Anasayfa , Köşe Yazıları , “ÖZGÜRLEŞME, DEMOKRATİKLEŞME VE MÜZAKERE SÜRECİ”[1]

“ÖZGÜRLEŞME, DEMOKRATİKLEŞME VE MÜZAKERE SÜRECİ”[1]

temel-100x1001TEMEL DEMİRER | 13 – 08 – 2013 |“özgürlüğün geldiği gün, o gün ölmek yasak!”[2]

 Sıradan biriyim. Önemli özelliğim yok. Ne parlamenterim ne de “Âkîl İnsan”… Sıradan birisi olunca, doğrudan, olduğunuz gibi konuşmak kolay oluyor!

Konuşmaya başlarken, bunun altını özenle çizip ekleyeyim: Umberto Eco’nun, “Entelektüeller krizleri çözmeye değil, yaratmaya yararlar,” sözüne müthiş önem atfederim.

Kimilerinin çok farklı “saikler” ile soru(n)ları çözmeye talip olduğu, koştuğu yerde aydının görevinin bu olmayıp, yeni sorunlar bulmak, yeni düşünceler ortaya atmak, deşilmemiş yaraları deşip çekilmemiş örtülerin altındakileri açığa çıkarmak olduğuna inanırım.

Bir de kapitalizmin “sürdürülemez” olduğundan şüphe duymam; bu çerçeveli “çözüm iddiaları”, olsa olsa, “düzen içi düzenleme”dir notunu düşerim.

Bu bağlamda “Müzakere Süreci, Demokratikleşme ve Özgürleşme” başlıklı konuda demek istediklerimi sondan başa doğru sıralarsam…

“Neden sondan başa” mı? Gayet basit, konuya geleneksel ele alış tarzlarından farklı bakıyorum. Sözünü ettiğim mekanik/ vulger ele alış tarzına göre, “Müzakere Süreci”yle “Demokratikleşme”, “Demokratikleşme”yle de “Özgürleşme” gelecek ya da bunlar diğerinin basamağını oluşturacaktır!

Ben ise, “Devrimin hâlâ güncel olduğu”ndan umut kesmemiş birisi olarak farklı düşünüyorum: “Özgürleşme” konusunda anlaşmadan “Müzakere Süreci”nin de, “Demokratikleşme” beklentilerinin de nafile olduğunu düşünüyorum…

Biliyorum birileri buna “maksimalizm” veya “topyekûn devrimcilik” diyecek! Ama elden ne gelir, ne denirse densin böyle düşünüyorum. Çünkü kanımca, teorik çerçeveler yani aşka, hayata, mücadeleye ait kelimeler önemlidir, asla küçümsenmeye kalkışılmamalıdır.

Hatırlayın: Leyla Neyzi bir kitabında, N. Kazancakis’ten okuduğu bir öyküden söz eder. İki gezgin uğradıkları bir köydeki çitin üzerinde değişik bir çiçek görerek onu koparırlar. Çok güzel bir çiçektir bu. Köyün çocukları etraflarına toplanır.

Gezginler etraflarında toplanan çocuklara sorarlar, “Bu çiçeğin adı ne?” Çocuklar “Bilmiyoruz. Lenio Teyze bilir” derler. “Koşun, çağırın onu”.

Çocuklardan biri köyün içine doğru koşar. Sabırsızlıkla bekler gezginler. Kısa bir süre sonra döner çocuk. “Lenio Teyze ölmüş”. Kalpleri daralır. Lenio Teyze’nin değil, aslında “bir kelimenin öldüğünü” düşünürler.

Kelimelerin ruhu vardır.

Kelimeler, sadece harflerin bir araya gelmesiyle oluşan anlamın dışında bir şeydir. “Çiçek” sadece çiçek değildir mesela. Ya da “mektup”. Yalnızca bir zarfın içindeki kâğıt mıdır mektup?

“Fotoğraf” denilince niye içimiz titrer o zaman? Çünkü o yalnızca bir fotoğraf değildir. Tıpkı “Barış”, “Devrim”, “Özgürleşme” sözcükleri gibi…

 

“ÖZGÜRLEŞME”

 

İnsan(lık)ın kurtuluşudur (human emancipation) özgürleşmesi.

Fransızca kökenli kelime, “Azat etme”, “Özgürleştirme”, “Bağımsızlaştırma” demektir. Temelde birinin veya bir şeyin baskısından bağımsız, özgür olarak hareket edebilecek duruma gelmeyi ifade ederken; Devrimci Marksizm açısından iki başlık altında incelenmesi gereken bir kavramdır:

i) Negatif Özgürlük (freedom): Liberal yaklaşım için “mülkiyet hakkı” kavramsallaştırması ve dolayısıyla “piyasanın özgürlüğü” (parası olan herkesin çocuğunu koleje gönderme hakkı, şirket kurma, istediği arabayı alma özgürlüğü)…

ii) Pozitif Özgürlük (emancipation): Marksiszm için “özgürleşme”. Yani verili, bir önceki kölelikten, esaretten, kısıttan, sınırdan, yokluktan kurtulmak, sıyrılmak…

“Emancipation” (“emansipasyon”), Fikret Başkaya’nın (aslında bir galat-ı meşhur olan!) “liberasyon”un yerine önerdiği kavramdır.

Türkçe’de tam bir karşılığı olmayan “emancipation”, aslında serbestleşme anlamına gelen ve devrim ile ilintili olarak yanlış bir şekilde kullanılan “liberasyon” kavramı tarafından gasba uğramıştı.

Karl Marx’ın, tam bir devrimci dönüşümü kapsayan “emancipation” kavramını kullandığını anlatan Fikret Başkaya, devrimin esasen bir “emancipation” olduğunu işaret eder. Hatta “emancipation” kurtulanların tahakküm edenler ile kurtarıcılardan kurtulması ile kısıtlı kalmayıp, ezilenlerin kendi eski kabuklarından da kurtulmasını, dönüşümünü kapsar.

Özetle “emancipation”, kişinin, grubun, toplumun her türlü baskı unsurunun ortadan kaldırılması ile özgürlüğe, huzura ve mutluluğa ermesidir.

Her türlü basit ve yapısal şiddetin temelleri ortadan kaldırılırsa kişi özgürleşir.

Bu nedenle “emancipation”, özgürlüğe mündemiçtir.

 

“ÖZGÜRLÜK”

 

“Özgürlük” dedim! O her şeyin başıdır… Mesela ‘Cesur Yürek’teki William Wallace’ın son sözünü anımsayın: “Özgürlüğünüz olmazsa ne yaparsınız?”

“Barış(lar)”ın, “Devrim(ler)”in “gerekçe”si ve “ereği” nihai kertede “özgürleşme”dir.

George Orwell’in ‘1984’de, “Özgürlük 2×2=4 olduğunu söyleyebilmektir,” diye tarif ettiği hâl; “Bir uçurumun kenarında durduğun zaman, saçların rüzgârda uçuşmuyorsa eğer, hiçbir zaman tam anlamıyla özgür değilsindir,” denilen bir Amerika yerli özdeyişinin kendisidir…

Ve nerede, nasıl olursa olsun özgürlük, insanın nefes alma hakkı kadar temel bir hâldir; ve bedel ödemeyi gerektirir.

“Amargi” sözcüğü, tarihte kavramı adlandıran ilk toplum olan Sümerlerin dilinde “Özgürlük” anlamına gelmektedir.

Almanca’da ‘Freiheit’, Fransızca’da ‘Liberté’, İngilizce’de ‘Liberty’-‘Freedom’, Latince’de ‘Libertas’, Osmanlıca’da “Hürriyet”, “İhtiyarilik”, “Serbesti”, “İradei cüz’iyye”, “İstiklal” ile tanımlanan özgürlük, Nâzım Hikmet ya da Sait Faik okurken bariz hissedilen duygudur.

TDK sözlüğünde, “1. Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî.

2. Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu, hürriyet,” diye tanımlanan “Özgürlük nedir? Seçenek mi seçebilmek mi?”

Kanımca olduğumuz gibi olmamızı sağlayan temel unsurdur özgürlük. Yani kölelik durumunun karşıt ucunda bulunan sözcüktür.

“Negatif Özgürlük” deyince ilk anımsanan John Locke, John Stuart Mill ve Isaiah Berlin olurken; “Pozitif Özgürlük” deyince de akla Plato, Kant, Marx, Marcuse ve Adorno gelir…

Negatif özgürlük, tüm seçeneklerin ulaşılabilir ve seçilebilir olduğu durumdur. Buna göre ne kadar çok açık kapı varsa, o kadar “özgürüzdür”. Yani seçip seçmememizden bağımsız olarak, ne kadar çok seçeneğimiz varsa o kadar özgürüzdür.

Pozitif özgürlük ise, seçeneklerin çokluğundan ziyade, seçimin efendisi olabilmekle ilgilidir. Seçimin kendisinde, potansiyelini tam anlamı ile gerçekleştirme ve bağlı bulunan zincirlerden bu yol ile kurtulabilmektir. Bu özgürlük algılayışı eski Yunan’ın “bedeni” bir hapishane gibi gören anlayışıyla başlamış; Kant, Hegel, Marx ve sonrasında Frankfurt Okulu ile sürekli geliştirilmiştir ve negatif özgürlüğe kıyasla anlaşılması daha zor ve uğraştırıcıdır.

Burada bir parantez açıp ekleyeyim: Sürdürülemez kapitalist devlette, özgürlük söz konusu değildir…

Yoksullardan ve sefaletlerinden başka bir şeyin olmadığı sürdürülemez kapitalizmde doğru hareket etmenin yolu yoktur. İçine kâr, zarar korkusu ve güç isteği girmeden yapabileceğiniz bir şeyin olmadığı gibi…

Hanginizin diğerine “üstün” olduğunu bilmeden ya da kanıtlamadan bir başkasına “günaydın” diyemezsiniz! Diğer insanlara kardeş gibi davranamazsınız, onları aldatmanız ya da kullanmanız, onlara emretmeniz ya da itaat etmeniz gerek. Başka birine dokunamazsınız, yine de sizi yalnız bırakmazlar.

Çünkü özgürlük söz konusu değildir sürdürülemez kapitalist devlette…

Kolay mı? Kapitalist üretim biçimi tarihsel olarak iki nokta üzerinde şekillenmiştir.

Birincisi emek gücünün serbest piyasada meta olarak özgürce satılabilmesini sağlayan kurumsal yapının oluşturulması. Buna göre “Emek gücüm bana aittir, istediğime satarım. Yeter ki emeğime talep olsun, istediğim yere satmakta özgürüm.

