Anasayfa , Köşe Yazıları , BİR KİMLİK SİYASETİ OLARAK MİLLİYETÇİLİK VE IRKÇILIK[1]

BİR KİMLİK SİYASETİ OLARAK MİLLİYETÇİLİK VE IRKÇILIK[1]

index1-100x10011SİBEL ÖZBUDUN | 13 – 08 – 2013 |“Dünün üzüntüleri ve yarının endişeleriyle donatılmış bir kalpten,bugün bir şey bekleme.”[2]

 “Bir kimlik siyaseti olarak Milliyetçilik ve Irkçılık”.

Konumuzun başlığı, bu.

Ama ben bu söyleşide milliyetçiliğin “kimlik siyaseti”nin çok ötesinde, ve kabul etmek gerekir ki, “kimlik siyaseti” teriminin ima ettiği “masumiyet”in çok uzağında bir ideoloji olduğunu ifade etmeye çalışacağım.

Irkçılık üzerindeyse ayrıca durmayacağım.

Nedenini hemen belirteyim, öncelikle milliyetçilik konusunda tüm söyleyeceklerim, ırkçılık için de geçerli.

Çünkü ırkçılık, nihayetinde biyolojik esaslar üzerine temellendirilen milliyetçiliktir.

Yani bir “millet”e mensup olma hâlini gerçek “kan” bağlarıyla tanımlayıp yüceltirseniz “ırkçı”, kültürel (din, dil, tarih, gelenek vb.) bağlarla tanımlayarak yüceltirseniz ise milliyetçi (ya da kültürel milliyetçi) olursunuz.

Öncelikle şunu belirteyim: ne milliyetçilik, ve ne de ırkçılık “kimlik” ya da “aidiyet” kavramlarının içerdiği birincil/yüzyüze ilişkileri, türdeşliği içermez/içeremez. Ya da daha doğru bir deyişle, hem milliyetçilik, hem de ırkçılık, her türlü kimlik politikasının dayandığı “bizlik” duygusunu ancak tahrif ederek temellük edebilir.

Bir başka deyişle, ırkçılık ve milliyetçiliğin gönderme yaptığı “biz”lik hâli, olasız bir kurmaca, sahte bir imalattır.

Ve bu sahte-imalat, bu iki kavramın gerisindeki gerçek motifleri örten ideolojik bir söylemin temelidir.

Açımlayayım:

“Kimlik” (İng. identity) kavramının iki içerimi var: özdeşlik ile aidiyet duygusu.

Özdeşlik, bir grubun kendisiyle özdeş, kendisiyle sınırlı olma hâlidir. Bu sınırların dışında kalanlar, “ötekiler”i oluşturacaktır.

Aidiyet ise, sınırları belli bir grubun mensubu olma, ona ait, dahası ondan beslenir, onunla tanımlanır olma hâlidir. Kişi, kendisine benzerlerden oluşan, aynı kültürel unsurları paylaştığı, rahatça iletişim kurduğu başkalarının yanında kendini güvende ve tam hisseder. “Öteki” ise, bilinmeyen, dolayısıyla da riskli olan, tehlike içerendir. Bu nedenle de sakınılması gerekir.

Hiç kuşku yok ki, hem grubun kendisiyle özdeş ve sınırlı olma hâli, hem de kişinin kendini bir gruba ait hissedebilme hâline olanak sağlayacak koşullar, ancak küçük ölçekli toplumlar için söz konusudur.

Toplumsal örgütlenmenin ana ilkesinin gerçek ya da kurmaca akrabalık ilişkileri olduğu, üyelerinin çoğunun yaşamları boyunca birbirleriyle ilişkiye geçme olanağını –kuramsal olarak da olsa- bulabileceği, avcı-toplayıcılar, küçük ölçekli tarımcılar (hortikültüralistler), çoban topluluklar, kırsal cemaatler…

Yani Durkheim’ın “mekanik dayanışma”, Tönnies’in “cemaat” (gemeinschaft), Marx’ın “prekapitalist” vb. terimleriyle tanımladığı toplumlar…

Yani soy ilişkilerinin hâlâ büyük ölçüde geçerli olduğu “kabilesel” toplumlar.

