyledir; yani ticari olmaktan uzak insanî bir yaratıcılıktır…

Bu bağlamda resmin ana öğelerinden biri değil resmin kendisidir insanîlik.

Zaten Monet’den Picasso’ya uzanan sonsuzluk da budur; buradadır…

Zaten bir sanat olarak resmin temelinde, dünyayı ve insan(lık)ı sorgulayan, inceleyen, yorumlayan bir yaratıcılık oluşumu yatar.

Siz bakmayın Oğuz Erten’in, “Dubai’de Christie’s tarafından düzenlenen müzayedede Türk sanatçılar ‘görülmemiş’ fiyatlarla satılıyor. Ömer Uluç’un bir resmi için tahmini satış fiyatı 400 bin dolar! Doğançay ve Başağa 250, Çoker 200 bin dolar,” çığlıklarıyla insanî olanın yerine ticarinin ikame edilmeye kalkışılmasına!

Çünkü Yüksel Arslan’ın, “Sanatta güncel kalabilmenin yolu, gündemdeki konuları ya da en son felsefi kavramları (üstelik beceriksizce) illüstre edebilme çabasında değil, kendi yaşam felsefeni yaratıcı bir biçimde üretebilmekten geçer. Moda diye yeni medyaya yönelen değil, kullandığı mecranın sınırlarını sorgulayabilen ve genişletebilen sanatçıdır, ‘güncel’ olan. Zamanını gününün hayhuyuyla değil, çağına tanıklıkla geçirenler ‘güncel’ kalır ve aslında bunu herkes bilir.” “Sanatta ciddi olmak kadar mizah yanını da düşünmek çok önemli. Ben buna büyük komedya ve büyük trajedi diyorum. Eğlenilecekse tam eğlenilmeli, ağlanacaksa tam ağlanmalı. Hayat böyleyken sanatın da böyle olması gerekiyor bence,” kaydını düştüğü koordinatlarda “Sözün bittiği yerde resimle diyalog başlar… Sanatın özü her zaman özgürdür ve evrenseldir…”[10]

Çünkü “Resim kafayla yapılır, ellerle değil,” der Michelangelo…

Ardından da ekler John Ruskin, “İyi bir resimde el, kafa ve yürek uyum içindedir”; Henri Matisse, “Bir kilo mavi yarım kilo maviden daha mavidir”; Henri de Toulouse-Lautrec, “Önemli olan tek şey var: Bir şeyin özüne işlemek ve onun daha iyisini yaratmak”; Addison, “Renkler, her dili konuşurlar”; John Opice, “Ben bu boyaları kendimle karıştırıyorum”; Pablo Picasso, “Ben aramam, bulurum,” diye…

* * * * *

“Mit Yaratıcı” olarak anılan Paul Gauguin de Onlardan birisidir…

Gerçekten de ‘Gauguin: Maker of Myth/ Mit Yaratan Gauguin’ belli bir coğrafyanın hikâyesini, o toprağın renkleriyle bütünleşmiş efsaneleri bambaşka yerlerde yeniden anlattı hep.

Dönemin empresyonist sanatçılarını takip etti, sembolist yazarları okudu, sonra Monet’yi, Pissaro’yu manzaralarıyla birlikte dışarıda bırakıp kendini stüdyosuna kapattı ve zihninde kalan görüntüleri hayal gücüne teslim etti. Yalnız güney Pasifik’i değil, Bretanya’yı da çok sevdi. Bretanya’da yerli kostümleriyle dans eden kızları, Fransız köylüsünü, o insanların tabiatla kurduğu ilişkiyi o bölgenin cevheri olarak gördü.

Aslında ne zaman Gauguin’i düşünsek, hep, çoğunlukla Tahitili kadınların rengârenk, göz alıcı resimlerini yapmış, burjuva uygarlığının insan ruhunu yok eden maddeciliğine karşı çıkmış bir ressam gelir aklımıza. Saçlarındaki güzelim çiçekleriyle, dudaklarındaki tarifsiz gülümseyişleriyle, hayatın ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini sorgulayan bakışlarıyla Tahitili kadınlar.

