Anasayfa , Köşe Yazıları , Krizin Ekonomi-Politiği[1]

Krizin Ekonomi-Politiği[1]

temeldemirer“Plus ça change plus
c’est la même chose!”[2] 

Krizin ekonomi-politiğini kavramak, açıklamak; ilk adımında somuttan soyuta yönelmeyi “olmazsa olmaz” kılar.

Özellikle sosyalizmin ikinci büyük dalgasının geri çekilmesiyle, yani reel sosyalist sektörel deneyimin likidasyonuyla devreye sokulan postmodern “elveda”/ “tarihin sonu” söylencelerinin yığınlar nezdinde yarattığı erozyon; soru(n)ları yeniden irdelerken (devrimci soyutlamadan asla vazgeçmeden!) somuttan hareket etmemizi vazgeçilmez kılıyor. (Biliyorum bu tutumum, “olguculuk”, “pozitivizm” vs… “eleştiri/itiraz”lara muhatap olacak!?)

Bu ön saptamadan hareketle, hatırlatmakla başlayalım:

* New York Üniversitesi ekonomi profesörlerinden Nouriel Roubini, CNBC Europe’a yaptığı açıklamada, “Sadece ABD’de değil, Avrupa, Japonya, Kanada, Yeni Zelanda ve İngiltere’de dünya çapında bir durgunluk yaşanacak” derken; ABD’de iki yıl daha durgunluğun süreceğini, işsizlik oranının da yüzde 8.5-9 seviyelerine tırmanacağını, emtia fiyatlarının yüzde 20 düşeceğini öngördü!

* IMF ve DB, yoksul ülkelerin krizden dolayı en ciddi, hatta kalıcı hasarlarla karşı karşıya kalacağı uyarısında bulunurken; Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick ve IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn ortak basın toplantısı düzenleyerek 2007 yılında 100 milyon insanın açlıkla karşı karşıya kaldığını hatırlatıp, “Bu sayı artacak” dediler!

* Krize karşı ‘Kurtarma Paketi’, ABD’de 850 milyar dolar, İngiltere’de 400 milyar sterlin, İspanya’da 100 milyar euro, Fransa’da 360 milyar euro, Almanya’da 500 milyar euro, İrlanda’da 400 milyar euro, Norveç’de 350 milyar kron, Portekiz’de 20 milyar euro, Hollanda’da 20 milyar euro, Rusya’da 86 milyar dolar olmak üzere 3.6 trilyon dolara patladı!

* 13 bankaya el koyan ABD, finans şirketlerinden 250 milyar dolarlık hisse daha aldı!

* ABD, önce 700 milyar dolarlık paket açıkladı, yetmedi, 150 milyar dolar daha ve 20 Ekim 2008’de ABD Merkez Bankası (Fed) Başkanı Ben Bernanke, Kongre’den bir yenisini istedi! Vb’leri…

Ancak yama dikiş tutmuyor; uzun süre de tutmayacak! Yani “kurtarma operasyonları”ndan sonuç almak olanaklı değil; taşıma suyla değirmen dönmez derler ya; işte tam da öyle bir şey…

Bu kriz başka kriz! Paniği önlemek için alınan önlemler ve yapılan açıklamalara rağmen dev sorunlar olduğu gibi yerinde duruyor ve tünelin ucu görünmüyor! George Soros’un, “Oyun bitti” sözleriyle betimlenilmesi mümkün olan bir ufuktayız artık…

“Nereye gidiyoruz?” sorusunun yanıtını, “Krizin sorumlusu politikacılar hatta ekonomistler, kriz hakkında hiçbir şey bilmiyor,” vurgusuyla Ignacio Ramonet şöyle veriyor: “Tüm bu felaketlere ve yıkımlara yol açan sistem ortadan kaybolmak zorunda. Politik bir Rönesans’ın arifesindeyiz… Yüzyıllık dönüşümün hemen eşiğindeyiz…”

Evet, “Yüzyıllık bir dönüşümün eşiğindeyiz”! Durum bu; böylesine devasa ölçekli… Ve ne ilginçtir ki, “Şaşkınlıklar, ekonomik analizler, siyasal değerlendirmeler, hukuksal düzenlemeler derken dünya hızla yeni bir küresel ekonomik düzen arayışına girdi. Olan oldu ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,”[3] diyen TÜSİAD’ın Brüksel’deki sesi Bahadır Kaleağası da “benzer” kanaatte…

Evet, kapitalistlerin dahi itiraf ettiği gibi, kapitalizm krizde!

Özetle; tarih hızlanıyor, daha da hızlanacak! 

I-) OLAN (VE DE BİTMEYEN) 

“Ne oluyor?” sorusunu yine somut verilerin izinde yanıtlamak için, krizin küresel resesyon eğilimini güçlendirdiği gidişatta, Independent Strategy’nin Başkanı David Roche’ın, ‘Wall Street Journal’ın 19 Eylül 2008 tarihli nüshasındaki ifadesine göz atmak gerekiyor: “Küresel krizinin reel sektörü etkileyecek kritik aşamasına daha yeni geliyoruz!”

Onun hesabına göre bankalar ile mevduat toplamayan mali kuruluşların (yani yatırım bankalarının ve kredi sigortası sağlayanların) toplam zararı 1.3 trilyon doları bulacak. Bu zararın şu ana kadar, 510 milyarı bankalara ait olmak üzere, yalnızca 760 milyar dolarlık bölümü açığa çıktı.

Avrupa’daki mevduat toplamayan mali kuruluşların zararları ise henüz gündeme gelmedi. Mali sistemde gerçek kredi daralması bu zararlar tümüyle ortaya çıktığında ve sistemdeki sermaye erozyonu belli olduğunda yaşanacak. Bu sermaye erozyonunun küresel kredi hacmini yüzde 4-6 daraltması söz konusu.

Oysa küresel ekonominin yüzde 3 büyümek için yüzde 10-15’lik bir kredi genişlemesine ihtiyacı var. Bu hesaba göre küresel ekonomide ciddi bir yavaşlamanın yaşanması, hatta bir resesyonun gündeme gelmesi olası.

Dünya piyasalarındaki çalkantıya dayanmak mümkün değil. Kötü haberler, durgunluk endişesi hisse senedi borsalarını çökertiyor, faizlere tavan yaptırıyor, emtia fiyatlarını düşürüyor…

Serbest piyasa bu “açmazla” birlikte şu gerçeklerle yüzleşiyor…

* Kriz nedeniyle önde gelen ülkelerin yaptığı harcama 9.2 trilyon dolara ulaştı. ABD milli gelirinin yüzde 25’ini ve İngiltere ise yüzde 37’sini krize feda etti. IMF de “Ekonomik canlanma için 1.2 trilyon dolar daha gerekli,” dedi…

* Dünya borsalarında 24 günde (4 ila 26 Ekim 2008 kesitinde) 10 trilyon dolar eridi.

* 2009’u iyice karartan OECD’ye göre resesyondan kimse kaçamayacak…

* Uluslararası Çalışma Örgütü küresel krizle 20 milyon kişinin işsiz kalacağını açıkladı…

İş bununla bitmiyor elbet! Kapitalizmin krizi derinleştikçe, yoksulluk, açlık dalgası da büyüyor! 

I.1-) “NASIL”IYLA NEYİN KRİZİ? 