Bu tip toplumlar yitip gideli çok oldu…

Kalıntıları ulus devletlerin sınırları içerisinde yaşayan ve metropollerle, kentlerle karmaşık ilişkiler sürdüren kırsal cemaatlerde direniyor olsa da, kentleşme, sömürgecilik, kapitalist gelişme, sanayileşme, küreselleşme süreçleri insan toplumlarının boyutlarını bir yandan yüzyüze ilişkilerle tanımlanabilir olmaktan çıkarttı, bir yandan da yığınları bitmek bilmez bir devinim içerisine sokarak her türlü “aidiyet” duygusunun altını oyacak tarzda yerinden oynattı.

Bir başka deyişle modernite, daha doğrusu onun motor gücü kapitalizm, kimlik fikrinin temelini oluşturan “bizlik” duygusunu berhava etti.

Bu durum ifadesini en iyi, Aydınlanma, özellikle de başta din olmak üzere gelenekler ve geleneksel bağlılıkların karşısına insan aklını ve ilerleme düşüncesini çıkartan Fransız Aydınlanma düşüncesinde bulmaktadır.

Geleneksel rejime, ama aynı zamanda insan aklını tutsak eden, onu korku ve teslimiyete sürükleyen tüm geleneklere bir meydan okuma olarak “Aydınlanma”, ve özellikle onun Fransız versiyonu, Kilise’ye ve meşruiyetini geleneklerden alan siyasal sistemlere (ancien regime) karşı bir meydan okumaydı. Aydınlanma düşünürlerine göre, aklın düzeniyle var olan toplumsal kurumların rasyonel bir eleştirisi mümkündü. Akıl insanları tarihsel olarak tüm sorunlarından kurtarıp sonsuz bir barışa, ütopyen bir yönetime götürebilirdi. Akılla görüntülerin ötesindeki gerçekliğe ulaşılabilir, tabiatta ve toplumdaki işleyişin yasalarına gidilebilir, insan ilişkilerinin doğal niteliği ortaya konulabilir, böylece ilerleme için gerekli koşullar yaratılabilirdi. Akıl, tabiat ve ilerleme arasındaki ilişki aklın varlığı nedeniyle kaçınılmaz ve geri çevrilemezdi.

Hiç kuşku yok ki, Aydınlanma, bir rastlantı ürünü değildir. XVIII. yüzyıl Batı Avrupası, özellikle de Aydınlanma’nın en önemli “ocakları”, İngiltere ile Fransa, sanayi ve ticaret alanında yoğun bir sermaye birikimine sahne olmaktadır. Nüfus artışı özellikle sanayi yoğun bölgelerde emek arzında artış sağlamakla birlikte, kırsal bölgelerde yoksullaşmaya yol açmıştır. İngiltere ve Fransa’nın, özellikle deniz ticaretindeki başarısı, sanayi ve ticaret burjuvazilerinin konumunu güçlendirmekteyken başarılı bir sömürgeleştirme politikası uygulayabilmiş İspanya ve Hollanda ise gerileme içindedir.

Aydınlanma’nın ihtiva ettiği insan aklına dayalı ilerleme, dönem yazarlarınca yüceltilen kozmopolit uygarlık fikri, bu burjuvazinin iyimserliğini ve özgüvenini yansıtmaktadır. Despotik yöneticilere körlemesine itaat eden geleneksel yerel, içe kapalı, soya dayalı cemaatlerin, kabilelerin, yerlerini özgür iradeye dayalı bir toplumsal sözleşmeyle egemenlik haklarını kısmen devrettikleri bir devletin yurttaşları olan akılcı ve özgür bireyler topluluğuna bıraktığı yeni bir düzen. Toplumsal yaşamın bir despotun kaprisleriyle değil de serbest ticaretin arz ve talep yasalarıyla düzenlendiği bir “yeryüzü cenneti”…

Ancak XVIII. yüzyıl devrimlerini izleyen siyasal altüstlükler, “geleneklerin ve geleneksel bağların boyunduruğundan kurtulan insan(lık)” için aklın egemenliğinde kurulacak bir bolluk ve barış düzenine doğru ilerleyen yolun hiç de öyle pürüzsüz olmadığını kısa sürede belletecekti genç burjuvazilere.