İkincisi ise çalışan kesimin emek gücünü özgürce satabilmesi için üretim araçlarından özgürleştirilmesi, emek gücünü piyasada kapitaliste satmadan üretim araçlarına el sürememesidir. Emek üretim araçlarından özgürleştirilmelidir ki, emek gücünü serbest piyasada satmaktan başka bir alternatifi olmasın. Bu da basitçe kendi tarlasını sürmek varken insanların neden başkasının tarlasında/atölyesinde/fabrikasında çalıştığını açıklar. Sermaye sahibi olmayanlar için emeğini satmadan üretim araçlarına ulaşım mümkün değildir kapitalist dünyada…

Bu tabloda, hangi versiyonu olursa olsun, özgürlük olabilir mi?

 

“ÖZGÜRLÜĞÜN ÖZGÜRLEŞ(TİRİL)MESİ”

 

Siz aldırmayın Luis Buñuel’in, “Özgürlük, bir hayalettir. Tam dokunduğumuzu sandığımız anda ıslaklığı parmak uçlarımızda kalan,” sözüne…

Özgürlük “Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmek yeğdir, ” diyebilmektir Emiliano Zapata gibi…

Ya da Nikos Kazancakis’in mezar taşındaki “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm, ” ibaresidir.

Veya Rosa Luxemburg’un, “Özgürlük, yalnızca ve daima farklı düşünenlerindir,” saptamasıdır.

Kolay mı? İnsanların gözlerini kırpmadan uğruna ölebileceği yegâne şeydir özgürlük…

Hayatı savunma sorumluluğunun bilincinde olmaktır…

Gerektiğinde, uğruna ölmektir; Thomas Hobbes’in, ‘Leviathan’ diye adlandırdığına teslim olmamaktır…

İnsan olma ve kalmanın özü ve esasıdır. Bu nedenle de özgür olabilmek, insan olma kavgasıdır esasında ve kişinin kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir.

Tıpkı Nicos Kazancakis’in, ‘Yeniden Çarmıha Geriliş’ başlıklı yapıtında anlattığı hikâyedeki üzere (hikâye aşağı yukarı şöyledir):

“Bir zamanlar, iki kuş avcısı dağa çıkıp ağlarını kurmuşlar. Ertesi gün geldiklerinde ağlarının tahtalı güvercinlerle dolu olduğunu görmüşler. Zavallı güvercinler kaçıp kurtulmak için umutsuzca çırpınıyorlarmış. Ancak ağın delikleri bedenlerinin hacminden daha küçükmüş. Avcılar bir deri bir kemik olan güvercinleri bu hâlleriyle satamayacaklarını kanaat getirip, onları beslemeye karar vermişler. Bir kaç hafta güvercinleri beslemişler. Güvercinler de getirilen yemleri büyük bir iştahla yemişler. İçlerinden yalnız biri hiçbir şey yememiş. Güvercinler gün geçtikçe şişmanlıyor, etleniyorlarmış. Yalnızca yem yemeyi reddeden güvercin giderek zayıflıyor ve inatla ağdan çıkmaya çabalıyormuş. Bu durum avcıların güvercinleri pazara götürecekleri güne kadar sürmüş. Hiçbir şey yememiş olan güvercin o denli zayıflamış ki son bir çabayla ağın aralıklarından geçmeyi başarmış ve uçup gitmiş; artık özgürmüş.”

Evet, özgürlük ya da “özgürlüğün özgürleş(tiril)mesi” böyle bir şey aslında.

İş bu nedenledir ki, “Tarih itaat etmeyen insanla yazılmaya başlanmıştır. Bu özgürlüğün ve ilerlemenin başlangıcı olmuştur,” der Erich Fromm…

Çünkü özgürlük tüm insanî erdem ve faziletlerini, dilediğince ve sınırsızca, eylemlerine yansıtabilmektir…

İnsan(lık)ın birinci hakkı, yaşam biçimidir.

Kendi kararlarını verebilmek ve önümüze sürülene mecbur olmamaktır.

Koyun olmamaktır.

Burada bir parantez açıyorum: Albert Camus için özgürlük, hem olasının, hem olanaksızın tanımlandığı bir dünyada bulunabilirken; Abraham Lincoln de özgürlük için şu notu düşer:

“Hepimiz özgürlükten yana olduğumuzu ilan ediyoruz; aynı sözcüğü kullanıyoruz, ama aynı şeyi kastetmiyoruz. Bazıları için özgürlük, canının çektiği şeyi yapmak, emeğinin ürününü dilediği gibi kullanmaktır. Buna karşılık, başkaları için aynı sözcük, bazı insanların başkalarına istediklerini yapmaları, başkalarının emeklerinin ürününü diledikleri gibi kullanmaları anlamına gelebilir. Burada, yalnızca farklı değil, uyuşmaz iki şeye aynı ad verilmekte, özgürlük denilmektedir. Bunun sonucu, bu şeylerin her birine, iki ayrı taraf, iki farklı ve bağdaştırılamaz ad vermekte, özgürlük ve zulüm demektedirler.

Çoban koyunu boğazlamak üzere olan kurdu kovalar; koyun kurtarıcısı olduğu için çobana teşekkür eder; oysa kurt, aynı hareketinden dolayı çobanı özgürlüğün yıkıcısı diye lanetler. Açıkçası, koyun ile kurt, özgürlük sözcüğünün tanımı üzerinde anlaşamıyorlar.”

Bu ikileme Clarence Darrow’un şöyle bir çözüm önermektedir: “Özgürlük başkalarının özgürlüklerine de sahip çıkmaktır. Sen özgür yalnızca ben özgür olursam olabilirsin…”

Her gün yeniden kazanılması gerekendir.

Sürdürülemez kapitalizm koşullarında en büyük suçtur; yok olma pahasına başını dik tutmaktır; korkunun olmadığı yerdir.

Özgürlük, herkes için istenirse özgürlük olur. Eğer birey sadece kendisi için özgürlük isterse bu “ayrıcalık” olur. Bu nedenle “Hiç kimsenin benim haklarım ve özgürlüklerim üzerinde; benim de başkalarının özgürlükleri üzerinde hakkım yoktur,” der Richard Overton.

Gündüz Vassaf için “Özgürlük, güç merkezleri tarafından sunulan şıklardan birini özgürce seçmekle sınırlı”yken;[3] Tocquville’e göre, “Bireysel ve toplumsal hayatın maksimum düzeyde devletin zorbalığından ve müdahalelerinden masun olması, özgürlüğün olmazsa olmaz şartıdır…”

Aynı konuda Jean Jacques Rousseau da, “Yapmak istediklerimizi yaptığımızda değil yapmak istemediklerimizi yapmadığımız zaman özgürüzdür”; Albert Camus de, “Her özgürlüğün ucunda bir yargı vardır; işte özgürlüğün son derece ağır bir yük olması bundandır,”[4] notunu düşerken; W. Goethe’nin işaret ettiği gibi, “Hiç kimse özgür olmaksızın kendini özgür sayan kimseden daha çok köle değildir.”

Zor olandır. Asla ütopya değildir. Hak etmeyenin alamayacağıdır. Altın tepsiler içinde hiç bir zaman sunulmayacaktır.

Mevlâna’nın, “Önümde bir tas ayranım oldukça, başkasının bal veya şerbetinde gözüm yoktur. Eğer yoksulluktan ve sefaletten öleceğimi bilsem, gene de özgürlüğümden vazgeçmem”; Nelson Mandela’nın, “Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter”; Harriet Tumban’ın, “İki şeye hakkım olduğuna karar verdim: özgürlük ve ölüm. Birine sahip olamazsam ötekini isterim; çünkü hiç kimse beni canlı tutsak edemez,” saptamalarındaki tavır ile betimlenen özgürlük: Gelecek için mücadele umudunuzu asla kaybetmektir.

Ölümü göze alabilmektir, “gerçekçi ol imkânsızı iste” demektir.

Bütün esaretlere inat, çığlıklarla haykırılandır. Hopa’daki eşkıya(lar) Metin Lokumcu’dur.

Cesaret isteyendir; korkak özgür olamaz. Kısıtlandıkça kişinin asi tarafını ortaya çıkarır. İsyan ettirir.

Korkulardan azade olmaktır özgürlük; yaşamın en güzel hâlidir; ağır bir yüktür.

Atilla İlhan’ın, ‘Ayrılık Sevdaya Dahil’inde, “özgürlük mutlaka paylaşılacak/ suç ortağı bir sevgili ile”dir…

Kürt ozan Arjen Arî için “özgürlük, doya doya yare bakabilmektir…/ özgürlük Diyarbekir sokaklarında korkusuzca dolaşabilmektir.”

Orhan Veli Kanık’ın ‘Hürriyete Doğru’sundaki dizelerde gizlidir: “ne duruyorsun be, at kendini denize;/ geride bekleyenin varmış, aldırma;/ görmüyor musun, her yanda hürriyet;/ yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;/ git gidebildiğin yere…”

Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizelerinde, “Nesini anlatayım özgürlüğün, gün olur zincire vurulmaktır özgürlük, gün olur göğsünü gere gere ıslık çalmaktır caddede”dir…

Cemal Süreya’nın ifadesiyle, “ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına/ bir cigara atmışsak denize/ sabaha kadar yandı durdu”dur…

Afşar Timuçin’in şiirinde, “Özgürlük:/ yüzünü güneşe dönmektir,/ rüzgâra karşı durmaktır,/ tüm renkleri sevmektir,/ engellere karşı koymaktır,/ hürriyet için mücadele etmektir”…

Nihayet Paul Eluard’da da, “okulda defterime/ sırama ağaçlara/ yazarım adını/

okunmuş yapraklara/ bembeyaz sayfalara/ yazarım adını/

yaldızlı imgelere/ toplara tüfeklere/ kralların tacına/

en güzel gecelere/ günün ak ekmeğine/ yazarım adını/

tarlalara ve ufka/ kuşların kanadına/ gölgede değirmene yazarım/ uyanmış patikaya/ serilip giden yola/ hınca hınç meydanlara adını ey özgürlük!” çığlığıdır…

İş bunlardan ötürü özgürlük, bin televizyon kanalından birini seçmek değildir. Özgürlük, korkusuzluğun, sefaletsizliğin, batıl inançsızlığın, gelecek korkusu taşımamanın ürünüdür.

 

ZORUNLULUK, KAPİTALİZM VE…

 

Zorunlulukla ilinti olan soru(n)da “Farkında olmaktır,” der Karl Marx, “Zorunluluklarının farkında olmaktır özgürlük.”