Egemenlerden ezilenlere, hemen herkesin telaffuz ettiği soru(n) “ortak”: “Neler oluyor? Yeni bir 1929 mu yaşıyoruz?”

Daha da fazlasıyla, artılarıyla “Evet”!

Anımsayın 1929 Büyük Buhranı, borsada şişirilmiş hisse fiyatlarının aniden azalmasıyla başladı.

Sonrası da malûm: “1929 krizi… bir hesaba göre 10 yıl sürmüş, bir hesaba göre 15 yıl… Bu defa ne kadar sürecek? Bu krizin yükünü de eninde sonunda sırtında taşımaya mahkûm olan geniş kitlelerin sisteme yönelik değişim isteklerinin sonucu bu defa nasıl olacak,”[4] diye soruyor Altan Öymen…

“Yanıt” ise, küresel sistemini temelinden sarsan çöküşü değerlendirirken “Neo-liberalizmin Çernobil’i” betimlemesini yapan Daniel Cohn-Bendit de![5]

Evet ortada, etkisi çok uzun sürecek bir Çernobil var! “Dünya ekonomisinde bir resesyon yaygınlaşıyor, bir depresyon riski artıyor. ‘Yeni başlamakta olan kriz’ bu… Küresel resesyon ve kilitlenme… gündemde,”[6] diyen Ergin Yıldızoğlu’nun işaret ettiği güzergâhtadır…

Burada bir parantez açıp ekleyelim: Tüm sermaye birikim süreçleri doğal olarak belli bir tarihselliğe tekabül eden toplumsal süreçlerdir. Toplumsal olan her şeyde olduğu gibi sermaye birikim süreçleri de belirli kurumsal, örgütsel ilişkiler sisteminde kendini yeniden üretir. Alışılageldiği şekliyle modern olarak tanımlanan toplumsal ilişkiler sisteminde en önemli kurumsal ilişki, hiç kuşkusuz devlet ilişkisidir. Bu ise basitçe sermaye birikim sürecinin salt iktisadi bir ilişki olamadığı, aynı zamanda da politik ilişkiler sistemine karşılık geldiği anlamına gelir. Bu çelişkili birliktelik, basitçe sermayenin ritminin iktisadi ve politik çelişkilerle kuşatılmış olduğunu tanımlamaktadır.

Kapitalizmin uzun tarihi, bu çelişkiyi bir yanıyla emekçiler ile sermaye sınıflarının devletler ölçeğinde iktidar çelişkisi, diğer yanıyla ise devletler sisteminde devletler arası hegemonya çelişkisi olarak kodlamıştır. Hatırlanacak olursa XX. yüzyılın başında yaşanan ve genel kriz olarak tanımladığımız süreç, sonuçta bir devletler krizi olarak insanlık tarihinin önüne çıkmıştır. Biliyoruz ki bu sürecin sonucu sermaye çelişkisinin en yoğun olduğu merkez, devletler arasındaki iki büyük dünya savaşı ve tabii 1929 Büyük Bunalımı olmuştur. Yani kriz kendi vahşetini yaratmıştır. Burada şu tarihsel saptama  hiç de yanıltıcı olmaz: Kapitalizmin genel krizleri her zaman, bir insanlık krizine dönüşme eğilimi taşımıştır.

Unutulmamalıdır ki dünya kapitalizminin bugün yaşamakta olduğu derin kriz, öyle sık görülen bir olay değil. Kapitalizmin zaten kimi zaman beş, kimi zaman on yıl aralıklarla küçük krizlere düştüğü biliniyor. Bu, kapitalizmin bir üretim sistemi olarak yerleşmesinden sonra, yani XIX. yüzyıl başından itibaren, kendini düzenli olarak göstermiş bir özellik. Bu krizler kimi zaman altı ay kimi zaman iki yıl sürüp geçiyor, sermaye birikimi ve ekonomik büyüme yeniden canlanıyor. Ama bir de kendini daha uzun aralıklarla tekrarlayan ve çok daha uzun süren büyük krizler var. İşte bugün yaşadığımız kriz böyle bir kriz.

Bu krizlerden ilki 1872-1896 yılları arasında yaşanmış. Yani çeyrek yüzyıl sürmüş. Tarihte ilk kez Büyük Depresyon olarak anılan bu kriz. İkincisi, sanayi kapitalizminin 250 yıllık tarihinde bugüne kadar yaşanmış tartışmasız en büyük kriz olan 1930’lu yılların Büyük Depresyonu. Bu o kadar derin bir kriz olmuş ki, ilk Büyük Depresyon’un adını çalmış ve onu unutturmuş. Bugün Büyük Depresyon denince herkesin aklına bu ikinci kriz geliyor. 1929 yılı Ekim ayında New York borsasının çöküşüyle başlamış, oradan hızla bütün dünyaya yayılmış. Bu Büyük Depresyon ancak İkinci Dünya Savaşı ile birlikte aşılmış.

İşte bugün yaşadığımız kriz bu iki büyük krizin devamı olan bir üçüncü dalganın parçası. Bu üçüncü uzun kriz 1974-75 yıllarında başladı. İnişleriyle çıkışlarıyla otuz üç yıldır devam ediyor. 1974-1975, 1979-1982, 1990-1991 ve 2000-2001 yıllarında ciddi durgunluklara yol açtı.  

II-) YDD VAHŞETİ! 

Kriz içinde debelenen kapitalizm sürdürülemezdir; bunun kanıtı da “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i” (“YDD”) vahşetidir; emperyalist talandır! (Kimileri de buna -sadece- “küreselleşme” diyor!)

Herkes biliyor: “YDD” vahşeti, neo-liberaller tarafından “küreselleşme”nin bir vazgeçilmezi olarak sunuldu! Oysa…

Bilindiği gibi, liberalizm deyince, “bireye, onun özgürlüğüne ve kamu yararına sonuçlanacağı için bireysel etkinliklerde özgürlüğe ayrıcalık tanıyan” bir iktisadi kuram anlaşılıyor. Madalyonun bir de öteki yüzü var…

Liberalizmin “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” ilkesinin, kapitalist ülkelerde, içeride işçi sınıfını ve emekçi kitlelerini; dışarıda da, gerektiğinde emperyalizme başvurup dünya halklarını kanırta kanırta sömürerek nasıl uygulandığı da bilinmez bir şey değil. Yani homo economicus’un istekleri yerine gelmiştir ama toplumların çektikleri büyük acılar pahasına olmuştur.