XVIII. yüzyıl sonları ve XIX. yüzyıl, hırslı Avrupa burjuvazileri için kaynak rekabeti, mevzii paylaşım savaşları, ticaret ve sömürge çatışmaları ve yaşamları sefalet ücretleri karşılığında 13-14 saat çalışmaya zorlandıkları fabrika disiplini içerisinde cehenneme dönen işçi sınıfı ve yaşam koşulları giderek istikrarsızlaşan emekçilerin ayaklanmaları ile dolu, zorlu yıllardır.

Bağrında “milliyetçilik” fikrinin tohumlarının atıldığı Alman romantisizmi, sanayileşme/kapitalistleşme sürecini geç yakalayan Alman egemenlerinin bu gelişmelere verdiği tepkidir, diyebiliriz.

Ve bu düşünsel müdahale, XIX. yüzyılın siyasal çalkantıları içerisinde bunalmış Avrupa burjuvazileri için adeta bir “hayat öpücüğü” olmuştur.

Açımlayayım:

Kısa bir sürede kendi zıddına, yani Romantisizm’e evrilen Alman Aydınlanması (Aufklärung) bir bakıma, Fransız (ve kısmen de Britanya) Aydınlanması’nın maddeciliğine, ilerleme fikrine, rasyonalizmine, din karşısındaki eleştirelliğine, evrenselciliğine, uygarlık-merkezciliğine ve kozmopolitizmine karşı bir tepki hareketi olarak çıkmıştır ortaya. Kozmopolit uygarlığa karşı ulusal geleneklerin, maddeciliğe karşı manevi değerlerin, “teknolojiye karşı zanaatların, kemikleşmiş bürokrasiye karşı bireysel deha ve kendini ifadenin, kuru akla karşı en karanlıkları dahil duyguların, kısacası uygarlığa karşı kültürün savunusunu dile getirir. Tikelci, duyumcu, reaksiyoner, maneviyatçı, kültüralist Romantisizm; uluslar ve onların tikel yazgısıyla ilgilidir. Romantik gelenek için, rasyonel, bilimsel, evrensel uygarlık fikri otantik kültürleri tehdit edip zanaatları unutulmaya terk etmekte, kozmopolitanizm dili bozmakta, rasyonalizm imanı tehdit etmekte ve hepsi birlikte cemaatin dayandığı manevi değerleri sarsmaktadır. Cemaat, ancak kan bağları üzerinden tahayyül edilmiş, korporat, dayanışmacı bir kendilik olarak var olabilecektir.

Görüldüğü üzere, günümüzdeki biçimiyle milliyetçiliğin temel fikirleri, XIX. yüzyıl Alman romantik geleneği içerisinde biçimlenmiştir. Romantisizmin esin kaynağı ise, romantik Alman aydınlarının katı, maddiyatçı, teknoloji-merkezli soğuk uygarlık fikrine (ama daha çok da “ilerleme”nin yol açtığı siyasal karmaşaya) karşı sığınak aradıkları geçmiş ya da kırsal cemaatlerdir. Geçmişe, özellikle de bir Altın Çağ olarak niteledikleri ortaçağa özlem Romantiklerin ortak değeridir. Soyluluk ve monarşiye saygı duyarken, mitoslar, sagular, efsaneler ve halk türkülerinin derlenip çevrilmesine hız verilir. Yalın, “bozulmamış” kırsal halk ve doğa sevgisi en önemli temalar arasındadır. Yanı sıra, kahramanlık, deha ve [kendini toplum için fedaya hazır] eşsiz bireye hayranlık yüceltilmektedir.