Oysa, Gauguin’in yolunun Tahiti’ye nasıl düştüğünü kendimize sormayı hep unuturuz sanki; Gauguin’i ve sanatsal yaklaşımını günümüzde de çarpıcı ve şaşırtıcı bulmamızın nedeni belki de budur: Yaşam yolu ve yolculuğu.

1891’de Tahiti’nin başkenti Papeete’ye varışı, Gauguin’in yaşamını değiştirecektir. Bu benzersiz varışı şöyle anlatır:

“Haziranın sekizinde, geceleyin, altmış üç günlük yolculuktan, altmış üç günlük sabırsız bekleyişten sonra, denizin üstünde zikzaklar yaparak hareket eden acayip ateşler gördük. Sivri girintileriyle siyah bir kozalağı andıran bir ada, kasvetli gökyüzünden koptu. Moorea Adası’nı döner dönmez, Tahiti beliriverdi karşımızda.”

Sanatçının oluşumuna giden bu yolu yadsıyamayız. Gauguin’in, daha adının bile konmadığı bir dönemde postempresyonizmin ustası olduğu söylenebilir. Bugün bir gezgin, yazar ve ressam olarak görülmelidir Gauguin.

Zamanın onu eskitememesinin nedeni, tıpkı büyük bir müzisyenin besteleri gibi, tüm yapıtlarında dile getirdiği evrensel duygudur. Belki de en iyisi, şu son derece can alıcı bakış açısını onun kaleminden, Mart 1899 tarihli André Fontaines’e mektubundan aktarmak olacaktır:

“Bundan böyle rengin modern resimde oynayacağı müzikal rolü düşünün. Renk, müziktekiyle aynı anlamda bir titreşimdir; o yüzden de, doğada en yaygın, ama aynı zamanda en belirsiz olan şeye, doğanın iç gücüne erişebilir.”

* * * * *

Ve anlamanın, değiştirmenin önemli bir parçasını oluşturan resim deyince en anlamlı örnek olarak Frida Kahlo…

Frida Kahlo, Diego Rivera ile Meksika’nın en önemli ressamlarındandır; aynı zamanda da Frida Kahlo’nun, “Hayatta başıma iki korkunç kaza geldi, ilkinde bana bir otobüs çarptı, diğerinde Diego” diye betimlediği bir aşk hikâyesi…

6 Temmuz 1907’de Mexico City’nin güneyindeki Coyoacan’da doğan Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon, altı yaşındayken geçirdiği çocuk felcinin sonucu olarak bir bacağı engelli kalmış. Bu engeliyle baş etmesini bilen Kahlo, genç kızlık çağında, dönemin en iyi eğitimini veren Ulusal Hazırlık Okulu’nda okumuş. Bu okul, onu sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlara yönlendirmiş. İleride Meksika düşün yaşamının önemli isimleri olarak anılacak Alejandro Gomez Arias, Jose Gomez Robleda, Alfonso Villa okul arkadaşları olmuş. Okulda, anarşist bir edebiyat grubuna dahil olunca; güçlü bir kişilik oluşturmaya başlamış. 19 yaşında geçirdiği bir trafik kazası bütün hayatını değiştirmiş. Kaza sonrası leğen kemiği kırılıp, omuriliğinden sakatlanan ve vajinası paramparça olan bir kadın. Bu kazanın acısını bir ömür boyu çekip de ‘gık’ demeyen, güçlü kadın Kahlo, ülkenin en nevi şahsına münhasır ressamı olan Rivera’ya âşık oluncaysa kelimenin tam anlamıyla dağılıyor. Bir seferinde şöyle diyor hatta, “Ben sakat değilim, kırgınım…”

Her şeye rağmen resim çizmeye devam eden Kahlo aynı dönemde bir gün, ‘Meksikalı Michelangelo’ olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera’yı görmeye ve resimlerini göstermeye gider. Birbirlerini görür görmez âşık olan iki sanatçı 1929’da evlenirler. Daha sonra ABD’ye giden çift Rivera’nın aldığı duvar resmî siparişlerini bitirinceye kadar orada yaşadılar.