Ne var ki, sistemin üstüne kuşku bulutlarını yığacak asıl olay, 1929 Bunalımı’dır. Bunalım, Birleşik Amerika’dan başlayarak kapitalizmi çarpar ve homo economicus’u ölüm döşeğine düşürür…

Yani “küreselleşme” ile ortaya çıkan yeni dünya, ABD’nin egemenliğinde, deyim yerindeyse “tek boyutlu” bir dünyadır: İktisadi, teknik, siyasal, hatta askeri yönlenişleri ABD’ce çizilen “YDD”nin dayattığı iş bölümüne uymaları istenir; ideolojiler de sona ermiştir, hatta “Tarihin sonu”dur denir…

Bunlar böylece tezgâhlanınca da ortaya sürdürülemez “YDD” ve kapitalist tüketim israfı çıkar… İşte bu konuda krizle ilintili birkaç somut veri:

* Uluslararası yardım kuruluşları açlıkla boğuşan insan sayısının 1 milyara yaklaştığını açıkladı. Gıda sorunu, mali krizle birlikte tırmanışa geçti… Oxfam, 16 Ekim Dünya Gıda günü nedeniyle yayımladığı raporla uyardı: Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan yaklaşık bir milyar kişi, gıda fiyatlarının artması nedeniyle aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya… Yine rapora göre, pirinç ve tahıllar gibi temel gıdaların fiyatlarındaki artış, 2008’de 119 milyon kişiyi daha açlığa sürükledi, dünyada hâlen 967 milyon kişi yetersiz besleniyor…

* BBC Dünya Servisi’nin yaptırdığı bir araştırmaya göre de, 26 ülkede halkın yaklaşık üçte ikisi, artan yiyecek ve enerji fiyatlarından çok büyük ölçüde etkilendi…

* Dünyada, 2008’in ilk 3 aylık döneminde gıda fiyatları yüzde 53 arttı…

* Temel gıda fiyatlarının üç yılda (2006-2008) yüzde 83 yükseldiği dünyada 800 milyondan fazla insanın yatağa aç giriyor…

* AB’nin üçüncü büyük ekonomisi İtalya yoksulluğa teslim oluyor…Caritas’ın 11 Ekim 2008 günü yayımladığı raporda, kuzeyin “zengin” şehri Milano’da 85 bin vatandaşın risk altında olduğunu vurguladı…

* Kriz, 2008 haziran ayı sonunda, hükümetin kendi eliyle hazırladığı ve her 8 Almandan birinin resmen yoksul ilan ettiği bir “yoksulluk raporu”nun ardından sahneye çıktı. Rapor, devletten işsizlik parası, çocuk parası türünden yardımlar almasalar, Almanya sokaklarındaki her 4 kişiden birinin yoksul sayılacağını gösteriyordu…

* Küresel finans krizi, işyerlerinin kapatılması, gıda ve petrol fiyatlarının artması daha fazla ABD’liyi aylık gıda kuponları almaya zorluyor. Finans krizi ve yoğun işten çıkarmalar sebebiyle gıda kartları ile hayatta kalmaya çalışan Amerikalıların sayısı arttı… Nüfus Sayımı Bürosu’na göre 37 milyondan fazla Amerikalı fakirlik sınırın altında. Fakirlik sınırı, dört kişilik bir aile için yılda 21 bin dolar…

* Kapitalist tüketimin çarpıcı israfı eşliğinde Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı kapsamlı araştırmaya göre, gelişmiş ülkelerde doğan insanları ortalama 80 yıllık bir ömür bekliyor. Gelişmemiş ülkelerde ise 45 yıllık bir yaşam bile normal sayılıyor…

Sınırsız kâr, talan ve sömürünün oluşturduğu kapitalist neo-liberal küreselleşmenin yarattığı tablo budur; kriz de (aynı zamanda yarattığı) bu tabloda boy vermiştir!

III-) KRİZ NEDİR? 

Kriz bir çöküştür; hem de her konuda ve her alanda…

Bir çöküş ve iflas olarak kriz, eşzamanlı kesitte tehlike ve imkân da demektir…

1933 yılında ‘Bilim Nereye Gidiyor?’ başlıklı makalesinde Max Planck, “Kriz”i, “Tarihin çok özel bir anı”, “kritik dönüm noktası”, “kişisel ve toplumsal hayatta temel değerlere karşı takınılan genel tavırda” temelli değişim olarak tanımlamaktaydı. Ayrıca sürdürülemezlik de, krizin başat öğelerindendir. Kaldı ki kapitalizmle insanlığın yaşadığı da budur. Bir yanıyla da kaos da diyebileceğimiz bu süreçtir… Zaten kapitalizmin 1970’lerde içine girdiği süreç kaostur…

Uzatmalı özellikler taşıyan krizin, etkileri de uzun olduğundan; kapitalizmin önlenemeyen krizinden, daha doğru bir deyişle onun doğasına mündemiç krizinden söz edilmelidir.

Hem de “Ekonomik kriz[in], kapitalizmin ‘doğa’sında mevcut olduğu[nu]… öngörmek aslında hiçbir şey söylememiş olmaktır,”[7] diyen Ömer Laçiner’e aldırmadan…

Çünkü sürdürülemez bir ekonomik sistem olarak kapitalizm artık topyekûn bir yıkıcılıktan başka bir şey değildir; çevrebilimsel ekonomi uzmanı Herman Daly’ın, “Yokoluşu, büyümeye saymak”[8] yanılgısını haklı olarak şiddetle eleştirmesi de, bundandır!

“Kapitalizmin kendini durmadan yenilediğini iddia eden”(?!) neo-liberallerden “Belki eski bir tanımdır ama Schumpeter’in yıkıcı yaratıcılık dediği olguyu kapitalizm çok iyi öğrenmiştir. Her krizden sonra kapitalizm bir miktar gerilese, bir miktar sorun yaşasa da sonunda büyük bir birikimle yeniden doğar. Maksadım edebileştirmek değil ama kapitalizmi küllerinden her defasında yeniden doğan Anka kuşuna benzetmek gerek. Bu dönemi de kapitalizm aşacaktır,”[9] diyen Hasan Bülent Kahraman’ın ve benzerlerinin anlayamadığı, kapitalizmin doğasına mündemiç olan ekonomik krizin günümüzdeki versiyonunun, “yaratıcı bir yenileme” olmak bir yana, topyekûn yıkım özelliği taşımasıdır…

Devam edersek; “Kriz, kapitalizmin ‘gerçeğinin’ gözler önüne serildiği, yıllardır satılan fantezilerin birden gülünçleştiği andır.

Yine böyle bir andayız. İstikrar, refah, ‘piyasalar kendiliğinden dengeye gelir’ fantezileri buhar oldu uçtu. Borsalar çöküyor, ‘Siyaset elini ekonomiden çeksin, devlet müdahalesi kriz yaratır’ diyenler, şimdi devlet kapısında. ‘Büyük insanlık’ ise şaşkınlık ve korku içinde. ‘Büyük insanlık’ şaşkınlık içinde soruyor: ‘Hani artık bir daha olmayacaktı, dersinizi almıştınız? Refah devletinin ‘büyük yükünden’ kurtulunca kuşlar gibi uçacaktık?’

Korku içinde, çünkü tasarrufları, emeklilik fonları eriyor, evini, işini kaybetmek üzere, en temel gıda malzemeleri el yakıyor. Kısacası ‘büyük insanlık’ can derdine düşmüş. Birileriyse mülkiyet korkusundan olacak, soruyorlar: ‘Karl Marx haklı mıymış?’…

‘Marx haklı mıydı?’ diye sormadan önce, adamın, kriz üzerine ne dediğini de bilmek gerekir. Bunun için de Artı Değer Teorileri ciltlerine gidip, orada sorduğu şu sorudan başlarsanız işiniz belki kolaylaşabilir: Orada Marx, krizin her alışveriş işlemi içinde potansiyel olarak var olduğunu söyler: Alan ve satan karşılaşmaz ya da anlaşamazsa mal ve para ortada kalır. Sorduğu soruysa şöyle: Meta ilişkisinde potansiyel olarak var olan kriz, kapitalist üretim biçiminde bir gerçekliğe nasıl dönüşür? Marx bu sorunun cevabının bizzat sermaye ilişkisinin içinde yattığına işaret eder. Kapital’de de değerler düzeyinde bunu açıklar. Sermayenin birikiminin önündeki en büyük engelin, bizzat sermayenin kendisi olduğunu basit bir denklemle gösterir….