F. Engels’in ‘Anti Dühring’de, “Gerçek özgürlük asla başına buyrukluk değildir, evrende var olan zorunluluğun bilinmesinden ortaya çıkan bilinçli eylemdir… Özgürlük doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta da değildir ama bu yasaların belirli erekler için yöntemli biçimde kullanılma olanağıdır”; Nikolay Berdyayev’in, “Özgürlük bir hak değil, zorunluluktur,” diye tanımlar özgürlüğü; Spinoza ise ekler: “Hiçbir şeyin gereksinimin kıskacından kurtulamayacağının bilincine varma bizlerin gerçek anlamda özgür olması için tek yol,” diye betimledikleri meseleye Edip Cansever’in “Özgürlüğüm beni tutsak düşürdü” dizeleri ile yeni bir boyut kazandırır.

Evet, kazanılması da, yaşatılması zor olandır; mücadele etmektir!

Su ve ekmek kadar ihtiyaç duyulandır. Kısıtlandığında değeri anlaşılandır.

Unutulmasın: Kaybedilecek hiçbir şeyin kalmadığında, gerçek anlamda özgürsüzdür.

Bunun için “Eğer onun için ölmeye hazır değilseniz, özgürlük kelimesini sözlüğünüzden çıkarın,” der Malcolm X.

Özgürlüğün en büyük düşmanı, hâlinden memnun kölelerdir.

Özgürlük bir şey demekse, insanlara duymak istemediklerini söyleme hakkı da demektir.

Jean Paul Sartre, kişinin varolmasını seçme özgürlüğünde; Albert Camus’nün de, başkaldırmakta arayıp, Germaine Greer’in de, “En küçük özgürlükten vazgeçmek, özgürlüğün tamamına ihanettir,” dediğidir…

Ya sürdürülemez kapitalizm koşullarında mı?

Öncelikle “Paranın gücü üzerine kurulmuş bir toplumda bir avuç zengin asalak ömür sürerken, emekçi kitlelerin sefalet içinde kıvrandığı bir toplumda gerçek ve tam bir özgürlük olamaz,” diyen V. İ. Lenin’in…

Ya da Leo Hubermann’ın, “İşsiz ve aç bir insan özgür müdür?

Kitap ve kültür dünyasının kapıları kendisine kapanmış okuma yazma bilmeyen cahil bir insan özgür müdür?

Yılın 52 haftasında çalışmak zorunda olan, dinlenme, tatil, gezmek için birkaç günü biraraya getiremeyen bir insan özgür müdür?

Gece gündüz, iki yakasını biraraya getirme tasasında olan bir insan özgür müdür?

Her an işini kaybetme korkusu içinde olan bir insan özgür müdür?

Yetenekli ama yeteneklerini geliştirecek öğrenim olanaklarından yoksun bir insan özgür müdür?” sorularının altını çizerek aktaralım:

Soruların yanıtını, “The policeman arrested me in the name of the law, i struck him in the name of liberty/ Polis beni kanun adına tutukladı, ben de ona özgürlük adına vurdum,” diye verir Clement Duval…

Otoriteye başkaldırmayan da otoritenin bir parçası hâline gelir.

Baskılar, otoriteler özgürlük isteği doğururken; eşitlik, özgürlükle yoldaştır.

Olması gerekendir; oluş hâlidir.

Evet; “Seçmemek de bir seçimdir” diyen Jean Paul Sartre için “İnsan özgürlüğe mahkûmdur” da; bunun artıları vardır.

Örneğin sürdürülemez kapitalizm koşullarında “Özgürlük hiçbir yerdedir. Seçim yok, nihai karar yok. Bilgisayar ağları, ekran, enformasyon ve iletişim alanındaki her karar seri, kısmi, parçalı ve fraktaldır. Fotoğrafçının, tele-kompüter insan’ın ya da en sıradan televizyon seyirciliğimizin tarzını meydana getiren şey, yalnızca kısmi kararların art arda gelişi, kısmi sekansların oluşturduğu mikroskobik seridir.”[5]

Bu nedenle özgürlük, korkuyu göğüsleme, korkuyla yüz yüze gelme cesaretidir. Güvenlik ve kölelik nasıl el ele gidersen, korku ve özgürlük de öyledir. Özgürlük aynı zamanda, korkuyla birlikte yaşamak, korkmak ama yine de yoluna devam etmek demektir.

Yaşanılan sürdürülemez kapitalizm koşullarında tek başına özgür olunamayacağını bilmek ve bu yüzden de, özgür olabilmek için mücadele etmektir özgürlük…

Toparlarsak: Korku tutsak eder, umut özgür kılarken; Jean Baudrillard’ın ifadesiyle, “Kötülüğü özgürleştirmeden iyiliği özgürleştiremezsiniz.”

Çünkü özgürlük, çoğunlukla yüreğimizden bileğimize indirilen zincirdir.

Özgürlük, diktatörlerin, baskıcıların devrilmesidir.

Düşüncedir! Onun gücüdür… Halktır! Caddeler, sokaklardır… Bahardır, yazdır… Direniştir!

Sonsuza koşmaktır özgürlük!

Malcolm X.’in, “Huzuru özgürlükten ayıramazsınız çünkü hiç kimse özgürlüğüne sahip olmadan huzur içinde olamaz”; Mihail Bakunin’in, “Kimsenin bir diğerini baskı altına almasının imkânsız hâle gelmesini mi hedefliyorsun? Öyleyse, kimsenin iktidara sahip olmamasını sağlaman gerekir…” “Bizler sosyalizm olmadan özgürlüğün ayrıcalık ve adaletsizlik olduğuna ve özgürlük olmadan sosyalizmin kölelik ve şiddet olduğuna inanıyoruz,” notunu düştükleri özgürlük için savaşanlar onu dişleriyle tırnaklarıyla, kanlarıyla canlarıyla hak ederler…

Kürtler özgürlüğün bedelini ödemiş ve hak etmişlerdir; onların özgürleşmesi için kendilerini köleleştiren sömürge statüsünün yerle yeksan edilmesi “olmazsa olmaz”dır…

Unutulmasın: Şimdi Kürdistan’daki statünün rehabilite edilmesi yerine daha fazlasını istemek gerek: Yalnızca istenilmeyenden kurtulmak değil, aynı zaman da istenilene de sahip olmak gerekir ki, bunun çerçevesi “demokrasi” denilen “düzen(sizlik)in” rehabilitesi değildir elbette…

 

“DEMOKRASİ”(!) Mİ?

 

Öncelikle bir şeyin altını çizip, hatırlatmakta yarar görüyorum: “Demokrasi” denilen şey bir devlet biçimidir…

Bu noktada F. Engels’e bırakayım sözü: “Devlet, sınıf karşıtlıklarının frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir.”[6]

“Şu var ki, devlet bir kez toplum karşısında bağımsız bir güç hâline geldi mi, kendisi de, artık yeni bir ideoloji yaratır. Meslekten politikacılar, kamu hukuku kuramcıları, özel hukukçular, gerçekte, ekonomik olaylarla olan bağlantıyı hileyle örtbas ederler. Her özel durumda, ekonomik olgular, yasa biçiminde onaylanmak için hukuksal konular biçimini almak zorunda olduklarından, ve aynı zamanda, daha önceden yürürlükte olan bütün hukuk sistemini hesaba katmak gerektiğinden, hukuksal biçim, her şey olmak, ekonomik içerik ise hiçbir şey olmamak durumundadır. Kamu hukuku ve özel hukuk, kendi bağımsız tarihsel gelişmeleri olan, kendi başlarına sistemli bir açıklamayla elverişli ve bütün iç çelişkilerin tutarlı bir biçimde elenmiş olmaları nedeniyle böyle sistemli bir açıklamadan vazgeçmeyen özerk alanlar olarak ele alınırlar.”[7]

“İyi de bu kapsamda temsili demokrasi de neyin nesi” mi?

Jean Jacques Rousseau temsili demokrasisiyle ilgili olarak şöyle demişti: “Egemenlik temsil edilemez, zira devredilemez, esas itibariyle genel iradede tezahür eder ve irade temsil edilebilir değildir. Ya öyledir ya da değildir, bir orta-yol mümkün değildir. Halkın vekilleri onun temsilcisi olamaz, onlar sadece geçici görevlidirler, bu yüzden hiç bir şeyi kesin sonuca ulaştıramazlar. Halkın bizzat onaylamadığı kanun geçersizdir ve yasa hükmünde değildir. İngiliz halkı kendini özgür sanıyor ama yanılıyor. O sadece parlamento üyelerini seçerken özgür ve seçim sonlandığında bir köle, daha fazlası değil. Özgürlüğünü kullandığı o kısacık anda onu kaybediyor…”[8]

“Mali sermaye çağında ‘demokrasi’ denen şey ceberut bir oligarşik illüzyondur! ‘Demokrasi’nin geleceğinin birçok açıdan, 1912 yılında batan ‘Titanic’e benzemeye başladığını düşünüyorum,” notunu ekler Ergin Yıldızoğlu’nun işaret ettiği üzere:

“Zizek’in aktardığına göre Morgan Roberton adlı bir emekli kaptan 1899’da yayımlanan (Nafile Durum) adlı romanında Titanic’in başına gelecek felaketi 13 yıl önce yazmış. Robertson bir kâhin değil, yalnızca özgün bir tarihsel ortamda ilginç bir şey üretmeye çabalayan, Baudelaire’in deyimiyle ‘zamanının damgasını yemiş’ bir yazar.

Örneğin Robertson yazarken Titanic’in özelliklerini taşıyan bir geminin yapılabilmesi için gerekli teknolojik zemin oluşmuştu. Teknolojiye abartılı bir güven vardı. Bu teknolojiyi üretenlerde de büyük bir özgüven, iyimserlik… ‘Asla batmaz’ iddialı (asla yıkılmaz imparatorluklar gibi) dev, şaşaalı transatlantikler bu özgüvenin popüler kültürdeki simgeleriydi.

Buna karşılık, yeni hegemonya adayı olarak yükselen ABD’den bakınca, İngiliz hegemonyasının, yerini ABD’ye bırakması gerekmekteydi. Bu yüzden ABD’ninki, bu olası yıkılmanın ilk işaretlerini arzulayarak arayan bir gözdü. Robertson, bu ortamda, batmaz gemiyi tasarlar, nasıl batabileceğini düşünürken Titanic’in başına gelenlere benzeyen, çoktan maddi zemini, beklentisi oluşmuş bir olasılığı öyküleştirmişti.