Birlik arzusu, Romantikleri aile ve korporat toplumsal örgütlenmeleri, loncaları, kiliseyi, devleti yüceltmeye yöneltir. Toplumsal birlik arayışı sonucu Kral, devlet ve ulus en yüksek mertebelere yakıştırılmakta; Tanrı’yla ilişkilendirilmektedir. Alman romantisizminde, birey/kahramanlık kültü, paradoksal bir biçimde lider kültüyle iç içedir: Lider/yönetici, bir “aile” olarak tahayyül edilen ulusal toplumun sevecen ama otoriter “babası”dır. Sayılması, itaat edilmesi gereken bir baba. Birey ise, kendini bütün (cemaat) için fedaya hazır olduğu ölçüde bireyselleşebilmektedir (ve de “kahraman” sayılmaktadır).

Görüldüğü üzere, XIX. yüzyıl Alman Romantisizmi bugün “milliyetçilik” olarak tanımladığımız görüngünün belli başlı karakteristiklerinin biçimlenişinde başlıca aktör olmuştur: birbirini akraba olarak gören, korporat, dayanışmacı, bir “baba” gibi davranan yöneticilerine itaatkâr, geleneklerine bağlı, ortak bir tarih ve ortak bir yazgı duygusunu paylaşan, tekil ve tekçi bir cemaat olarak tasarlanmış ulusa yönelik sevgi ve bağlılık duygusu…

Bu tasarım, “Devrim”in bir türlü gerçekleşmeyen “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” vaadlerini hayata geçirmek üzere XIX. yüzyıl boyunca birbiri ardı sıra ayaklanan baldırıçıplakların, yani işçilerin, kırsal emekçilerin, kent yoksullarının yarattığı altüstlükten gözü yılan, yanı sıra, birbirleriyle rekabette “ulus”larını harekete geçirmek isteyen Avrupa burjuvazileri için de son derece cazipti. Soylularının, din adamlarının ve büyük toprak sahiplerinin etkisini kontrol altına alan Avrupa’nın burjuva devletleri, Fransız devriminden sonra bir türlü yatışmayan siyaset sahnesini istikrara kavuşturmak için “ulus”larını inşa etmek üzere kollarını sıvadılar. İtalyan devlet adamı d’Azeglio’nun dediği gibi, İtalya yaratılmıştı. Artık sıra İtalyanlardaydı…

Şu hâlde ulus yaratma girişimi, (bu süreç genellikle yıpratıcı dış ve iç savaşları izlediğinden) yorgun düşmüş, kaynakları tükenmiş, aralarında dil (hatta din) dahil hiçbir birlik duygusu bulunmayan, ve çoğunluğu kırsalda yaşayan içe kapalı, heterojen bir cemaatler çoğulluğundan, aynı dili konuşan, ortak bir atadan geldiklerini, ortak bir tarihi paylaştıklarını ve daha da önemlisi, ortak bir gelecek inşa etmeyi arzuladıklarını düşünen, kurucu ideolojiyi sorgusuz kabullenen bir yurttaşlar topluluğu türetme çabasıdır – ve teslim etmek gerekir ki hiç de kolay değildir.

Ulus kuruculuğu, bu nedenledir ki insanlık tarihinde çok uzun bir süre toplum örgütlenmelerinin temelini oluşturmuş, dolayısıyla da hanidiyse “içgüdü” derkesinde içselleştirilmiş kabileci duygulara seslenmeyi gerektirir. Bir ulus-devletin sınırları dahilinde yaşayan, gerek etnik, hatta gerekse dinsel açıdan heterojen, çoğunlukla farklı dillerde konuşan, okur-yazarlığı ve devingenlik düzeyi son derece düşük, kendini yerel topluluğuna ait hisseden çok sayıda gruptan oluşan milyonlarca insanın kendini tek bir ailenin fertleri, tek bir kabile gibi hissetmesini sağlamak zorlu, ama zorunlu bir çabadır.