Karl Marx’ın başyapıtının alt başlığı ‘eleştiri’ sözcüğünü içerir. Eleştiri ise belli bir duruşu, durulan bu noktadan bakarak konuşmayı öngörür. Bu duruş, salt bugüne ilişkin de değildir. Bu duruş, Spartaküs ayaklanmasından Fransız devrimine, Paris Komünü’nden Rus devrimine, İspanyol iç savaşında emperyalizme karşı direnişlerde hep dünyanın ‘sefillerinin’ yanında, güçlülerinin karşısında olmakla ilgili bir duruştur. Belli sadakatleri, etik (eşitlikten, özgürlükten yana, baskı ve sömürüye karşı) tutumları gerektirir.”[10]

Kriz kapitalizme mündemiç ise eğer,  kriz konusunda kapitalizmin en bütünlüklü eleştirisi olan Marksist çözümlemeye müracaat edilmesini “olmazsa olmaz kılar”!

Marx kapitalizmin yasalarını çözümlerken esas olarak sermayenin önündeki engelin yine kendisi olduğunu ifade ederek, “Eğer bu yeni birikim, yatırım alanlarının yeterince mevcut olmaması sayesinde yani üretim dallarındaki bir artığa ve kredi sermayesindeki bir arz fazlalığına bağlı olarak istihdamda zorlukla karşılaşacak olursa kredi olarak verilebilir sermaye, sermayedeki bu aşırı bolluk basit bir biçimde kapitalist üretimin sınırlarını gösterir… Onun genişleme yasalarında, yani sermayenin kendisini sermaye olarak gerçekleştirebileceği sınırlarda sahiden de bir engel içkin olarak mevcuttur,”[11] demiştir…

Yani Marx krizi kapitalist üretim tarzının bir hareket yasası olarak analiz etmiştir.

İlk düzeyde, kapitalizmin anarşik doğası krizleri olağan bir sonuç hâline getirir.

Bugün yaşanan kriz, kapitalizmin tarihsel gerilemesinin ve insanlığın önünde bir engel hâline gelmesinin ifadesidir.

Marx için krizler aynı zamanda kapitalist üretim tarzının üretici güçlerin daha ileriye doğru gelişmesinin önünde bir engel hâline gelmesinin ifadesidir. Kapitalizm kendi gelişmesi içinde üretici güçleri toplumsallaştırır; buna karşılık kapitalist üretim tarzının kendisi mülk edinme açısından bütünüyle özel mülkiyet üzerinde yükselmektedir. Toplumsal üretim ile özel mülk edinme giderek çelişkiye girer. Bu, kendini, çoğu zaman zannedildiği gibi, üretici güçlerin kapitalizm altında gelişmesinin mutlak bir olanaksızlığı biçiminde değil, varolan üretici güçlerin dönemsel olarak tahribinde bulur. Marx (ve Engels), Komünist Manifesto’da ekonomik krizlerin kapitalizmin gelişmesi içinde “her seferinde burjuva toplumunun varoluşunu daha da korkutucu biçimde tehdit ettiğini” belirtir.

Bu saptamalardan hareketle Marx’ın ekonomi doktrini, “kabaca” şu alt başlıklarda özetleyebiliriz:

i) Artı-değer, ücretli işçi tarafından üretilen, fakat kapitalist tarafından karşılığı ödenmeksizin yaratılan ek değerin adıdır. Kâr ile ücret her zaman ters orantılıdır.

ii) Devlet, bir toplumsal sınıfın öteki üzerindeki egemenliğini sürdürmeye yarayan bir toplumsal düzenleme aracıdır.

iii) Sermaye verimliliği, işletmeleri yatırıma ve istihdam yaratmaya itecek düzeyde olmadığı zaman, kâr edilse bile, bu kâr düzeyi düşük kaldığından bunalım ortaya çıkar.

iv) Aşırı birikim, genellikle genişleme dönemlerinde ortaya çıkmakla birlikte açık bir bunalımın belirtileri görününceye kadar gizli kalır. Kâr oranının düşüş hızını artıran aşırı üretim çağımızdaki bunalımların en tipik göstergesidir. Kârını en üst düzeye çıkarabilmek için her kapitalist ücret maliyetini indirmeye çalışır. Bu da satın alma gücünde sınırlamaya yol açar. Aşırı üretim nedeniyle kâr olanaklarının azalması ve daralan pazar bunalıma yol açar.

v) Sermayenin değer yitimi, bunalımın neden olduğu iflaslar, yeniden yapılanmalar, yutma ve birleşmelerin sonucudur. Sermayenin en yetersiz biçimleri devre dışı kalırken, en üretken sermaye bu bunalımdan başarıyla çıkar ve kâr yaratıcı yeni bir birikimi ortaya çıkarır.

vi) Ürünleri için durmadan genişleyen bir pazara gerek duyması, kapitalizmi yeryüzünün dört bucağına salar. Kapitalistler her yerde yuvalanmak, her yere yerleşmek ve her yerle bağlantılar kurmak zorundadır. Bu onun varoluşunun koşuludur.

Buraya çok dikkat edilmelidir. Çünkü bir sermaye birikimi modeli olarak kapitalizm, ulaştığı her düzeyde sermaye birikimi dinamiğine dahil etmediği alanlara yayılarak gelişler. Rosa Luxemburg, ‘Sermaye Birikimi’ başlıklı yapıtında bunun altını özenle çizer.

Yani söz konusu durum, bir yandan kapitalizmin dünya üzerinde yayılmasıdır, diğer yandan, meta ilişkisinin insani yaşamın en ücra köşelerine girmesidir. Küreselleşme ve piyasalaştırma bu iki dinamiği temsil eder.

Kapitalist dinamik, üretimde verimlilik artışının yanında, o güne kadar metalaşmamış ve parasal ilişkilerin hâkim olmadığı alanlara yayılarak, sermaye birikimi sürecini yürütür. Kapitalizm 20-30 yılda, bir yandan bütün dünyaya daha fazla yayılarak, diğer yandan emeğin yanında tüketimin de bütünüyle sermaye birikimine tabi olmasını sağlayarak gelişti. Ücretler üzerinde yaratılan baskı, tüketici kredileri aracılığıyla dengelenmeye çalışıldı. Çöken kredi sistemi, bu dinamiği tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

Böylece, Marx’ın kapitalizmin temelini oluşturduğunu söylediği emeğin sermaye içinde vücut bulmasının yanında, tüketimin de bütünüyle ve sadece piyasa içine alınması tamamlandı. Genelleşmiş kredi sistemi, özellikle konut ve tüketici kredileri ve bunlara dayanan karmaşık mali araçlar, bu bağımlılık ilişkisini yaygınlaştırma ve pekiştirme işlevi gördüler. Mali sistemin derinleşmesi ve yayılması, bir bakıma toplumsal bünyeye kapitalizmin daha fazla nüfuz etmesinin akıncılarıydı…

Bunların hepsi, verili kriz konusunda Rosa Luxemburg’un dediklerini anımsatır.