Bugün de ‘demokrasi’ açısından benzer bir durum, toplumu her düzeyde denetlemek, yasalarla kısıtlanmadan, adeta keyfi biçimde yönetmek, toplumsal çıkarlara ters, geleceğe ipotek koyan pratikleri engelsizce uygulayabilmek isteyen ‘totaliter’ bir rejim hızla yerleşiyor…

Kısacası demokrasinin, bireysel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmasının teknolojik temeli hazır. Demokrasinin ‘liberty’e (alıp-satma serbestliği) engel olmaya başladığına ilişkin tartışmalar, totalitarizme yönelik bir niyetin, beklentinin oluştuğunu gösteriyor.”

Aynı konuda “Oligarşi neden temsili demokrasi tercihi yaptı? İki nedenle: Birincisi, temsili demokrasinin kitleleri aldatıp oyalamaya daha elverişli bir sistem olduğunu düşündükleri için…” notunu düşen Fikret Başkaya kapsamlı biçimde açıklar:

“Demokrasi bahsinde gerçek durun tevatür edilenden farklı. Sanıldığı/inanıldığı gibi, asla ‘halkın, halk tarafından, halk için hükümeti’ söz konusu değil. Doğrusu ‘oligarşinin, oligarşi tarafından, oligarşi için iktidarı’. Genel iradenin [milli iradenin] gerçekleşmesi diye bir şey söz konusu değil. Velhasıl insanların kaderi, seçilmiş temsilciler tarafından parlamentolarda, senatolarda, belediye meclislerinde tecelli etmiyor. Başka yerlerde başkaları tarafından belirleniyor. Seçimler, vekiller ve onlardan oluşan parlamentolar, seyirciyi aldatıp-oyalamaya yarıyor. Kaldı ki, geçerli durumda ekonomik alanın yönetimiyle, politik alanın yönetimi birbirlerinden ayrılmış durumda.

Şimdilerde neo-liberal küreselleşme çağında ekonomik alanın yönetimi münhasıran oligarşinin adamlarının etkinlik alanı. [orada kadınlar yok gibidir] Şöyle bir işbölümü söz konusu: Ekonomik alanın yönetimi oligarşinin işi, politik alanda da insanlar oy vererek sürece dahil olduklarını sanıyorlar ama verdikleri oyun reel bir karşılığı yok… Profesyonel politikacılar aracılığıyla oligarşinin oyununa gelmenin ötesinde bir kıymet-i harbiyesi yok…

Ekonomik yaşama ve esas itibariyle insanların kaderine yön verenler seçilmişlerin oluşturduğu parlamentolar değil. Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, OECD, G8, G20, gibi seçimle oluşmayan formel örgütler ve, Triletarel Commission, Bilderberg Group, Dünya Ekonomik Forumu [Davos] gibi küresel oligarşinin formel olmayan dar örgütleri. Ve şöyle bir yönetim hiyerarşisi oluşmuş durumda: Oligarşinin doğrudan örgütlerinde [Trileteral, Bilderberg, Davos…], kapalı kapılar ardında alınan kararlar, yine seçilmemişlerden oluşan kurumlar tarafından [IMF, Dünya Bankası, DT, Avrupa Konseyi, vb.] formüle edilip, seçilmiş parlamentolardan çıkan hükümetlere tavsiye diliyor.

Aslında dayatılıyor demek daha doğru. Bütün bu alanda yapılanı, olup- biteni meşrulaştırma işi de ekonomi biliminin timsâli iktisatçı taifesine ve bilimi kendinden menkul zevata ihale edilmiş durumda. Her kepazelik, her saçmalık, ne menem bir şeyse, ekonominin gereği safsatasına dayandırılıyor. Sanırsınız ki, orada geçerli olan doğa yasalarıdır…

Siz ‘hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ lafına inanmayın. Hâkimiyet kayıtlı ve şartlı oligarşinindir…

Çok sayıda kayıt ve şartla asgari demokrasinin kuyusuna kibrit suyu dökülmüştür. Sık sık milli iradeden söz edilir. Milli irade denilen oligarşinin iradesinden başka bir şey değildir… Eğer milli iradeden halkın politik süreci belirleyip, yön vermesi, kendi kaderine sahip çıkması kastediliyorsa, bundan büyük yalan olamaz. Aslında her şey halkı sürecin dışında tutmak üzere dizayn edilmiş durumdadır.

Aksi hâlde bu kadar kolay sömürebilirler, yağmalayabilirler, ülkenin varını-yoğunu talan edebilirler, istedikleri zaman katliamlar yapabilirler, istikrarlı bir şekilde insanlık suçu işleyebilirler miydi?

Devlet aygıtının yükseklerindekiler, siyasetçiler, Cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar, oligarşiye dahil ‘sanatçı’ tayfası, akademinin çok unvanlı üyeleri… her ağızlarını açtıklarında Türkiye’nin ‘demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti’ olduğunu söylüyorlar. Tabii kısa bir cümleye üç yalanı sığdırmak da bir marifettir… Onlar böyle söylüyor, cunta anayasasında öyle yazıyor diye buna inanmamızı mı bekliyorlar?

Aslında Türkiye’deki rejimin ve tüm rejimlerin ‘hukuk devleti’ olduğu doğrudur. Zira, hukuku olmayan, asgari hukuk kurallarına dayanmayan bir devlet mümkün değildir. O zaman devlet diye bir şey de olmazdı… Hukuk devleti demek, sirke ekşidir demek gibi bir şeydir. Sirke ekşi olduğu için sirkedir. Devlet de hukuku var diye, bir hukuka dayanıyor diye devlettir. Fakat orada geçerli hukuk, mülk sahibi sınıflar [oligarşi] için, mülk sahibi sınıflar tarafından oluşturulmuş bir hukuk sistemidir.

Asıl amaç mülk sahipleri sınıfını mülksüzleştirilmiş, ‘zararlı sınıflardan’ korumaktır. Burjuva devletinin varlık nedeni budur… Kapitalizm ve demokrasi, yan yana getirilmeleri caiz olmayan kavramlardır. Zira kapitalizm, böler, ayrıştırır, kutuplaştırır, oysa demokrasi sosyal eşitliği varsayar, dolayısıyla birleştiricidir… Hem iktidar oligarşiyle ait olmaya devam edecek ve hem de demokrasiden söz edilecek! Bu saçmalığa artık bir son vermek gerekmiyor mu? Uzun lafın kısası neden söz ettiğini bilmek önemlidir…”[9]

 

SORU(N)LARIYLA “MÜZAKERE”, “SÜREÇ” VE KÜRTLER

 

“Barış” için durmadan bir “müzakere” ve “süreci”nden dem vuruluyor; mesela Onur Hamzaoğlu, “Sürece ilişkin umutları”ndan söz ediyor…

Sözü edilen “müzakere” müzakere midir? Veya “süreç” de süreç midir?

Buna gönül rahatlığıyla “Evet” diyen var mı?

Unutulmasın karşınızda başına “tabiatı koruma” yazıp tabiatı talan eden, “Çevreciyim” deyip Gezi Parkı’na, HES’lerle suya saldıran neo-liberal takiyeciler sürüsü var.

Hatırlayın bu iktidar referandum sürecine “12 Eylül hesaplaşması” dedi; iki ihtiyarla oynanan bir tulûatı devreye soktu.

“Sıfır sorun” dedi; sırf soru(n) oldu…

“Milli görüş gömleğini çıkardık” diyenler, Gezi direnişi ile hak, adalet ve demokrasi arayanlara dönüp; “Yeni Türkiye’ye alışın” diyorlar.

Halk ise “alışmayacağız” direnişini toplumsallaştırıyor. “Yeni” diye yutturulmaya çalışılanın içinde otoriterlik, özel hayata müdahale, biber gazı, Toma, ölüm ve tutuklama gibi “eski” izlere tanık olduklarından, AKP’nin “yeni”sine alışmıyorlar.

Osmanlı zihniyetiyle beslenip geleneksel devlet aklını rehber edinerek inşa edilen Türkiye’nin “yeni” diye sunulmasına kanmıyorlar. Halk artık sorguluyor; AKP’nin bir tür şark usulü kurnazlıklarla beslediği siyaset söylemindeki eskiye özlem sırıtmaktadır. “Yeni” denilen sadece “eski”yle sunumu farkından kaynaklanıyor.

Burası Türkiye! Unutkan olmaya yer yok.

Türkiye dün sağcı, muhafazakâr, dinci, militarist, Kemalist ve milliyetçiydi. Bugünün siyasetinde egemen ve baskın olan aktörler yine sağcı, dinci, muhafazakâr, ulusalcı ve milliyetçilerdir. Bugün bunlardan hangisi değişti?

“Yeni” olan ne?

Dün sağcı, ulusalcı-milliyetçi-muhafazakârlar iktidardaydı. Bugün de sağcı, dinci, muhafazakâr ve milliyetçiler iktidarda.

Dün ittihatçılar vardı. Bugün tarikatçılar.

Dün postal vardı. Bugün takunya!

Her iki siyasi eksen de sağcıdır. Milliyetçidir. Statükocudur.

Her iki eksen de “Yeni Türkiye”nin zararınadır. Her ikisi de Türk İslâm Sentezcidir!

Bu kesimlerin “Yeni Türkiye’yi” demokrasiden, emekten, barıştan ve eşitlikten yana kurması mümkün değil. Çünkü her iki eksen de darbecidir. Yasakçıdır! Baskıcıdır! Otoriterdir!

Halkını “yığın”, yurttaşını “kul” ya da “asker” gören bir zihniyete sahiptir.

Değişen şeyler elbette vardır; Sunum, kostüm, dinbazlık ve düzenbazlık!

Siyasette sağcı, dinci, milliyetçi, patron ve erkek egemenliği üreten Anayasa’da değişim olmadı. Üçlü MGK hâlen işbaşındadır. Takunyanın MGK’sı Diyanet, Postalın MGK’sı ve Eğitimin MGK’si YÖK orada duruyor. Vesayet rejimleri türlü türlü devam ediyor.

Lafı eveleseniz de, geveleseniz de “eski” orada duruyor!

Sola ve farklı kimliklere yönelik yasakçı, baskıcı itibarsızlaştırma kampanyası yüz yıldır devam ediyor.

“Yeni Türkiye” eski zihniyeti ve Şark kurnazlığına dayalı huylara inşa edilmeye çalışıyor.

“Yeni Türkiye’ye alışacaksınız” dedikleri, Türkiye’de değişmesi gerekirken, değişmeyenlerin sayısıdır; belki de fazlası…

Tek adam iktidarı değişmedi! Otoriterlik değişmedi!

Devlet şiddeti ve terörü değişmedi!

Polis, biber gazı ve şiddet değişmedi.

İktidar olanın balyozu elinden bıraktığına tanık olamadık.

Katliamlar bitmedi! Hak aramak suç!