Şu hâlde buraya kadar anlatılanları, şöylece toparlayabilirim:

Ulus-devlet, ve ona yurttaşlık bağıyla bağlı olan insanlar topluluğu, yani “millet”, ezelî bir formasyon değildir. Ulusal devletler ve ulusları, tarih sahnesine göreli yakın bir geçmişte, yani Batı Avrupa’dan başlamak üzere, XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren çıkmışlardır. Bu ise, sanayi devriminin başlarındaki kapitalizmin, sınırları siyaseten çizilmiş ve egemen sınıf(lar)ın denetimindeki merkezî, özerk bir siyasal aygıt (devlet) tarafından yönetilen siyasal bir kendiliğe olan gereksiniminin bir ürünüdür. “Millet” tasarımının içeriği ise, Fransız Aydınlanması’nın aklî, teknoloji temelli, evrenselci ve kozmopolit bir uygarlık idealine karşı bir tepki olarak gelişen Alman romantisizmi tarafından biçimlendirilmiştir.

Zor kullanma yetkisini tekeline geçiren devlet aracılığıyla kapitalist sınıf, yani burjuvazi, sınırları içerisindeki doğal kaynakları denetimi altına alıp yatırım araçlarına dönüştürebilecek, vergilendirme politikaları sayesinde üretilen zenginliklerin sınıflar arasındaki paylaşımını kontrol edebilecek, yasalar ve yaptırımlar aracılığıyla kendi sınıfsal konumunu güvence altına alabilecek, “ulus”un çoğunluğunu kapitalist üretim tarzına dahil ederek proleterleştirebilecek, sınırlar ve korumacı önlemlerle dış rekabetten kaçınabilecek, ülkeyi kendi pazarına dönüştürebilecektir. Emekçilerin hak mücadelelerini (ücretlerin yükseltilmesi, iş saatlerinin azaltılması, sosyal haklar vb.) “ulusal çıkarların ihlâli” olarak değerlendirilip en şiddetli polisiye ve adlî baskılara konu kılmak, bu sayede mümkün olabilmiştir.

Ulus-devletin kapitalizmin bir yaratısı olduğu ve ulusal pazarların denetlenmesi gereksiniminden doğduğu, günümüzde yaygın biçimde kabul görmektedir. Ancak, ulus-devletin salt bir baskı ve denetim aracı olmadığı, “ulusal sınırlar” dahilinde yaşayan insanları belirli kayıtlara boyun eğen, vergisini ödeyen, angarya ya da seferberlik ilan edildiğinde gıkını çıkarmadan görev başına koşan, günde 10-12 saat, boğaz tokluğuna ücretler karşılığında ağır, bezdirici işlerde çalışmaya razı “yurttaşlar topluluğu”na dönüştürülmesi, büyük ölçüde onların rızasını gerektirecektir. İmparatorluklar çağında dağınık etnik ve/veya dinsel cemaatler olarak yaşayan insan toplulukların “uyruklar”dan “yurttaşlar”a dönüştürülmesi, aidiyetlerinin akrabaları, soy grupları ya da cemaatlerden “ulus”a kaydırılması, zorun yanı sıra, geniş çaplı hamaseti, tören, simge ve gelenek icatlarını da gerektirmiştir.

O zaman, şunun altını çizmek gerekir; “milliyetçilik” bir kimlik politikasından çok, “ulus”un biçimlendirici gücü burjuvazinin çıkarları doğrultusunda seferber edilmesinde araçsal olan bir ideolojidir. Milliyetçiliğin seslendiği “biz”lik duygusu, bireylerin kendilerini, yaşamları boyunca hiç karşılaşmayacakları, kendilerinkinden çok farklı çıkarlara, motiflere, duyuş, düşünüş ve davranış örüntülerine sahip, tek ortak yanlarının rastlantı eseri aynı tarihsel kesitte, aynı devletin yurttaşları olarak dünyaya gelmiş olmak olan başka bireylerle bir “kader ve irade birliği” içindeymiş gibi tahayyül etmesidir. Bir başka deyişle, milliyetçiliğin gönderme yaptığı “biz”lik duygusu, yapaydır, kurmacadır. Ve ideolojik bir mamûldür..