Anımsanacağı üzere Rosa Luxemburg’a göre, kapitalizm her yerde hüküm kurar, dünyadaki bütün insanlar için tek üretim biçimi hâline gelirse daha fazla yayılamaz ve gelişemez. O zaman olanaksızlığı çok açık bir şekilde görülür. Kapitalizm ancak sürekli devinim, genişleme ve yayılma içinde olanaklıdır. Dünya sistemi olmaya uğraşır, ancak dünya sistemi olarak olanaksızlaşır. Şu anda Amerika’dan başlayıp tüm dünyayı saran kriz apaçık bu tespitin sinyalidir. Bu noktada insanlık şimdilerde kendi Frankeştaynı ile boğuşmaktadır. Henüz Rosa Luxemburg’un söylediği aşamaya gelinmedi. Ancak giderek daha hızlı, o noktaya yürüyoruz.

Toparlarsak: Kapitalizm ücretli emek gücü sömürüsüyle artı değer yaratma üzerinden şekillenen bir üretim sistemi/tarzıdır. Daha XIX. yüzyılda bir dünya sistemi hâline gelmiş, üretim ve sermaye hareketi uluslar arasılaşmış ve emperyalizm döneminde tüm ülkelerin ekonomisi dünya kapitalist pazarının halkalarına dönüşmüştür. Kapitalizm kâr amacıyla üretimdir, rekabete dayalıdır, bilinmeyen bir pazara durmadan meta (ve sermaye) sürümüdür.

Birbirleriyle keskin rekabet içinde ve daha fazla kâr için dünya kapitalist pazarına meta süren kapitalistlerin bu pazarda tüketimin sınırlarını planlı belirleme olanakları yoktur. Kapitalistler kitlelerin ihtiyaçları için değil kâr için üretirler. Bu, pazardaki meta yığışımı ile kitlelerin satın alma gücü arasında uçurumu kaçınılmaz kılar.

Kapitalizmin krizlerinin kaynağı bu aşırı üretimdir. Krizler devrevi(döngüsel)dir. Kapitalizm sadece iktisadi “çevrim” değildir. Bir tarafta üretim araçları mülkiyetine sahip küçük bir azınlık öte tarafta üretim araçlarından yoksun kılınan ve emek gücünü satarak yaşam olanağı bulan milyonlarca ve milyonlarca işçi-emekçi vardır. Bu çelişki kapitalizmi yıkıma götürecek tüm dinamikleri barındırır.

Krizler kendiliğinden yok oluşu getirmezler. Ama sömürülen ve ezilen kitlelerin kapitalizme karşı mücadelesinin koşullarını olgunlaştırır, kapitalizmin mezar kazıcılarının hazırlığına bağlı olarak sömürücülerle sömürülenler arasındaki çatışmayı keskinleştirirler. Tarihi yapan insandır ve kapitalizm, içerdiği uzlaşmaz karşıtlıklar nedeniyle yıkıma mahkûmdur. Onu yıkacak ve sömürüsüz bir yeni toplumsal sistemi kuracak olan işçi sınıfını kaçınılmaz biçimde ve durmadan yaratan da kapitalizmdir…

Çünkü mülksüzleştirenleri mülksüzleştirerek topyekûn bir yıkıma dönüşen kapitalist talan, tam da onun anti-tezi tarafından aşılabilir!

Yani krizin kendi vahşetini yarattığına dikkat çeken Ankara Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahmet Haşim Köse’nin, “Kapitalizmin krizleri her zaman, insanlık krizine dönüşme eğilimi taşımıştır,”[12] dediği koordinatlarda kolektif işçi sınıfı, yok oluş tehdidine maruz bırakılan insan(lık)ın kurtuluş davasını sahiplenirken, sadece ekonomik değil, beşeri soru(n)lara da sahip çıkar!

Ancak bu söylenildiği kadar “bire bir” veya “basit” ya da “doğrusal” değilken; söz konusu sorunu çözebilmek için işçi sınıfı ekmekten çok onur ve başkaldırıya muhtaçtır.

Evet, evet tam da böyle!

Hem de kapitalistler açısından yeni bir sınıf uzlaşması aramanın, sosyal demokrasiye yönelmenin, hem krizde bu günü kurtarmak, gelecekte de iktidarlarını korumak için hızla (Obama gibi!) tek çare olmaya başladığı güzergâhtadır… 

IV-) “SERBEST PİYASA”NIN İFLASI 

‘Kapitalizmin Krizi veya Otuz Yıllık Yalanın Sonu…’ başlıklı yazısında Fikret Başkaya’nın dediği gibi, “Önce bir yalan ürettiler. Ürettikleri yalanın adı neo-liberalizmdi…”

ABD Merkez Bankası Fed’in efsanevi eski başkanı Alan Greenspan, “Piyasa rekabetinin ve serbest piyasaların bir temel taşı kırıldı. Bunun nasıl olduğunu hâlâ tam anlamıyorum,” derken tam da yalanın bittiği yerdeyiz: “Serbest piyasa” hurafesi iflas etti! “Serbest piyasa” ruhbanlarının “vaazları”na karşın yaşananların bir kez daha kanıtladığı üzere bu çok açık ve net!

Yoruma gereksinimi olmayan somut gerçekliğin karşımıza diktiği üzere hava döndü… Henüz işçiden, emekçiden yana esiyor değilse de yel, neo-liberal ortodoksinin “tartışılmaz tek doğru”(!) olduğuna ilişkin “serbest piyasa” dogması, bir bütün olarak dünya ekonomisinin yaşadıklarıyla bir kez daha ölümcül darbeler aldı. “Serbest piyasa iddiası”nın beş temel direği sarsıldı!

Görünen köy kılavuz istemese de sıralayalım:

i) Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler: Birkaç istisna dışında hiçbir şirketin batmasına izin verilmedi. 1980’lerde ‘gölge etmesin yeter denilen’ devlet, iflasa sürüklenen şirketlerin ‘kurtar bizi’ çağrılarıyla geri geldi. Fed ile birlikte tüm merkez bankaları piyasaların zararını para basarak da olsa kapatma yarışına girdi.

ii) Temel ve nihai amaç kâr maksimizasyonudur: Lehman Brothers, Merrill Lynch, Morgan Stanley ve Bank of America gibi dünya finans devleri bile kârlarından oldu. Zararlar hem borsada hem de bilançolarında tuz buz oldu.

iii) Üretim araçlarının özel mülkiyeti esastır: Devletin ekonomiden toptan çekilmesini öneren sistem, zararlarını kapatamayınca, hükümetleri göreve çağırdı. Avrupa ve ABD’de bazılarının tarihi XIX. yüzyıla kadar giden şirketler ilk kez devletleştirildi.

iv) Her birey rasyonel beklentilerine göre davranır: Parasalcı ekolün temel direği olan ve bireylerin ekonomiyle ilgili tam bilgiye sahip olduğunu varsayan teori derin yara aldı. Teorinin, kişilerin tüm makro ekonomik değişimleri dikkate aldığı varsayımı, küresel belirsizlikler nedeniyle çöktü.

v) Her arz kendi talebini yaratır: Artan güvensizlik, düşen üretim ve aşırı tüketime bağlı olarak artan borçlar nedeniyle arz ile talebin kesiştiği noktada oluşması beklenen fiyatlar uçtu. Enflasyon yine küresel tehdit olarak sistemin kucağına düştü.