İşçilere ve kamu emekçilerine baskı yapılarak yandaş sendikaya üye kaydetmeleri değişmedi.

“Vatan için kurşun, sıkan kahraman” olmaya devam ediyor. Ethem’in katili serbest bırakılarak ve koruma verilerek kahraman ilan ediliyor.

Eskinin huylarından vazgeçmeden ”Yeni Türkiye” kurulduğu iddiası, zalimin zulmünü gizlemek için üretilmiş bir imaj çalışması değil de nedir?

Bu imaj çalışması için yüzlerce TV programı yapılsa da, yüzlerce makale yazılsa da,

“Eski tas eski hamam,” değişmiyor. Değişen sadece Hamam’ın sahibi!

AKP’nin “yeni Türkiye” yalanın altında “yeni Osmanlıcılık” hedefi çıktı. Eskiye, teokrasiye ve otoriterliğe özlem duyan, “büyük rüyayı” gerçekleştirme vizyonu çıktı. Gezi Parkı direnişi ile ortaya farklı ve muhalif olana tahammülü olmayan tekçi, dinci, otoriter bir iktidarın kurmak istediği “yeni Türkiye” aslında “eski Türkiye’nin”  kendisiydi. Tüm mesele dümeni ele geçirmekti, geçirdiler de!

Ama AKP’nin “yeni Türkiye’si” dünya’ya rezil olmuş durumdadır. Sahte “açılım” ve sahte “reformlar” rezilliği örtemeyecektir.[10]

Hızla sıralıyorum: AKP milletvekili ve Avrupa Konseyi üyesi Prof. Dr. Gündeş Bakır, “PYD, Türkiye’nin tavrını ve duruşunu ciddiye alsın. Türkiye’ye kafa tutmak, haddi değildir. Özgür Suriye Ordusu’nun, Suriye’nin tamamına hâkim olması için savaşmasını, birleşik bir Suriye olmasını istiyoruz,” derken AKP Kütahya Milletvekili ve Dışişleri Komisyonu Üyesi İdris Bal da, çözüm süreci konusunda kaygılı olduğu vurgusuyla, “Uzun süredir dikkatli olunması gerektiğini söyledim. Bu görüşüm de milletimi, devletimi, hükümetimi sevdiğimden dolayı, ülkemizin menfaati gereği, istikrarın devam etmesi gerektiğinden dolayı idi. Maalesef görüyoruz ki bu kaygılarımın yersiz olmadığı bir bir gerçekleşiyor. Tabi ki tedbir alınacaktır. Hükümetin bir parçası değilim. İlgililer, ilgili bakanlarımız yeri zamanı geldiğinde açıklama yapacaktır,” diyor.

Sonra da Abdullah Öcalan konusunda ekliyor:

“2. Abdülhamit’e bir vatandaş suikast düzenliyor. 2. Abdülhamit camiden birkaç dakika geç çıkıyor ve bu suikast gerçekleşmiyor. Ve bu insan pişman oluyor. Devlet hesabına ömür boyu çalışıyor. Bir pişmanlık varsa, gerçekten terör bırakılıyorsa, gerçekten şiddet bırakılıyorsa ben inanıyorum bu millet onları kucaklayacaktır. Sağcısıyla solcusuyla, müslimi ile gayrımüslimi ile onları kucaklayacaktır. Dinde nasıl bir tevbe kapısı varsa sosyal ilişkilerde de işte böyle bir vazgeçme nedamet kapısı, pişmanlık vardır. Bu kapı zorlanabilir. Ama ben gerçeğe baktığım zaman böyle bir pişmanlık görmüyorum. Terörü bırakma görmüyorum. Öyleyse insanların da şiddete devam etmek isteyenlere karşı, yeni şiddetin hazırlığını yapanlara karşı hoşgörü göstermesi doğru değildir. Onları kucaklaması tam tersine saflık olur, iyi niyetimi kullandırtmak olur diye düşünüyorum.” dedi.

İş bununla da bitmiyor: “AKP Süreci yavaşlatıyor”[11] denilen güzergâhta ‘Ankara Strateji Enstitüsü’nden Prof. Dr. İbrahim Bahar, “Lice’de mafya-PKK ilişkisi” hakkında AKP demogojisinin zeminini kuruyor…

Mümtaz’er Türköne, “Gezi Parkı, gerçek gündemi gölgede bıraktı. Türkiye’nin yakıcı gündemi, yani Barış Süreci kendi mecrasında çözüme doğru emin adımlarla ilerliyor,” biçiminde kimsenin inanmadığı yalan(lar)a sarılırken belirtmeliyim: Bir şeyin adını “Barış” koymak değildir aslolan, mesele onun içeriğinin barış olmasıdır…

Hangi “kesin adımlar”dan bahsediyorsunuz: Türkiye’den Kuzey Irak’a (Güney Kürdistan’a) geçen grubun komutanı Cigerxwîn Fırat, herhangi bir provokasyona mahal vermemek, asker ve korucularla karşılaşmamak için yollarını uzattıklarını belirtti. Aynı duyarlılığı devletten de beklediklerini kaydederek şunları diyor:

“Devletin şu ana kadar adım atmaması kaygılarımıza neden oluyor. Barışın gelişmesi için ve grupların daha hızlı ulaşması için Türk devletinin atması gerekli olan adımlar var. Bunların başında da geri çekilme gruplarını zorlayan Heronların faaliyetinin durdurulması geliyor. Heronlar ilk çıktığımız gün takip etti. Heronlara karşı şemsiyelerimizi açarak yürüdük.”[12]

Kimse inkâr edemez: “Daha ilk adımda Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın ‘cehennemin dibine gitsinler’ açıklaması iktidarın barış süreci nasıl konumlandığını ya da barıştan ne anladığını faş etmek için yeterli emareydi.

Devamında Kürt cephesinin attığı adımlara karşı iktidar cephesindeki statükocu yaklaşımın yanı sıra savaş hazırlığını andıran karakol inşaatlarını hızlandırmak ve korucu sayısını artırmak gibi adımlar kuşkuları güçlendirdiği gibi her türden toleransı da berhava etmektedir. AKP barış masasını terk eden taraf olmak istemediği gibi, barış için adım atan taraf da olmak istememektedir. Bu durumun oluşturduğu tablo treni sallayarak gidiyormuş görüntüsü yaratma çabasının ötesinde bir anlam taşımamaktadır.

Bütün önemli kırılmalarda daha baştan arabayı atların önüne takma geleneğine sahip olan AKP, barış sürecinde de bu tarzını bozmamakta direnç göstermektedir. Zira AKP, Kürt sorununun Türkiye’nin demokratikleşme sorun ile ilintisini bir tarafa bırakarak soruna teknik yaklaşmayı tercih etmiştir. Âkîl İnsanlar heyetinin seçimi ve işlevi buna iyi bir örnektir. Herkesi işin içine çekip işi orta yerde bırakmak tekniği bu olsa gerek.”[13]

Özetle BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in “Hükümeti yıpratmayalım demek bu süreci hükümetin başlattığını ya da hükümetin tekelinde olduğunu zannetmek demektir”[14] ve BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, “gitti geldi” dediği, Erdoğan’ın, PKK üyelerinin ancak yüzde 15’inin sınır dışına çekildiği yolundaki açıklamasıyla “ciddi bir sarsıntı geçiren çözüm süreci” hakkında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Esra Arsan’ın, “Halkın taleplerinin müzakere sürecine yansımadığı” saptaması yerden göğe kadar haklıdır…

 

SORU(N)LAR!

 

Prof. Dr. Meyda Yeğenoğlu’nun, “Hakları olma hakkı”nın inkâr edildiği düzlemde soru(n)lar, olduğu yerde duruyor!

AKP iktidarı üzerinde bir darbe tehdidinin olmadığını vurgusuyla Selahattin Demirtaş, “AKP baskısına ‘Dur’ diyen bir halk muhalefeti yükseliyor. AKP’yi panikleten budur,” derken; “Örgütün [PKK] nispeten genç olan yeni kadroları, AKP’ye olan güvensizliklerini dile getirirken komutan kademesinde olanları ise teorik tartışma yapmak istiyor,”[15] diye ekliyor Mahmut Oral…

Tam bu koordinatlarda İlker Demir de, “Kürt barışı çıkmaza mı girdi?” sorusunu dillendirmekte haksız değil!

Gerçekten de bir “misak-ı milli” meselesi olmanın da ötesinde uluslararası düzlemde bir Ortadoğu problemine tahvil olan sömürge Kürdistan gerçeği T.“C” için kâbustur!

Tam da bunun için “Ceylanpınar’a bir taş atımlık yerde, Serekaniye’deki makarna fabrikasında bir ‘Kürt bayrağı’ görülünce bu telaş nedendir?” “… ‘Rojava Devrimi’yle ilgili gelişmeler Türkiye’deki ‘Süreç’i zora sokabilir” diye feryat ediyor Cengiz Çandar…

Herkes görüyor: “TSK Suriye sınırına tank ve asker takviye ediyor.”

“Vur emri ile havalanan F-16 savaş uçakları sınıra doğru hareket etti.”

Türk basını “Ordu savaşa” diyor!

Kime karşı? Rojava yani Suriye Kürtlerine karşı!

Neden? Kürtler kendi kentlerine kendi bayraklarını astılar diye?

Türk basını Rojava Kürdistan’ını hedef tahtasına koyuyor. Görsel ve yazılı basının manşet haberleri Rojava’ya dönük savaş kışkırtıcılığı ile dolu. Sadece basın değil devlet ve hükümet yetkilileri de benzer saldırgan bir üslup kullanıyorlar.

Bir yılı aşkındır Serekaniye’de Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve bağlı grupların bayrağı asılıyken, Türk yetkilileri “fiili durum yaratmasına izin vermeyiz,” türünden açıklamalar yapmadı. Kürt kenti Afrin ÖSO ve bağlı grupların kuşatması altında nefes almada zorlanırken yine aynı Türk yetkililerinden ses seda yok! Yani Suriye’nin “iç işlerine müdahale etmiyorlar!” Ne zaman ki Serekaniye’ye Kürtleri temsilen bayraklar asıldı kıyamet koparmaya başladılar.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Defacto durum yaratma çabası olumsuz neticelere yol açar. Bunun doğuracağı risk çok büyüktür,” “Bundan sonra da kimden hangi gruptan ve hangi gerekçeyle olursa olsun sınır güvenliğimize dönük her türlü tehdide karşı en etkin yöntem alınacak ve anında cevap verilecektir,” dedi.