Kahlo ile Rivera’nın fırtınalı bir evlilik yaşamları oldu. Sağlık sorunları nedeniyle bir çocuğunu aldıran ve ard arda iki düşük yapan Kahlo, eşinin sadakatsizlikleri nedeniyle ondan ayrıldı ama bir sene sonra yeniden evlenip Kahlo’nun çocukluğunu geçirdiği Mavi Ev’e yerleştiler. Kahlo’nun da evlilikleri sırasında çeşitli erkeklerle ilişkileri oldu.

Sık sık sağlığı bozulan Kahlo, dayanılmaz acılarla başa çıkmak için bütün gücüyle resim yapmış, yalnız ülkesinde değil, Amerika ve Fransa’da sergiler açmıştır. 1938’de New York’ta açtığı sergiyse ona büyük ün getirdi. 1939’daki Paris sergisi ile övgüler topladı. 1943’te ‘La Esmeralda’ adlı yeni bir sanat okulunda öğretim üyeliğine başlayan Frida, sağlık durumu kötüleşmesine rağmen ders vermeyi sürdürdü. 1953 yılında Mexico City’de bir kişisel sergi açtı; temmuz ayında sağ bacağı kesildi.

Frida Kahlo’nun 143 resmi var. Resimlerinin 55 tanesi oto-portrelerden oluşuyor. Yaşamının büyük bir bölümünü yatakta başının üstünde duran, ‘gündüzlerinin ve gecelerinin celladı’ olarak tanımladığı bir aynaya bakarak geçirdiği için sürekli oto-portre çizmiştir. Resimlerindeki ustalık, Pablo Picasso’ya bile “Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” dedirtmiş. Kahlo’nun resimleri sürrealist olarak değerlendirilse de o sürrealizmi reddetti. Resimleri aslında acı ve kesin gerçekliği yansıtıyordu. Kahlo’nun resimlerinde Meksika kültürü ve devrimci ulusal kimlik tuvale aktarılmıştı.

Rivera, alkol ve kadın düşkünü bir ressam olarak biliniyor. Bir de doymak bilmez iştahı ve iri cüssesiyle tanınıyor. Zaten Kahlo’nun minyon yapısına oranla aşırı iri görünen Rivera, Kahlo’nun ailesi tarafından ‘Fil’ diye niteleniyordu. Kahlo ise ‘Güvercin’…

Sonrasında… Diego Rivera 1929 yılında Frida Kahlo’yla evlendiğinde, dönemin entelektüel ve sosyal çevreleri Rivera’nın dev fiziğiyle Frida’nın küçük ve narin bedeninde göndermede bulunarak bu evliliği “bir fille bir güvercinin birleşmesi” olarak nitelemişlerdi. Diego Rivera, Meksika Devrimi sonrası hükümet tarafından başlatılan kültür programı kapsamında resimler yapmakla görevlendirilmiş, Meksika duvar resmi geleneğinin kurucuları arasında yer alan bir figürdü. Komünist Parti’ye yazılmış, 1917 devriminin kutlama törenlerine katılmak için Sovyetler Birliğine gitmiş, sürgündeki Lev Troçki’yi evinde konuk etmiş ve André Breton’la birlikte devrimci sanat manifestosunu hazırlamıştır.

Frida, Diego’nun gücüne âşık oldu ve hiç kuşkusuz bunda ona sırtını yaslama isteği de vardı. Diego ise Frida’nın karizmatik kişiliğinden etkilenmiştir. Bu iki insan Tina Modotti’nin aracılığıyla 1928 yılından tanışmış ve ilişkileri başlamıştır. Bu ilişki ikisi içinde yıpratıcı olmasına rağmen bir ömür boyu sürmüştür. Acılardan beslenen Frida’nın aradığı ilişki de belki böyle bir ilişkiydi.