Bu durumda (hızlı neo-liberal!) Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy bile 23 Ekim 2008 günkü konuşmasında şunları söylemek zorunda kaldı: “Serbest piyasa ideolojisi artık güvenilirliğini kaybetmiştir. Ekonomi, başarılı olmak için, devlet müdahalesine muhtaçtır (…) Piyasanın diktatörlüğü ideolojisi bitmiştir. Tarihçiler bir gün gelecek ve XXI’inci yüzyılın asıl başlangıcının bu kriz olduğunu göreceklerdir…”

Aynı konuda Bordeaux Siyasal Bilimler Üniversitesi öğretim üyesi ve Keynesçi Araştırma Birliği Başkanı Edwin Le Heron ise şunları söylüyordu: “Devletten her söz ettiğimde Marksist olmakla suçlandım. Oysa Keynesçiler sadece daha fazla ‘regülasyon’ olduğunda insanlar daha fazla kazanırlar demekle yetiniyorlar. Fransız Cumhurbaşkanı’nın söylediklerini tebessümle karşılıyorum. Eğer aynı şeyleri ben söylesem Bolşevik olmakla suçlanırdım!”[13]

Evet! Varılan nokta burası! Ki bu da, “serbest piyasa” ruhbanı için ibret verici olsa gerekir değil mi?

O hâlde şimdi “serbest piyasacılar” için yüksek sesle itiraf zamanıdır: “Serbest piyasa” yalanları bir kez daha hayat tarafından test edildiğinde, “son kullanma tarihi”nin geçtiği ortaya çıkmıştır…

Yani Adam Smith’in, “piyasaları ‘görünmez el’ düzenler” vaazının karşılığı olmadığı görülmüştür!

Ancak kapitalizmin hâl-i pür melali tam da bu merkezdeyken, kapitalizmin yeminli savunucuları bu sefer de, “Adam Smith, Milton Friedman olmadıysa, John Maynard Keynes verelim,” diyorlar! 

V-) İMKÂN VE TEHLİKE! 

Bu karmaşanın orta yerinde duran ayırt edici tek gerçek ise, krizin bir imkân ve aynı zamanda da tehlike olduğudur…

Kuşku yok: Sermayenin dünya çapındaki krizi derinleştikçe, kapitalizmin sonu hakkında beklentiler, korkular ve meraklar da yükseliyor. Kapitalizmin çöküşünü “haber vermiş” kişi diye anılan Marx’ın kitaplarına ilgi artıyor. Gelecekten haber almanın gizemli çekiciliğine kapılanlar, Marx’ta bir Nostradamus marifeti bulabileceğini umanlar Kapital ciltlerinden fal bakıyorlar.

Kapitalizmin yıkılışı, içten çürümüş bir ağacın kendi kendine çöküşüne benzemez. Geleceği müjdelenmiş belli bir zamanı da yoktur. Marx da bir kâhin değildir. Kapitalizmi yıkacak olan, ne kadar derin ve uzun süreli olursa olsun krizin kendisi değil, krizin sonuçlarını devrimci bir kalkışmanın manivelası olarak kullanabilecek işçi ve halk yığınlarıdır.

Amerika’dan başlayıp Uzak Asya’ya kadar kapitalizmin bütün kentleri sarsan depremin korkusuyla Marx’ın kitaplarını açanlar, orada yalnızca bir çağrı bulacaklardır: Kapitalizme karşı ayaklanın…

Evet kriz, bu anlamda bir imkândır; ama eşzamanlı bir tehlike olarak kriz, saldırganlığın artması demektir! “Kriz ve saldırganlığın artması arasında doğruda bir bağ vardır.”[14]

Öncelikle yaşadığı finansal krizin çok yönlü etkileri arttıkça ve giderek stratejik müttefikler azaldıkça ABD daha da saldırganlaşacak ve belki de kendi kurtuluşunu yeni bölgesel çatışmaların ve savaşların çıkarılmasında arayacaktır.

Uluslararası (veya bölgesel) plandaki olasılığın yerel plandaki uzantısına gelince; “İş sadece devletin ekonomiye müdahalesiyle de bitmiyor. Ekonomik krizin ortaya çıkaracağı sonuçlardan bir başkası, hem kapitalistler arası hem de devletler arası rekabetin giderek artırması olacaktır. Çünkü yaşanan krizin sermayedarlar açısından ortaya çıkan olumsuz sonuçlarıyla birlikte, her ülkenin kapitalisti ister istemez devletinin desteğini arkasında hissetmek isteyecek, yani devletler kendi ulusal sermayedarlarını korumacı politikalar geliştireceklerdir. Bir taraftan kapitalistler arası rekabet diğer taraftan devletler arası çatışmanın siyasal alandaki sonucu, milliyetçiliğin, ırkçılığın, bölgeciliğin artışından başka bir şey değildir. Bu, küreselleşme politikalarının sona ermesi ve ekonomik ulusçuluğun yayılması anlamına gelir. Elbette ki bu süreç, temkinli bir biçimde söylemekle beraber, bir üçüncü dünya savaşının baş nedeni de olabilir. Pek doğal olarak bu türden politikaların en önemli savunucuları da yine egemen sınıflar olacaktır. Bu arada ulusçuluk/ milliyetçilik/ yurtseverlik söylemleriyle güya anti-emperyalist politika izlediğini sanan kimi solcular da bu tür bir korumacılığın savunucusu durumuna düşüp burjuva politikasına eklemlenecektir.

Elbette ki böylesi bir ekonomik korumacılığın siyasal alandaki yansıması, uygun ortamı bulduğu takdirde faşizm, olmadı baskıcı/ otoriter bir rejim olacaktır. Tabii ki böylesi bir rejimin ihtiyaç duyacağı en önemli şey, milliyetçilikten/ ırkçılıktan başka bir şey değildir.”[15]

Evet ABD’den başlayıp, dünya ekonomisini allak bullak eden ekonomik krizin kuşkusuz siyasal yansımaları da olacakken; yine ve bir kez daha imkân ile tehlike iç içe…

Haluk Şahin’in dediği gibi,”XXI. yüzyıl çok gaddar bir yüzyıl olacağa benziyor!”[16]

Ve bir şey daha: kapitalizm için “deniz bitti”; emek cephesi için yeni bir şans (ve tehlike) eşiğindeyiz; Marx insan(lık)a gülümserken… 

VI-) MARX, HER ZAMAN… 

“Kapitalizmin krizi derinleşirken, tartışılan sadece kriz değil, aynı zamanda kapitalizmin geleceği. Bu tartışma yapılırken akla gelen ilk isim ise elbette Marx’ın dedikleri…

Öncelikle; Marx’ın teorik olarak söylediği, tarihsel gelişme tarafından da doğrulanmış olan şudur; Marx kapitalist ekonominin -serbest rekabetçi dönem kapitalizmi- devrevi krizlerini ve bunların maddi temelinin fazla üretim olduğunu doğru bir biçimde tespit etmiştir. Buna karşın hiçbir yerde kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini iddia etmemiştir. Eğer öyle olsaydı Marx büyük bir devrimci komünist değil, liberal olurdu. Onun söylediği bu krizlerin proletarya devrimlerine yol açabileceği ve Avrupa’da eş zamanlı devrimlerin patlak verebileceğidir. Kapitalizmin sonunu getirecek olan da budur. Bunun kanıtı da Avrupa’da pek çok ülkede patlak veren 1848 devrimleridir. Devrimler Avrupa gericiliği tarafından kanla bastırılmıştır. 1871 Paris Komünü XIX. yüzyıldaki devrimlerin sonuncudur. Rusya’da XX. yüzyılın ilk çeyreğindeki, Marx’ın öğrencisi Lenin’in önderliğindeki Büyük Ekim Devrimi de Marx’ın öngörülerini doğrulamıştır. Yaşadığı dönemlerde Marx’ın teorik çalışmalarını bırakıp patlayan devrimlere katılması, politikacı olarak Enternasyonali kurması ve yönetmesi, ‘Kapitalizmin krizlerle kendiliğinden çökeceği’ düşüncesinin kırıntısının bile Marx’da olmadığının pratik kanıtlarıdır.