Başbakan siyasi başdanışmanı Yalçın Akdoğan ise, “PYD’nin Suriye’de girişeceği bir macera daha büyük sorunlara sebep olabilir. Şu günlerde demokratik özerklik ilan edeceği iddia edilen PYD ateşle oynamamalıdır. Türkiye bu tür oldubittilere eyvallah etmeyecek” diyerek dert-davalarının Kürtlerin özerklik ilan etmesi olduğunu açıkça belirtti!

PYD Lideri Salih Müslüm, İslâmcı grupların sınırdan Suriye’ye geçiş yaptığını belirterek, “Türkiye Selefi grupları desteklemesin. Türkiye’nin aramızdaki meseleye karışmasını istemiyoruz,” dese de; “Dört parçalı büyük Kürdistan hayali gerçek mi oluyor?” vurgusuyla Eyüp Can ekliyor: “Soru yeni değil aslında. Yüz yıldır konuşulan bir mesele. Yeni olan ve kafaları karıştıran, bölgede yaşanan son gelişmeler…”

O hâlde üzerinde kafa yorulması gereken soru(n) şudur:

“Suriye enkazından kimin sağ çıkacağına bağlı olmaksızın Kürtler fiili özerkliği hukuki çerçeveye oturtmak için uğraşacak”ken[16] ve “Ortadoğu’da her yer ateş altındayken Kürdistan’a bahar gelir mi? Bu yıla Kürtler çok umutlu girmiş olsa da, son günlerde yaşananlar ‘Kürdistan baharı’ndan önce daha çok kış göreceğimize işaret ediyor. ‘Kürdistan baharı’ndan kastım, birçok Kürdün de anladığı biçimiyle, Kürdistan’da demokratik, özgür ve barış içinde bir düzenin kurulması. Irak Kürdistanı’nın bağımsızlığa doğru ilerleyişi, Suriye Kürtleri’nin kendi özyönetimlerini kurması, nihayetinde İmralı süreci ile başlayan Türk-Kürt İttifakı Kürtleri umutlandırdı. Ama umutlar, daha baharın sonu gelmeden, yerini endişeye bıraktı.”[17]

 

 “BARIŞ”, KARŞILIKSIZ “İYİMSERLİK”LERLE OL(A)MAZ

 

Yeri geldi tekrarlayalım: “Barış, stratejik hesaplardan önce gelmeli. Kürtlerin Türkiye’yle barışmasının yolu buradan geçer, Gardner’ın kavramsallaştırıp bazılarının utanarak da olsa hoşuna giden Türkosfer’le değil”![18]

Hem “Türkosfer” hem de Gezi Parkı eylemlerinde en ön saftaydı diye Sırrı Süreyya Önder’e -Öcalan’ı ziyaret eden BDP’li heyetten çıkararak- ambargo!

Böyle şey olmaz!

Tıpkı baştan sona onaylamasam da “Âkîl İnsanlar” müsameresinden, Güneydoğu Anadolu Bölgesi Âkîl İnsanlar Heyeti Üyesi Murat Belge’nin şu “gerekçe”lerle “istifa” etmesi gibi: “Başbakan ‘Âkil İnsanlar’ı toplantıya çağırdı. Söz konusu toplantıya gidemeyeceğimi söylemek ve neden gidemeyeceğimi açıklamak için ‘İstifaname’yi yazdım.

Gezi olayları hiç olmamış, dediğim o hakaretler hiç yokmuş gibi gidip ‘Siirt’te şöyle oldu, Urfa’da böyle oldu’ diye konuşmayı anlamsız olduğu kadar imkânsız buluyorum. Ama belirli bir amaç ve programla başlamış bir toplantıda, ‘Şimdi onu bırakın da bunu konuşalım’ demek de olacak bir şey gibi görünmüyor – geri kalan 60 kişinin duygu ve düşüncelerini bilmiyorum… [19] Benden buraya kadar…”

Ya 60 “Âkîl İnsan”ın toplantısı mı? O da şöyle:

“Âkîl İnsanlar” Komisyonu iki aylık çalışmalarının sonunda hazırladıkları raporları Başbakan Erdoğan’a 26 Haziran 2013’de sundu. Başbakanın bu raporlara rağmen hâlâ çözüm sürecinin birinci aşamasında olduğunu söylemesi, seçim barajının düşmesinin söz konusu olmadığını belirtmesi ve ana dilde eğitimle ilgili bir çalışmalarının olmadığını vurgulaması bazı “Âkîl İnsanlar” Heyeti üyelerinin tepkisine neden oldu.

“Âkîl İnsanlar” Heyetinden Prof. Dr. Doğu Ergil, Başbakan Erdoğan’ın 26 Haziran 2013 tarihli toplantıda seçim barajı, ana dilde eğitim gibi konulardaki olumsuz yaklaşım ortaya koyduğuna dikkat çekerek, “Kendisi bunları söylediğinde hepimiz ‘Yahu ne oluyoruz’ dedik. Çünkü demokratikleşmenin şartlarından biri katılımın, tabanının mümkün olduğu kadar genişletilmesidir. Yüzde 10 barajı buna engel. ‘İstikrarı, koalisyonları engelleyecek’ denilerek, böyle bir engel konulamaz.

Erdoğan’ın konuşması kapsamsız bir konuşmaydı. Bu sürecin tamamlanması ve başarıya ulaşması konusunda katkılarımıza teşekkür edip, önerileri dinledi. Bundan sonraki aşamalar, her aşamada nelerin olacağı konusunda bir açıklama yapmadı. Hâlbuki raporlardan çıkan beklentilerden biri; bu sürecin açık olması, parlamento çatısı altında bütün partilerin, sivil toplumun da katkısıyla yürütülmesiydi. Erdoğan, buna yönelik de bir mesaj vermedi,” diyerek bir nafile çabanın hazin sonunu resmediyordu…

Bunun da böyle olmayacağı bir kez daha kanıtlandı!

Çünkü Roboskî’den Lice’ye uzanan acılı gerçek(ler) tüm yakıcılığıyla karşımızdadır!

Şu ana deki bir Ahmet Altan’ın “ceza” aldığı Roboskî’nin faili belli olsa da hiçbir şey yapılmazken; sömürgeci devlet terörüne bir de BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, “İnsanlar arkasından vurulmuştur,” notunu düştüğü Lice eklenmiştir…

Lice’deki olayda hayatını kaybeden Medeni Yıldırım’ın akrabası olan ve eylemde bulunan Fahime Yıldırım, insanların karakola daha yaklaşmadan üzerlerine ateş açıldığını ifade ederken; BDP Eş Başkanı Gülten Kışanak da ekliyor:

“Karakol yapımını protesto etmek için, barış sürecine katkı sunmak için karakol inşaatının önüne gidenlere ağır silahlarla ateş açıldı. Karakol önüne giden insanların ellerinde ‘savaş değil barış istiyoruz’ diye pankartlar vardı. 200-250 kişilik bir sivil halk topluluğu. Bu 250 kişinin orada karakola zarar vermesini önlemenin başka hiçbir yolu yok muydu? Bu sivil savunmasız insanları ağır silahlarla tarayacak mıydınız? Sizin çözüm politikanız buysa bizim barış sürecinden anladığımız bu değildir. Hem diyalogdan söz edecek, hem de en demokratik hakkını kullanan sivillere ağır otomatik tüfeklerle ateş atacak, arkadan vuracaksın. Şu anda daha fazla can kaybı yaşanmamışsa kesinlikle bir tesadüf ve şans eseridir. Orada daha fazla insan yaşamını yitirebilirdi. Böylesine bir vahşet yaşanmıştır. Hâlâ buna, ‘bu yanlıştır biz de gereken tutumu aldık’ diyen bir yaklaşım yok”!

Ya BDP Grup Başkanvekili İdris Baluken’in, “Nuçe TV’nin kapatılması darbedir,” dediği atağın “müzakere” günlerine denk gelmesi, Altan Tan’ın “Kürt hareketine yeni format”[20], vurgusu bir tesadüf müdür?

Veya sayıları 90 bini bulan korucu ordusunun ne olacağı soru işaretiyken; Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi’nde bir öğrencinin, 9 Mayıs 2013’de akşam saatlerinde yurtta telefonda Kürtçe konuştuğu için sağ görüşlü öğrenci grubunun saldırısına uğrayıp, dövüldüğü; çeşitli dillerde müzik yapan Simurg Müzik Grubu’nun Abant İzzet Baysal Üniversitesi’ndeki şenlikte ilk şarkıdan sonra “Türkiye ’den, Ortadoğu ’dan ve Kürdistan’dan topladığımız şarkıları sizlerle paylaşacağız” dediği için rektörlük tarafından sahneden indirildiği bir iklimde “barış” mı?!

Burada sözü V. İ. Lenin’e bırakmakta yarar var:

“Anlaşmayı ancak eşitler yapabilir. Bir anlaşmanın sözcüklerle kamufle edilmiş bir boyun eğme değil de gerçek bir anlaşma olabilmesi için, her iki tarafın gerçek hak eşitliği gereklidir, yani hem Rusya hem de Finlandiya’nın hemfikir olmama hakkına sahip olması lazımdır. Bu gün gibi açıktır.

Sadece ‘ayrılma hakkı’ bunu dile getirir: sadece ayrılma özgürlüğüne sahip bir Finlandiya, gerçekten Rusya’yla ayrılıp ayrılmama konusunda ‘anlaşacak’ durumda olacaktır. Bu önkoşul olmadan, ayrılma hakkı tanınmadan, ‘uzlaşma’ üzerine lügat paralayan, kendini ve halkı aldatır.”

“Reformist bir değişiklik, egemen sınıfın iktidarının temellerini sarsmayan bir değişikliktir, aksine bu sınıfın, egemenliğini koruyarak verdiği bir tavizdir sadece. Devrimci olan iktidarın temellerini sarsar. Ulusal programda reformist olan, egemen ulusun tüm ayrıcalıklarını ortadan kaldırmaz, tam hak eşitliği sağlamaz, her türlü ulusal baskıyı yok etmez.”

Ancak “Ezilen bir ulusun her burjuva milliyetçiliği, baskıya karşı yönelen genel demokratik bir içeriğe sahiptir ve biz bu içeriği kayıtsız-şartsız destekleriz,” diyen Lenin, yaklaşıma yön veren iki yönlü ilkeyi şöyle açıklar:

“Ezilen bir ulusun burjuvazisi ezene karşı mücadele ettiği ölçüde, biz de o ölçüde her zaman ve her durumda herkesten daha kararlı bir şekilde bundan yanayız, çünkü biz baskının en cesur ve en kararlı düşmanlarıyız. Ezilen bir ulusun burjuvazisi kendi burjuva milliyetçiliğini temsil ettiği sürece, biz buna karşıyız. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve despotizmine karşı mücadele ve ezilen ulusun ayrıcalıklar elde etmeye yönelik herhangi bir çabasını kayırmak yok.”[21]

 

“BARIŞ”IN “OLMAZSA OLMAZ”LARI VE…

 

“Barış”ın da, “müzakere”sinin de “olmazsa olmaz”ları vardır; olmalıdır!