Frida’nın eserleri acılarla ve çileyle doludur çünkü Frida mutluluğu yaşayamamıştır. Daha 18 yaşında geçirdiği trafik kazası hayatının akışını değiştirdi. Hayali olan tıp okumak yerine yatağa mahkûm olan Frida’nın belki de çizmekten başka şansı yoktu. Frida, bu sakat bedene hapsedilmiş asi, âşık ve devrimci bir kadındı. Parçalanmış bedenini resimleriyle bir araya getiriyordu. Yaşadığı acılar, geçirdiği 22 ameliyatın fiziksel çöküntülerinin, gerçekleşmeyen annelik isteğinin ve çalkantılı bir birlikteliğin karşımıdır. Otoportrelerinde izleyiciye çevirdiği sorgu dolu bakışlar, Frida’nın iç dünyasının aynasıdır.

Özetle ‘İç Gerçekliğinde Yaşayan Devrimci Bir Kadın Ressam: Frida Kahlo’ başlıklı yazısında Lütfiye Bozdağ’ın dikkat çektiği gibi, “Günümüzün tekelci kapitalizm çağı, her şeyi metalaştırırken kapitalizme karşı olan ve her koşulda bunun mücadelesini veren insanları da ‘pop-ikon’ a dönüştürerek pazarlamakta meta malzemesi yapmaktadır. Oluşturduğu kültür endüstrisiyle her şeyi satılacak mal gibi gösteren bu anlayış, insanların ideolojik kahramanlarını, idealizm duygularını pazarlayarak bir yandan sermayesini büyütmekte öte yandan da değerlerin içini boşaltarak daha fazla sömürünün önünü açmaktadır.

Bu metalaştırmadan fazlasıyla payını alan sanatçılardan biri de Frida Kahlo’dur. Günümüzde altın çağını yaşayan kapitalizm, Kahlo’nun özellikle sosyalist ve feminist yönünü törpüleyerek talihsizliklerle geçen hayatının acılarını ve ayakta kalma mücadelesini melodrama dönüştürerek pazarlamaktadır. Bu pazarlamayı yapan kültür endüstrisinin en önemli ayaklarından biri olan medya, özellikle sermaye medyası, Kahlo’nun nasıl bir tutkuyla hasta yatağından kalkıp mitinglere, eylemlere gittiğini, ne kadar sıkı bir devrimci ve feminist olduğunu ve kapitalizme nasıl kafa tutuğunu anlatmazlar. Onun sosyal içerikli ve protest resimlerini öne çıkarmazlar. Bütün bu çabalara rağmen kültür endüstrisi pazarlayıcıları, Kahlo’nun politik ve feminist kimliğini görmezden gelme ve içini boşaltma konusunda başarılı olamamışlardır. Çünkü Kahlo, tüm dünyada ‘inadına aşk, inadına devrim, inadına sanat’ diyerek yaşamış ve varoluşunu bunun üzerinden gerçekleştirmiş bir kadın sanatçı olarak hâlen devrimci mücadelenin önemli bir temsiliyetidir. Sanatçı, tüm hayatını ve kimliğini üzerine oturttuğu bu sac ayağını kendi sözleriyle şöyle özetler.

‘Ben hayatımda üç şeyden vazgeçemem.

Birincisi aşkım Diego,

İkincisi sanatım,

Üçüncüsü ise Komünist Partisi’…’

Kahlo için devrimcilik öyle büyük bir tutkudur ki varoluşunu onunla başlatır; 1907 yılında Coyoacan’da dünyaya gelmesine rağmen bu tarihi asıl doğum tarihim dediği Emiliano Zapata önderliğindeki 7 Temmuz 1910’da Meksika devrimi tarihiyle değiştirmeyi isteyecek kadar büyüktür devrim tutkusu…

Lise öğrenimi sırasında dönemin kültürel ve politik havasından çok etkilenir, politika, sanat, edebiyat okumanın yanı sıra özellikle babasının yardımıyla Alman felsefesini inceleme fırsatı bulur. Daha sonra anarşist bir edebiyat grubuna katılan Kahlo, sürekli kitap okuyarak kendini donatır ve giderek daha net bir politik kimliğe ulaşır. 17 yaşında Komünist Gençlik Birliği’ne üye olur. Cachuchas adını taşıyan anarşist ruhlu bu grup, ‘köklere dönüş’ anlayışını sahiplenen bir sosyalizmi savunur. Bu anlayış sanatçıyı öylesine derinden etkiler ki resimlerine konu olur. Bu resimlerinden biri 1943 yılında yaptığı ‘Tehuana’dır.