Ayrıca; Marx’ın işaret ettiği gibi kapitalist ekonomilerin devrevi krizlerden kurtulamayacağı, krizin kapitalizmin yol arkadaşı olduğudur- eleştirilen kâr hadlerinin düşme eğilimidir…”[17]

Bu tam da K. Polanyi’nin, “Piyasa düzenlenmezse kendini çevreleyen toplumu ve doğayı yok eder,” dediği veya yine Marx’ın, kapitalizmin krizini, yalnızca yok oluş olasılığının ortaya çıktığı an değil, aynı zamanda sermayenin yenilenme, temizlenme süreci olarak görmesinde[18] ortaya çıkan durumdur…

Hatırlatarak ilerleyelim: “Komünist Parti Manifestosu, kapitalizmin ve günümüz küreselleşmesinin en gerçekçi tahlillerinden birisini sunmakta ve kendisinden sonra gelen Marksist ekonomi politik öğretisinin de temellerini oluşturmaktadır. Örneğin Marx ve Engels, Manifesto’da kapitalizmin günümüz küreselleşmesine de ışık tutan şu satırları yazmaktaydı: ‘Burjuvazi üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte bütün toplumsal ilişkileri durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz. Üretimin durmadan altüst edilmesi, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılışı ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı burjuva dönemini öteki bütün dönemlerden ayırt eder. (…) Ürünleri için durmadan genişleyen bir pazara gerek duyması burjuvaziyi yeryüzünün dört bir bucağına salar. Her yerde yuvalanmak, her yere yerleşmek, her yerle bağlantılar kurmak zorundadır burjuvazi. (…) Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık her geçen gün biraz daha olanaksızlaşmakta ve çeşitli ulusal ve yerel edebiyatlardan bir dünya edebiyatı doğmaktadır.’[19]

Marx’ın kriz kuramlarında ortak olan nokta, kârın öneminin ortaya konulması ve kârlılığı devam ettiren etkenin ne olduğu sorusuna yanıt aranıyor olmasıdır. Marx’ta kriz ekonomik bir teori, politik bir sorun olarak ele alınır. Bununla birlikte, Marx’ın analizinin en önemli özelliklerinden birisi, krizlerde parasal ve finansal dolaşımın etkisinin göz ardı edilmemiş olmasıdır. Örneğin Marx, Kapital’in III. cildinde parasal dolaşım süreçlerini ele almış ve kredi ve finansal kurumların reel süreçleri nasıl etkilediğini ortaya koymuştur. Marx’a göre kapitalist sistemin anarşik ve plansız doğası gereği gelecekteki fiyatları doğru hesaplamak genellikle mümkün olamaz ve parasal krizler finansal varlıkların fiyatının azalmasına ve borç alma güçlüklerine neden olur. Parasal krizlerin en önemli özelliği malın satılamaması değil, belli bir zaman diliminde satılamamasıdır.

Gene Manifesto’dan okuyalım: ‘Dönem dönem tekrarlanarak her seferinde bütün burjuva toplumunun varoluşunu daha da ürkütücü bir biçimde tehdit eden ticari bunalımlar sırasında yalnızca eldeki ürünlerin büyük bir bölümü değil, daha önce yaratılmış üretici güçlerin büyük bir bölümü de yok olur (…). Toplum ansızın geçici bir barbarlığa geri döner; sanki bir açlık, genel bir imha savaşı bütün geçim araçlarının kökünü kurutmuş, sanayi, ticaret yok edilmiştir; peki, neden böyle olur? Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim aracı, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır.

Peki, burjuvazi bunalımların nasıl üstesinden gelir? Bir yandan yığınla üretici gücü zorla yok ederek; öte yandan da yeni pazarlar ele geçirerek ve eski pazarları daha da fazla sömürerek. Yani daha yaygın ve daha şiddetli bunalımların yolunu açarak ve bunalımları önleyebilecek araçları gittikçe azaltarak’[20] …”[21]

Küresel kapitalizm yaşanan krizle birlikte “Lale Devri’nin sonuna geldik. Batılı kuramcıların ‘tarihin sonu’ tezi de küresel kapitalizmle birlikte çöküyor. Marx haklı çıktı. Şimdi ‘Kapital’i okumanın zamanı,”[22] diye betimlenen (Marx, yeniden ve her zaman…) koordinatlardayız artık…

Şimdi yolu(muzu) açma zamanıdır! 

VII-) NE (VE NASIL) YAPMALI? 

Yolu(muzu) açmak; “Ne (ve nasıl) yapmalı?” sorusunu yanıtlamakla mümkündür…

Yolu(muzu) açmak; yoldaki engeli aşmakla mümkündür; yoldaki engel -binbir kılıktaki- kapitalizmdir…

Unutulmasın bütün dünyada, hem ülkelerin içerisinde hem de küresel anlamda bir sınıf mücadelesi olacakken; Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nca (ETUC) yapılan açıklamada kapitalizmin aşırılıklarının, kendisini iflasın eşiğine getirdiği ve gerçek ekonomi karşısında tehdit oluşturmasına neden olduğu vurgulanarak, krizin, bir dönüm noktası olması ve ekonomik politikalarda tam bir değişikliğe yol açması gerektiği kaydedilmesi boşuna değildir.

Çünkü V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “Tüm krizlerin en büyük önemi, gizli olanı açığa çıkarmaları, sınırlıyı, ayrıntıyı bir kenara itmeleri, politik moloz yığınını ortadan kaldırmaları, gerçekten yürüyen sınıf mücadelesinin gerçek saiklerini ortaya koymalarıdır.”[23]

Önümüzde kapitalizme karşı, “toplumcu geçiş talepleri”ni sosyalist iktidar kavgasına bağlama mücadelesini örgütleyen “doğrudan eylemler”le “ezilenlerin tarihsel bloku”nu yaratma görevi duruyor.

Bunun için “demokratizme” takılıp kalmayan bir birliğe muhtacız.

Geçerken anımsatayım: “Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder.”

“Emperyalizm, genel olarak tüm siyasal demokrasiyle çelişir.”