Bir başka deyişle, “milliyetçilik” sınırları savaş ya da diplomasiyle çizilmiş, adına “ulus-devlet” denilen siyasal birimde yaşayan bireylerin kendilerini vergi verme, zorunlu çalışma, seferberlik, savaş benzeri her türden özveriyi gönüllü olarak yüklenmelerini sağlayacak sihirli formüldür, ve ulusun kurucu sınıfı burjuvazinin icadıdır.

Dağınık, içe-kapalı ve birincil aidiyetleri kendi gruplarına yönelik olan kırsal cemaatlerden, kendini hiç tanımadığı, ve olasılıkla hiç tanımayacağı insanlarla “kader birliği” içinde hisseden bir ulus yaratmak, öncelikle ideologların işidir: yani şairlerin, yazarların, tarihçilerin, akademisyenlerin, sosyal bilimcilerin, araştırmacıların, gazetecilerin, siyasetçilerin, bürokratların, sanatçıların ve ideolojik bagajları yüklü bütün diğer aydınların. Üzerlerinde hareket ettikleri zemin ise, genellikle toplumun dilsel ve kültürel dağarcığıdır. “Millet”i imal etmek, bir ekip çalışmasını gerektirir.

Bu ekip, önce “dil”i yaratır. Dili yaratmak, teb’anın konuştuğu yerel lehçelerden birini standardize ederek, emperyal elitlerin diline (Batı Avrupa’da Latince, Türkiye’de Osmanlıca) karşı, başat/ulusal dil’e dönüştürmektir. Bu dili “ulus”a benimsetmek ise, “ulusal basın”ın görevi olacaktır. [B. Anderson haklıdır, gazete(ci)siz milliyetçilik olmaz…]

Milletin ikinci bileşeni ise, tarihtir. Yüzyıllardır kendi “yerel tarih”lerinden başkasını tanımamış dağınık cemaatleri büyük ölçüde kurmaca bir “ulusal tarih”te birleştirmek… Bu tarihin “gerçekleri”, “olayları”, “olguları” hikâye etmesi beklenmez: hatta tam tersine… “Ulusal tarih” ne kadar destansı, ne kadar mitolojik olursa “yurttaşlar”ın ilksel (primordial) duygularına ne kadar seslenebilirse o kadar inandırıcı olacaktır. Bu aşamada yurttaştan beklenen aklını kullanması, eleştirel düşünmesi vb. değil, “iman etmesi”dir.

Aydınlanma’nın kapıdan kovduğu din, böylece ulus imali sürecinin üçüncü unsuru olarak bu sürece “bacadan” dahil olur. Din ulus biçimlendirme süreçlerine farklı biçimlerde dahil edilebilecektir; ancak bunun için ekümeniklik iddialarını geriye çekerek kendini “ulus”la bitişik sunması gerekecektir. Örneğin, ulus-devletlerin biçimleniş çağında ekümenik Katolisizme karşı “ulusal kiliseler”ine rücu eden Protestanlık kapitalizm ve ulus-devlet biçimlenişiyle daha sorunsuz bir ilişki kurabilmiştir.

Bir başka unsur ise, “ortak dil”i yaygınlaştırmanın yanı sıra, B. Anderson’un deyişiyle yurttaşlar topluluğunda bir “eşzamanlılık” ve bir yazgı ortaklığı yaratacak tarzda işleyen basındır.