Kahlo’nun Meksika yerli kıyafeti içindeki otoportresi olan ‘Tehuana’ protest bir resimdir. Parlayan modernizm, beyaz adamın sömürgeci iktidarını cilalamaya devam ederken sanatçı, koloniciliğin yerlileri aşağı gören beyaz ırkçılığına karşı çıkar. Bu ırkçılığa Amerikanın asıl sahibi olan Latin Amerika ülkeleri ve onların yerli halklarını temsil eden geleneksel giysilerle cevap verir. Kendi ırkını üstün gören Avrupa kökenlilerin, yerli ırkların geleneksel kültürlerini yok etmek istemelerine ve kendi kültürlerini dayatmalarına karşın, Meksika’nın geleneksel giysilerini giyerek protestosunu görsel bir manifestoya çevirir…

Kahlo’nun politik ve feminist kimliği hatta sanatsal yeteneği bir tarafa sadece yaşamak için ayakta kalma savaşı bile başlı başına ‘anıtsal’dır. Kadınlar için sosyalistler için sarsılmaz ve büyüleyici bir ‘idol-ikon’dur. Peter Wollen’in, tanımladığı gibi ‘Fridamania’ devrimci mücadelenin anıtsal bir abidesi olarak içi kolay kolay boşaltılamayacak bir Frida Kahlo kültü olarak yol almaya devam edecektir…”

Evet sanat tarihçisi Dr. Helga Prignitz-Poda’nın, “Frida’nın tablolarını anlamak için zaman ve çaba harcamanız gerekir. Diego’nun tabloları ne görüyorsanız onu anlatır ama Frida’nın tabloları sadece iki değil, üç ya da dört boyutludur. Bu tabloların gerçekte ne anlatmak istediğini anlamak uzun yıllarımı aldı ama hâlen tam olarak çözümleyemediğim tablolar var,” diye betimlediği O; “Hayatını anlatımsal özgürlüğe, özgünlüğe, cesurluğa ve meydan okumaya adamış, duygularına çığlık attıran yenilikçi bir ressamdı; ‘Uçmak için kanatlarım varken ayaklarıma ne gerek var ki!’ deyişindeki üzere…”[11]

* * * * *

Diyeceklerimi sonluyorum.

Eğer W. Goethe’nin, “Sanat sınırsızdır,” saptaması doğru ise -ki buna kuşku yok-; o hâlde sanat ticari değil, insanîdir…

 

N O T L A R

[*] İnsancıl, Yıl:21, No:254, Eylül 2011…

[1] Aristophanes.

[2] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.480.

[3] Abidin Kumbasar, “Sanat, Sanatçı ve Toplumlar”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2011, s.2.

[4] Jacques Ranciere, Özgürleşen Seyirci, Çev: E. Burak Şaman, Metis Yay., 2010, s.67-68.

[5] Don Thompson, Sanat Mezat, Çev: Renan Akman, İletişim Yay., 2011.

[6] Bedri Baykam, “Sanat Piyasası, Polemik ve İçerik”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2010, s.17.

[7] Paul Klee, Günlükler 1898-1918, Çeviren Selahattin Dilidüzgün, YKY, 2005.

[8] Nazan İpşiroğlu, “Klee’nin Dünya Görüşü ve Sanatı”, Cumhuriyet Kitap, No:1102, 31 Mart 2011, s.16-17.

[9] Filiz Gencer, “Resim Sanatına Dair”, Tavır, Mart, Mart 2011, s.46-58.

[10] Canan Atalay, “Sözün Bittiği Yerde Resimle Diyalog”, Radikal, 5 Mayıs 2009, s.21.

[11] Hande Eagle, “Uçacak Kanatlarım Varken”, Cumhuriyet, 22 Mart 2011, s.16.