“Demokratik cumhuriyet, kapitalizmle ‘mantıksal olarak’ çelişir, çünkü demokratik cumhuriyet, zenginle yoksulu ‘resmi olarak’ eşitler. Bu, ekonomik sistemle siyasal üstyapı arasında bir çelişkidir. Emperyalizmle cumhuriyet arasında da aynı çelişki vardır. Serbest rekabetten tekelciliğe dönüşümün, siyasal özgürlüklerin gerçekleştirilmesini daha da ‘güçleştirmiş olması’ gerçeği bu çelişkiyi derinleştirir ve ağırlaştırır.”

“Kapitalizmde, istisnasız bütün… demokratik haklar… bazı koşullara bağlanmıştır, sınırlıdır, biçimseldir, dardır ve gerçekleştirilmesi aşırı ölçüde güç bir haktır.”

Marksistler “demokrasinin sınıfsal baskıyı ortadan kaldırmadığını bilirler. Demokrasi yalnızca sınıf savaşımını daha doğrudan, daha geniş, daha açık, daha belirgin hâle getirir. Gerek duyduğumuz şey de budur.”[24] 

VII.1-) EVET -BİR KEZ DAHA- İSYAN! 

Evet, insan(lık) -bir kez daha- isyana; 25 Mayıs 1966 günü Pekin Üniversitesinde, ertesi gün de Zinhua Üniversitesinde forum düzenleyen öğrenciler gibi, “İsyan haktır!” diye haykırmaya muhtaç…

Söz konusu isyan ihtiyacının bir yanında RAF’lı Ulrike Meinhof’un, “Kuramdan uygulamaya geçilmemesi için keselerine güvenip köşe yazarları yaratırlar, aciz birer birey, münzevi ve yıldız yaratırlar,” uyarısı…

Diğer yanında Prachanda’nın, “Biz Nepal halkını yarı yolda bırakmayacağız, Nepal halkı da bizi yarı yolda bırakmayacak. Bize göre, yeni bir anayasanın oluşturulması iki yıldan fazla süremez. Bunun ardından, politik denge sağlamak istiyoruz. Ancak esnek olduğumuz kadar katı da olmasını biliriz. Halkımız olanları anlıyor. Halkımız kendi tarihini yarattı. Ancak ‘büyük adamlar’ ve ‘büyük entelektüeller’ yanıldı. Onların zihniyeti paramparça oldu. Onların tezleri yalnızca kağıt üzerinde kaldı”;[25] ve Baburam Bhattarai’nin, “Bugün geldiğimiz nokta, kurşunlarla oyların birlikteliğinin sonucudur. Biz, halkın kararına saygı duyduğumuz için barış sürecine dahil olduk,”[26] saptaması yatar!

Sınırları böylesine saptanan bir alanda şefkatini ve öfkesini asla yitirmemesi gereken isyan; insan doğasıyla doğrudan çelişen kapitalizm ile onun tüm “postmodern kölelik” dayatmalarının “yabancılaşma”larına karşı başkaldırmalı ve sorunu insan(lık)a malederek siyaseti toplumsallaştırmaya yönelmelidir! 

VII.2-) RADİKAL SOSYALİZM: YENİDEN! 

Evet “Yeni Dönem”in eşiğindeyiz; bunun alâmetleri beliriyor…

Şimdi, yeniden radikal sosyalizm zamanıdır!

Hayır; buraya gelene dek postmodern zamanlarda yaşadıklarımızı unutamayız…

Sevgili Sibel (Özbudun), bunlara “Haydi Biraz ‘Ezber Bozalım’!” başlıklı çalışmasında[27] yeterince yer ayırsa da; ben de Okan Arslan’ın, “Devrimcilerin, Mesih’i bekler gibi Devrim beklemesi; yarına dair umutları ise hiç bitmez. Marksist sistemler 1990’lı yıllardan itibaren çözülmeye başladığında dahi Devrimcilerin Devrime inançları ve umutları asla eksilmemiştir… yenilen pehlivan güreşe doymaz tarzından bir yaklaşım sergilemişlerdir,”[28] diyen densiz tezviratına ilişkin söylenmesi gereken, “devrimin güncelliği fikri”nin radikal sosyalistler için her zaman ve koşulda (gündelik yaşamı devrimcileştireme fiiliyatıyla) esas olduğudur!

Tam da bunun için ve bu bağlamda devrimcinin görevi devrim yapmaktır…

Evet artık paradigma değişti: Neo-liberalizm bitti, seçenek sosyalizmdir kararlılığıyla savunmadan, saldırı konumuna geçme zamanı geliyor…

Kriz içindeki kapitalizme karşı, ancak saldırarak örgütlenebiliriz…

Krizin varlığında ortaya çıkan sorunsal, kapitalizmin bir kalp krizi yaşamış gibi ölmesi değil, şimdiye değin kurulmuş olan ideolojik hegemonyanın kırılmasıdır. SSCB’nin çöküşüyle de beslenmiş olan kapitalizmin, rekabetin, bireysel girişimin, serbest pazarın geliştirici ve iyileştirici olduğu iddiaları şimdi yerlebir oldu. Yıllarca çalışanları rekabetin, serbest piyasanın üstünlüğü ve “piyasanın sihirli eli” yalanlarıyla aldatanların bu hayal oyunu, kendi iddiaları temelinde yıkıldı. Bu nokta zahiri ideolojik yenilgimizin artık kesin olarak dönüm noktasını oluşturuyor. Tarih, Karl Marx’ın haklı olduğunu, bir kere daha papazlara bile itiraf ettirecek bir biçimde kanıtladı.

Son sözü Dev-Genç’lilerin başkanı Ertuğrul Kürkçü’ye bırakıyorum: “Kapitalizm insanlığı insanlığına kavuşturacak bir gelecekten yoksun, hatta insanlık tarihinin son bulması riskinin kendisiyse, gündemimize bir sosyal-cumhuriyeti yerleştirmenin zamanı çoktan geldi. Hatta geçiyor…”[29]– 

N O T L A R  

[1] 21 Kasım 2008 tarihinde Adana AKA-DER (Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği) Girişimi ile ÇÖDER (Çukurova Öğrencileri Derneği) tarafından düzenlenen “Kriz” panelinde yapılan konuşma… 23 Kasım 2008 tarihinde Mersin SDP tarafından düzenlenen “Kriz” panelinde yapılan konuşma… 28 Kasım 2008 tarihinde Ankara Hukuk Fakültesi’nde Özgür Eğitim Platformu’nun düzenlendiği “Kriz, Toplum ve Gelecek” başlıklı panelde yapılan konuşma… 13 Aralık 2008 tarihinde Köln Halk Kültür Merkezi ve Kolektif İnisiyatif tarafından düzenlenen “Sol, Krizi ve Geleceği Tartışıyor!” Sempozyumu’nda yapılan konuşma… 24 Aralık 2008 tarihinde Bursa Halk Meclisi’nin düzenlediği “Sermayenin Kriz Fırsatçılığı ve Emekçilerin Tutumu” başlıklı panelde yapılan konuşma… 24 Ocak 2009 tarihinde Özgür Üniversite’de (Ankara) “Krizin Ekonomi-Politiği” başlığıyla verilen Konferans da yapılan konuşma… 7 Şubat 2009 tarihinde İstanbul’da Örnektepe Halk İnisiyatifi’nin düzenlediği “Örnektepeliler Krizi ve Zamları Tartışıyor” başlıklı panelde yapılan konuşma… 8 Şubat 2009 tarihinde Aka-Der  Kadıköy şubesinin düzenlediği “Ek