Mesela BDP milletvekili Pervin Buldan’ın ifadesiyle, “Helalleşme özür dilemekle başlar.”[22] Çünkü Şebnem Korur Fincancı’nın işaret ettiği gibi, “Yüzleşme olmadan barışı kuramayız”!

Mesela koşulsuz genel af çıkarılmalıdır. Ayrıca Kürdistan’ın sömürge yapısı nihayet erdirilerek; özgürleşmesinin önündeki engeller kaldırılmalıdır.

Mesela Ümit Kardaş’ın, “Toplumsal barış için anadilde yaşam hakkı şart” deyişindeki üzere…

Ancak ne yazıktır ki Maya Arakon’un ifadesiyle, “Barışın ‘olmazsa olmaz’ şartları sürece zarar vermemek için konuşulmuyor… Oysa toplumsal adalet ve eşitlik sağlanmadan barışın kalıcı olması mümkün değil.”

Bunlar böyleyken söz konusu gerekliliklerin yerine “asılsız iyimserlik”ler ile “reel politiker”likleri ikame edemeyiz, etmemeliyiz!

Mesela “Washington yönetimiyle ‘süreci’ görüşen Ahmet Türk’ün, temaslarını anlattığı toplantıda ‘Türkiye Ortadoğu’ya demokrasi götürebilecek tek ülkedir,’ demesi…”[23] gibi!

Mesela Selahattin Demirtaş’ın, İran, Irak ve Suriye’de birer Kürt devleti kurulursa, güçlü bir Türk-Kürt Konfederasyonu inşa edilebileceğini söyleyip, “Lazkiye de Kürtlerin olsun, denize alışırlar, bağımlı olmaktan kurtulurlar…” demesi gibi…[24]

Diyeceklerimi toparlıyorum…

Marksist-Leninist ‘Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri’nin (FARC), “Kötü bir barış savaştan beterdir” haykırışını çok ama pek çok önemsiyorum![25]

“Bir iktidar 8 aydır ‘barış’tan bahsedip, atılan adımlar karşısında, kayda değer tek adım atmamışsa, hâlâ 8 bin siyasetçiyi içerde tutuyorsa; bir taraftan gezi direnişine, şimdi de Mısır’daki askeri darbeye ‘halkın iradesi’ diye parmak sallarken, halkın oylarıyla seçilen milletvekillerini içerde tutuyorsa; TMMOB gibi bir örgütün hak ve özgürlüklerini yasayla buduyorsa ve barışı 1+1’e indirgeme eğilimindeyse. O iktidar partisiyle mecliste oturup Anayasa görüşülmez!”[26] diyen Mehmet Özgen’in itirazını çok anlamlı buluyorum!

Nihayet “Ezilen ve aşağılanan Kürt halkının asıl gereksinimi: çevresine alkışçılar, dalkavuklar ve sahte dostlar toplamak mıdır? Hayır; Kürt halkının asıl gereksinimi, Türkiye’nin büyük kentlerinde oluşturulması gereken ve bu hareketle edimsel bir dayanışma içinde olacak olan gerçek bir devrimci işçi-emekçi hareketidir. Bu devrimci görevin yerine getirilmesinin zorluğu asla, Kürt ulusal hareketine ve onun önderliğine ölçüsüz övgüler düzerek ve onun Türk gericiliğiyle uzlaşma planlarını onaylayarak ve alkışlayarak giderilemez,”[27] diyen Garbis Altınoğlu gibi düşünüyorum…

 

“UYARILAR”

 

Buna hâlâ “müzakere” mi diyorsunuz?!

O hâlde Kurtuluş Tayiz, “KCK ve BDP yöneticileri artık şu ‘süreç bitti-bitiyor’ üslubundan, dilinden vazgeçmeliler,” çığlıkları atsa da aktarayım da dinleyin, düşünün…

Kardeşi Mehmet Öcalan ile görüşen Abdullah Öcalan’ın “Süreçten çok memnun değilim. Her şey güllük gülistanlık değil,” dediği öğrenildi.[28]

Abdullah Öcalan’ın kardeşi Mehmet Öcalan 1 Temmuz 2013 günü İmralı’ya giderek ağabeyi ile görüştü. Görüşmeye ilişkin bilgi veren Mehmet Öcalan, Abdullah Öcalan’ın “Ben 4 duvar arasındayım. Bu şartlar içinde yapacağım bu kadardır. Elimden geleni de yapıyorum. İletişimi kiminle kuracağım. Bunu devlet de biliyor, hükümet de biliyor. Aileler ve avukatlar yasal hakları olarak buraya gelmelidirler” dediğini aktardı.

Mehmet Öcalan, ağabeyi Abdullah Öcalan’ın, çözüm sürecine ilişkin şu değerlendirmeleri yaptığını bildirdi: “Başkaları için bitmemişse de birinci aşama benim açımdan 1 Haziran’da bitmiştir. İkinci aşama tartışılıyor. İkinci aşamada fazla bir gelişme olmuyor. Demokratik şekilde sorun çözülecekse iki taraf da katkı sunmalı. Bu süreç tek taraflı yürütülmez, tek taraflı götürülemez de. Hükümetin buna katkı vermesi gerekir. Bu süreç götürülecekse bu koşulların değiştirilmesi gerekiyor. Herkesle iletişim kurulabilmeli. Bu süreç böyle bir süreçtir. Yani sadece ayda bir heyetin buraya gelip gitmesi ile olmaz.”[29]

Abdullah Öcalan altını çiziyor: “Süreç tek taraflı yürütülemez.”[30]

Murat Karayılan, başlatılan çözüm sürecinin her an bitebileceğini belirtip,[31] “Sürecin geleceği devlete bağlı.”[32] “Süreç tıkanma aşamasında,”[33] dedi.

Yine Karayılan atılan adımların “teslimiyet” anlamına gelmediğinin altını çiziyor ve ekliyor: “Ama şu şöyle anlaşılmamalı; sanki biz yelkenleri indirmişiz ne olursa olsun barış diyoruz. Hayır. Bizim gücümüz var. Eğer biz savaşmak isteseydik bu sürece başlamazdık. Çünkü pozisyonumuz iyiydi. Yani Ortadoğu’daki konjonktürel durum lehimizeydi.”[34]

Duran Kalkan, “Süreç dönebilir”;[35] HPG Komuta Konseyi Üyesi Bawer Dersim, “AKP hükümetinin süreci ağırdan alan tutumundan kuşku duymaktayız,” diye ekliyorlar.[36]

KCK Yönetimi, “Önümüzdeki günler kritik,”[37] saptamasını dillendiriyor.

Devam edelim: BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, “Barış tek elle olmaz”;[38] BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, “Kandil kaygılı. ‘Hükümetin barıştan anladığı, sadece bizim geri çekilmemiz ise, ciddi kriz çıkar. Barış, Kürt sorununun çözülmesidir. Türkiye’nin demokratikleşmesidir’ diyorlar.”[39] “PKK dağda bekleyecek. Demokratikleşme olmazsa, özgürlükler garantiye alınmazsa, PKK’yi dağdan kimse indiremez. Barış, silahın susması değildir. Barış, silahın konuşma ihtimalinin kalmamasıdır,”[40] diyorlar…

Şırnak’taki konuşmasında Van Bağımsız Milletvekili ve DTK Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk, “Kürt sorununun çözümünü istiyorlarsa Öcalan’ın özgürlüğünü sağlamak durumundadırlar. Biz Öcalan’ın özgürlüğünü istiyoruz,” dedi.

Mardin’deki konuşmasında DTK Eş Genel Başkanı Ahmet Türk de, “Sakın bizi kandırmaya, oyalamaya çalışmasınlar. Aksi hâlde ortalık çok karışır,” diye konuşuyor.[41]

Veysi Sarısözen, “Barış ve çözüm demek karakolsuz Lice demektir,”[42] derken Kadir Cangızbay haykırıyor: “Hokkabazla diyalog olmaz”![43]

Özetin özeti: “Yurtta ‘sulh’ cihanda savaş politikasıyla Kürt sorunu çözülemez!”[44]

 

ÇOK ÖNCELERİ DENİLENLER…

 

Diyeceklerim bunlar; ama durun; çok önceleri denilenlerden bir şeyler daha aktarayım:

Emma Goldman, “Birbirimizi bağışlayabilmemiz için önce, birbirimizi anlamamız gerekir”…

Malcolm X., “Şiddet kullanmamak iyidir, işe yaradığı sürece…” “İster mermi kullansın, ister oy pusulası, insan iyi nişan almalı. Kuklayı değil, kuklacıyı vurmalı”…

Paulo Coelho, “Düşman, karşında elinde kılıçla duran değildir. Arkasına hançeri saklayıp yanında durandır”…

Francis Blanche, “İhanet yeşil renkli, kuştüyü gibi yumuşak bir küftür. Sessizce ve içerden oyar”…

Massa Makan Diabate, “Gördüğün komployu önleyemediysen, senin yanında hazırlanmış, demektir”…

Çin Atasözü, “Dalkavuklar seni boş kaşıkla besler”…

F. Dostoyevski, “A rast ne ku mirovan miradê te di ber te dihêlin! Tu bi tundî li ser merivên şaş xeyalan çêdikî/ Aslında insanlar seni hayal kırıklığına uğratmıyor! Sadece sen yanlış insanlar üzerinde hayal kuruyorsun!”

Greville, “İnsanı kendi kendisi kadar kimse kandıramaz”…

Mehmet Ercan, “Kurt, kuzuya ağıt yakmaz,”[45] derler biz bugünlerde kulaklarımıza küpe edelim diye!

 

24 Temmuz 2013 16:03:36, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[1] ‘Munzur Doğa ve Kültür Festivali’ kapsamında 27 Temmuz 1013 Cumartesi günü 14.00’da Sanat Sokağı’nda düzenlenen, moderatörlüğünü BDP Dersim İl Eş Başkanı Ergin Doğru’nun yaptığı ve BDP Muş Milletvekili Demir Çelik, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Mithat Sancar ile Araştırmacı-yazar Temel Demirer’in katıldığı “Müzakere Süreci, Demokratikleşme ve Özgürleşme” panelinde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:146, Ağustos 2013…

[2] Cemal Süreya.