Ve nihayet başta edebiyat (özellikle roman ve şiir) olmak üzere kültürel ürünler… Yurttaşları ortak bir duygulanım kalıbına dökmek, onlarda paylaşılan bir duygu ve düşünce alanı yaratacak tarzda işlerler. (Bir XX. yüzyıl ürünü olan popüler kültür de uzun süre benzer bir işlevi üstlenmiştir: Milli maçların, Eurovizyon tarzı yarışmaların yarattığı “ulusal” taraftarlık duygusunu düşünmek yeterlidir…)

Tüm bu, ulus biçimlendirici etkenler, kendini “ulus”u içinde evinde hisseden, primordial akrabalık duygusunu yaşayan türdeş, itirazsız ve olabildiğince az eleştirel bir “yurttaşlar cemaati”ni oluşturmak (ve aynı zamanda “ulusal” sanayinin gereksindiği işgücünü biçimlendirmek üzere zorunlu kılınmış bir temel eğitim süreci içerisinde yurttaşlara aktarılır.

Görev, tamamlanmıştır.

 

GÜNÜMÜZDE MİLLİYETÇİLİK: AKP TÜRKİYESİ’NE DAİR BİRKAÇ NOT

 

Ulus kuruculuğu evresini çoktan geride bıraktık. Ama yeryüzünün küreselleştiği, devletlerin etkilerini yitirdiğine ilişkin söylencelerin pompalandığı bir çağda milliyetçiliğin yeri ve rolü nedir?

Öncelikle, neo-liberal küreselleşme süreçlerinin harekete geçirdiği bir dizi siyasal gelişme, (sosyalist sistemin çözülmesine eşlik eden mikro-milliyetçiliklerin yükselişi, Batı-dışı dünyada Batı modelinde biçimlenmiş seküler ulus-devletlerin halklarda yarattığı düşkırıklığına tepki olarak gelişen dinsel milliyetçilikler, etnik kalkışmalara tepki olarak yeniden yükselişe geçen milliyetçi galeyan -ki son dönem Türk milliyetçiliği bu bağlama yerleşir) milliyetçiliğin sonunun sanıldığı gibi gelmediğini gösterdi.

Bu durum, günümüzde milliyetçiliğin reaktif veçhesini açıklıyor. Etnik ya da ayrılıkçı iddiaların yükselişi, bunlar karşısında hâkim ulusun tepkisi, özellikle İslâm coğrafyasında baş gösteren, ulusu seküler temellerdense dinsel temelde yeniden tanımlama girişimleri, küresel gelir uçurumunun tetiklediği Güney’den Kuzey’e yönelen kitlesel göç ve göçmenleri işlerine ve yaşam koşullarına bir tehdit olarak gören Kuzeylilerin sık sık şiddetli biçimlere bürünen tepkileri…

Ancak günümüzde milliyetçilik salt bir reaksiyon hareketinden ibaret değil. Onun bir de proaktif veçhesi var.

Açımlayayım.

Günümüzün “küreselleşen” dünyasında, artık ne bir ulusal pazardan söz etmek ne de ulus-devletin motor gücünü oluşturacak “millî burjuvazi”lerden … Burjuvalar, dünyanın her yerinde, çokuluslu sermaye hareketlerine katılmanın avantajlarının farkına varmış durumdadırlar.

Ancak bu durum, neo-liberal rüzgârların hızlı estiği 1980’lerde postmodern ideologların kehanet ettiği üzere ne ulus-devletlerin sonunu getirmiştir, dolayısıyla ne de ne de milliyetçiliklerin.

Günümüzde çok-yönlü sermaye hareketlerinin ve kapitalizmin bir Batı mamûlatı olmaktan çıkması ve dünyanın her yerinde gözükara serüvencilerin katılımına açık bir hâle gelmesinin sonucu, ulus-devletler yerel girişimcilerin dünya piyasalarında kendilerine yer açma ve diğer rakip yerel burjuvazilerle yarışabilme konusunda uygun bir araca dönüşmüşlerdir. Ulus devleti denetleyebilme yetisi, yeni yükselmekte olan “korsan” burjuvazilere kaynaklara erişim konusunda eşsiz bir fırsat sunmaktadır.