[3] Gündüz Vassaf Cehenneme Övgü (Gündelik Hayatta Totalitarizm), İletişim Yayınevi, 24. Basım, 2012.

[4] Albert Camus, Düşüş, Çev: Hüseyin Demirhan, Can Yay., 5. Basım., 2013.

[5] Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme), Çev: Işık Ergüden, Ayrıntı Yay., 5. Basım, 2012.

[6] F. Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev: Kenan Somer, Sol Yay. 1992.

[7] F. Engels, Felsefe İncelemeleri, Çev: Cem Eroğlu, Sol Yay., 1968, s.59.

[8] Jean Jacques Rousseau, Du Contrat Social, III, p.15.

[9] Fikret Başkaya, “Oligarşinin, Oligarşi Tarafından, Oligarşi İçin İktidarı=Temsili Demokrasi [II]”, http://www.ozguruniversite.org/index.php/fikret-bakaya/guenluek/1307-oligarinin-oligari-tarafndan-oligari-icin-iktidartemsili-demokrasi-ii

[10] Turan Eser, “Eski Tas, Eski Hamam ile ‘Yeni Türkiye’”, http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1358251950&news_code=1373961624&year=2013&month=07&day=16#.UeWa7dLBq8C

[11] “AKP Süreci Yavaşlatıyor” Demokratik Ulus, 11-17 Haziran 2013, s.1.

[12] Mahmut Oral, “İlk Grup Kuzey Irak’ta”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2013, s.5.

[13] Mahmut Balpetek, “Sallanan Tren Gidiyor mu?”, 15 Temmuz 2013… http://www.yenidenatilim.com/?Syf=22&Mkl=551802&pt=Mahmut%20%20BALPETEK%20&–Sallanan-tren-gidiyor-mu?

[14] “S. S. Önder: Hükümeti Yıpratmayacağız Diye Biz Kime Söz Verdik?”, Alevizyon, 23 Haziran 2013… http://www.alevizyon.com/haberler/ssonder-hukumeti-yipratmayacagiz-diye-biz-kime-soz-verdik.html

[15] Mahmut Oral, “Kamp Ateşiyle Barış Tartışması”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2013, s.5.

[16] Fehim Taştekin, “Kürt Stratejisi”, Radikal, 22 Temmuz 2013, s.19.

[17] Arzu Yılmaz, “Ortadoğu Ateşinde Kürt Baharı”, Radikal İki, 26 Mayıs 2013, s.7.

[18] Mete Çubukçu, “Türkosfer’i Unutun”, Radikal İki, 21 Nisan 2013, s.8.

[19] Mithat Sancar ise “farklı” bir telden, “Hükümet, Gezi Parkı olaylarını çoğulcu ve özgürlükçü düzenlemeler içeren demokratikleşme reformları için de bir vesile, bir fırsat olarak kullanabilirdi, hâlâ da kullanabilir. Böylece hem Gezi Parkı’nda ortaya çıkan enerjinin sivil kanallara ve demokratik siyaset alanına akması sağlanır, hem de barış süreci daha sağlam temellere yerleştirilir,” (Mithat Sancar, “Gezi Parkı ve Barış Süreci”, Milliyet, 20 Haziran 2013, s.20.) karşılıksız beklentilerini terennüm ediyor!

[20] “Değişim yaşanmazsa Kürt siyaseti bölünür,” vurgusuyla Altan Tan ekliyor:

Kürt siyaseti… Birçok şeyi doğru okuyamıyor. Birincisi: Kürt siyasetinin, Suriye, İran, Rusya ve Çin ekseninde gitmesi bir fayda getirmeyecektir. Sol-Marksist çizgide olan Kürt siyasetçilerinin önemli bir kısmı Batı dünyasına mesafeli duruyor. Körü körüne kendini ABD ve AB’nin kucağına atsın demiyorum. Batı’nın Ortadoğu’da uyguladığı siyaset, halklara refah ve özgürlük getirmedi. Ama bir güç kavgasında sizin çıkarınıza göre yararlı olan veya en az zararla çıkacak olan yerde durmak lazım. Bugün bir üçüncü yolu denemesi lazım. Batı dünyası ile hesaplı ve kontrollü bir çıkar ilişkisine girmek lazım.

Global ekonominin dışında durmanız mümkün değil. Bugün Ortadoğu’da bir Kuzey Kore veya Arnavutluk modelinin yaşam şansı yok. Aranması gereken şey, kötü uygulamalarına rağmen demokrasidir. (…) Liberal dünyanın dışında bir dünya inşa etmeniz mümkün değil. Liberal kapitalist dünya yüzde yüz doğrudur demiyorum. Ben Müslümanım. En başta faiz ve kapitalizm haramdır. Ama ilk etapta yapmanız gereken aksak da olsa topal da olsa bu demokrasiyi, liberal ekonomiyi işletmenizdir. (…) Bugün yapılması gereken bütün çekinceleri koruyarak liberal ekonomi ve liberal demokrasidir ama bir müddet sonra farklı tartışmalara girebilirsiniz. Kürt siyaseti demokratik yapıyı işletmeli, halkın bugünkü yapısına uygun, halkın inancına uygun demokratik genişlikte olmalı. (…) Bu zemine siz katı Marksist, sosyalist yapı monte etmeye kalktığınız vakit çok yakın zamanda halkla çatışmaya girersiniz. (Uygar Gültekin, “Altan Tan: Değişim Yaşanmazsa Kürt Siyaseti Bölünür”, Agos, 19 Temmuz 2013… http://www.ilkehaber.com/haber/altan-tan-degisim-yasanmazsa-kurt-siyaseti-bolunur-26840.htm)

[21] V. İ. Lenin, Ulusal Sorun ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, çev: İsmail Yarkın, S. N. Kaya, S. Kaya, İnter Yay., 1999, s.511-378-219-218.

[22] Pervin Buldan, “Helalleşme Özür Dilemekle Başlar”, Gündem, 20 Mayıs 2013, s.10.

[23] “Ahmet Türk ‘Yeni Osmanlıcılık’ İzinde”, Sol, 22 Mayıs 2013, s.1-3.

[24] “Demirtaş Lazkiye’yi İstedi”, Sol, 24 Mayıs 2013, s.1-2.

[25] Kolombiya’da hükümetle Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) arasında tarihi nihai uzlaşının yakın olduğu belirtiliyor. Hükümetle yürütülen görüşmelere FARC’ın müzakerecisi olarak katılan Ivan Marquez, ülkede elli yılı aşkın süredir devam eden silahlı çatışmaların sonlanmaya yakın olduğunu belirterek, “Kasımda anlaşma mümkün ama barışa ulaşmak için zamana ihtiyaç var. Kötü bir barış anlaşması savaştan beterdir” ifadesini kullandı.

Taraflar arasında görüşmeler 2012 yılının kasım ayında başlamıştı. Çatışmaların başlamasından bu yana 4. kez yapılan görüşmede taraflar, toprak reformu konusunda uzlaşma sağlandığını açıklamıştı ancak gündemde 10 konu başlığı daha bulunuyor. (“Kolombiya’da FARC’la Uzlaşıya Doğru”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 2013, s.12.)

“Kolombiya’da FARC’tan sonraki en büyük silahlı Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (FLN) üst düzey 30 üyesinin askeri giysiler içinde ve yüzleri kapalı olarak, Devlet Başkanı Juan Manuel Santos ile el sıkışarak silah bıraktıkları görüldü.” (Sedat Yurttaş, “FARC-Kolombiya Barış Deneyimi”, Radikal, 22 Temmuz 2013, s.17.)

[26] Mehmet Özgen, “Muhalefet, Direnişin Açtığı Yoldan Yürümeli, Anayasa Görüşmelerinden Çekilmelidir”, 16 Temmuz 2013.

[27] Garbis Altınoğlu, “Reyhanlı Dönemecinde Suriye Krizi ve Türk-Kürt Bağlaşması”, 14-15 Mayıs 2013… http://yalansz.wordpress.com/2013/05/16/reyhanli-donemecinde-suriye-krizi-ve-turk-kurt-baglasmasi/#more-1065

[28] Rifat Başaran, “Her Şey Güllük Gülistanlık Değil”, Radikal, 14 Haziran 2013, s.16.

[29] İlhan Taşcı, “Oyalama Taktikleriyle Süreç Başarılı Olamaz”, Cumhuriyet, 3 Temmuz 2013, s.5.

[30] “Öcalan: Süreç Tek Taraflı Yürütülemez”, Evrensel, 3 Temmuz 2013, s.8.

[31] İsmail Avcı, “Karayılan: Çözüm Süreci Her An Bitebilir”, Zaman, 20 Haziran 2013, s.15.

[32] “Sürecin Geleceği Devlete Bağlı”, Taraf, 12 Temmuz 2013, s.11.

[33] “Süreç Tıkanma Aşamasında”, Evrensel, 12 Temmuz 2013, s.10.

[34] Ceyda Karan, “Kimse Bizi Yelkenleri İndirdik Sanmasın”, Taraf, 2 Haziran 2013, s.13.

[35] “Kalkan: Süreç Dönebilir”, Milliyet, 18 Temmuz 2013, s.19.

[36] “Sınır Dışına Çekilen Gerillalar: Hükümet Güven Vermiyor”, Evrensel, 24 Haziran 2013, s.7.

[37] “KCK Yönetimi: Önümüzdeki Günler Kritik”, Gündem, 12 Temmuz 2013, s.9.

[38] “Barış Tek Elle Olmaz”, Taraf, 9 Temmuz 2013, s.11.

[39] Neşe Düzel, “Selahattin Demirtaş: PKK’nin Çekilmesi Barış Değildir”, Taraf, 22 Nisan 2013, s.11.

[40] Neşe Düzel, “Selahattin Demirtaş: Demokrasi Olmadan PKK Dağdan İnmez”, Taraf, 23 Nisan 2013, s.7.

[41] Mahmut Oral, “Tuğluk: Çözümün Şartı Özgürlük”, Cumhuriyet, 20 Mart 2013, s.6.

[42] Veysi Sarısözen, “Barış ve Çözüm Demek Karakolsuz Lice Demektir”, Gündem, 3 Temmuz 2013, s.9.

[43] Kadir Cangızbay, “Hokkabazla Diyalog Olmaz”, Birgün, 14 Temmuz 2013, s.7.

[44] “Yurtta ‘Sulh’ Cihanda Savaş Politikasıyla Kürt Sorunu Çözülemez!”, İşçi Kardeşliği, No:59, Mayıs 2013, s.1-2.

[45] Mehmet Ercan, Aforizmalar VII, http://www.insanokur.org/?p=46701.