Bu durumda milliyetçiliğin, “güçlü bir bölgesel devlet olma” retoriğiyle bu sınıfların girişimlerine kitlesel destek sağlamanın aracı olduğunu söyleyebiliriz.

Günümüz Türkiyesi’nde milliyetçiliğin hem reaktif, hem de proaktif veçhelerini birden gözlemlemek mümkün. Kürt talepleri karşısında reaktif bir milliyetçilik sürekli olarak kaşınırken, özellikle AKP iktidarı ve temsilciliğini üstlendiği “yeni” (“Anadolu kaplanları, “modern muhafazakârlar” vb. çeşitli terimlerle tanımlanan) burjuvazi ise, yeni-Osmanlıcı bölgesel iddialarla proaktif bir milliyetçiliği körüklemekte.

Teslim etmek gerekir, AKP milliyetçiliğinin Kemalist ya da ırkçı milliyetçilikten kimi farkları var: öncellerinden farklı olarak, ne Batıcı, ne de “Türkçü” bir milliyetçilik bu.

“Ulus”u daha dinsel terimlerle ve “ümmet”e yakın olarak tanımlayan, “uygarlık” yönelişini ise “Batı”dan “İslâm”a doğru kıran muhafazakâr bir milliyetçilikten söz ediyoruz.

AKP, daha doğrusu onun deklare edilmemiş iktidar ortağı Fethullah Gülen hareketi, İslâm dinini (ve hiç kuşkusuz ki onun Sünni yorumunu) temel alan yeni ve “etnik-olmayan” bir milliyetçiliği tanımlamanın peşindeler. “Ümmetçilik”leri, bu nedenle Tüm bir “İslâm alemi”ndense “misak-ı millî” sınırları dahilinde yaşayan Müslüman unsurları kapsıyor.

Ve bu yeni milliyetçilik, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu döneminde özellikle Orta Doğu üzerindeki nüfuzunu yeniden canlandırma girişimlerine kitlesel destek devşirmeyi hedefliyor.

Bir başka deyişle, neo-liberal siyasalar sonucu istihdam dışına düşen, taşeronlaşan, sosyal güvenlik alanları gittikçe daralan, reel gelirleri düşen “Müslüman” Türkleri “Orta Doğu’daki enerji kaynak ve hatları üzerinde söz ve denetim sahibi bir Türkiye” hayalinin peşinden koşmaya, bu uğurda girişilebilecek savaş ve siyasal altüstlüklere katlanmaya ve bu uğurda seferber olmaya çağırıyorlar…

Toparlıyorum.

Gördük ki milliyetçilik (ve onun biyolojik kriterlere bağlanmış versiyonu olan ırkçılık) bir “kimlik politikası” olmanın çok ötesinde anlam ve işlevlere sahip.

“Kimlik politikası”nın ima ettiği “biz”lik duygusu, birbirleriyle ne köken, ne toplumsal konum, ne iktisadî koşullar, ne de kültürel birikim olarak ilişkisi olmayan ve yaşamları boyunca aynı “millet”e mensup oldukları diğer kişilerin büyük bölümüyle hiç karşılaşmayacak olan “yurttaşlar”ı çeşitli konularda seferber edebilmek amacıyla, burjuvazi(ler)in imal ettiği bir ideolojik yanılsamadan başka bir şey değildir.

Esas içerimi ise “kaderde tasada ortak” bir millet olduklarını düşünen yurttaşları, iktisadî ya da siyasal krizlerde özverili davranma yönünde harekete geçirebilme kapasitesidir.

 

5 Mayıs 2013, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 5 Mayıs 2013 tarihinde Pangea Kültür Evi’nde (İstanbul) düzenlenen söyleşide yapılan konuşma… Kaldıraç, No:146, Ağustos 2013…

[2] Hannah Arendt.