TEMEL DEMİRER | 26 – 09 – 2010 |
“Arkanda duran değil,
arkasında durduğun
sana yiğitlik öğretir.”[1]
Genç bir yoldaşımın sorularını yanıtlamak, heyecan verici…
Ayrıca itiraf etmeliyim ki, heyecan verici olmaktan öte bir sorumluluk…
Heyecan ile sorumluluk arasında şeyler olacak diyeceklerim; “Yaşamdan korkmayın çocuklar. İyi, doğru bir şey yaptığınız zaman yaşam öyle güzel ki…” diye haykıran Dostoyevski’nin içtenliğiyle…
Veya Eduardo Galeano’nun ‘Aynalar’ kitabında sonsöz yerine yazdığı “Kaybolan Şeyler” bölümündeki bölümdeki iyimserlikle…
“Barış ve adalet haykırarak doğan yirminci yüzyıl, kanın içinde boğularak öldü ve bulduğundan çok daha adaletsiz bir dünya bıraktı arkasında. Yine barış ve adalet haykırarak doğan yirmi birinci yüzyıl da, önceki yüzyılın izinden gitmekte. Ben çocukken, dünyada kaybolan her şeyin Ay’a gittiğine inanıyordum.
Ne var ki, Ay’a giden astronotlar orada ne tehlikeli rüyaları, ne tutulmayan vaatleri ne de kırık umutları buldular. Eğer bunlar Ay’da değilseler, neredeler o zaman?
Yoksa dünyada kaybolmadılar mı?
Yoksa dünyada saklanıyorlar mı?”
Evet, iyi-güzel-doğru-isyancı şeyler sadece “geçmişte” kalmadı; “kaybolmadı”; “yok olmadı”; onlar hâlâ dünyada; yerli yerinde; tekrar kendileriyle buluşulmasını bekliyorlar…
Onun için “Güneşli günler göreceğiz çocuklar” diyor ve ekliyorum: “Motorları maviliklere süreceğiz”…
Soru: İlk olarak, sizi tanımayan arkadaşlarımız için, kendinizi biraz tanıtır mısınız?
Çok “zor” bir soru; nasıl “zor” olmasın; “kendinden söz et” deniyor; “insanın kendinden söz etmesi”, hem “zor”, hem de “tatsız” bir iş…
Her neyse…
“Özgeçmişim” hakkında 11 Ocak 2004 tarihinde şunları yazmışım; tekrarlasam yeter değil mi?
“Özgeçmiş’im istendiğinde önce şaşırdım…
Ardından da başladım kara kara düşünmeye: ‘Ne diyebilirim?’ diye…
Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve ‘şık’ olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm…
Ne yazacağımı kestiremedim…
Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım…
‘İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil,’ diyen(lerden);
dünyaya aşağıdan bakan(lardan);
kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan);
yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan);
ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden);
John Maxwell’in, ‘İnsanlar, onları ne kadar umursadığımızı bilmedikçe, ne kadar bildiğimizi umursamazlar…’; Bertolt Brecht’in, ‘Yenilgilerimiz, rezalete karşı savaşa katılanlarımızın yeterince kalabalık olmadığından başka bir anlama gelmez’; V. İ. Lenin’in, ‘Silah kullanmasını öğrenmeyen, silah elde etmeye çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır,’ sözlerine müthiş değer veren(lerden);
sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden);
bir afet-i devrana aşık olan(lardan);
hâlâ ‘tek yol devrim’ gerçeğine bağlı olan(lardan);
ve nihayet ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!’ diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim…
54 tevellütlüyüm… Kemal’den olma Necla’dan doğmayım… Çorum ili Kale Mahallesi nüfusuna kayıtlıyım…
Okur yazarım…
Ve nihayet hâlen ‘sakıncalı’ dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım…”
Bir şey daha: Bir sürü kitabım; bir sürü davam var; kitap yazmaya devam ediyorum; yargılanmalarım da -kesinleşmesini beklediğim davalarımla- sürüp gidiyor…
Soru: Sosyalizm sizin için ne ifade ediyor?
F. Nietzsche’nin, “Uygarlık tarafından yokedilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz,” sözüyle betimlenen bir kesitten geçerken sosyalizm, bencileyin, bir çocuğun gülüşüdür; Sibel’in sıcaklığı; Tek-el işçilerinin direngen kararlılığı; bir 6 Mayıs sabahında Deniz Gezmiş’in darağacına emin adımlarla yürüyen azmi; Kızıldere’de Mahir Çayan’ın “Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik” diye haykıran baş eğmeyişi; “ser verip sır vermeyen” İbrahim Kaypakkaya’nın teslim alınamaması; Nâzım Hikmet’in “Sevdalınız komünisttir” diye haykıran bağlanmış hassasiyeti; Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın örgütlü mücadelesi; İsmail Beşikçi’nin vakur duruşu; FARC’ın Kolombiya Dağlarındaki ısrarı; Nepal’in Katmandu kapılarındaki gerillalar ile ve hâlâ Marx, Lenin, Luxemburg ya da son nefesini Bolivya’nın Vallagrande’sinde son nefesini verirken bile “Fidel’e söyleyin bu devrimin sonu değildir” diyen Che’dir…
Bunların hepsi ne mi anlatır; “sosyalizm” dediğiniz şey; barbarlık, sömürü, köleleştirme, yabancılaşma ve bilumum beşeri “pislik ve yıkım” karşısında (ki bu bugün kapitalizmdir!) insan(lık)ın hülyalı ve aşık eşitlikçi/ özgürleşme isyanıdır…
“Neden sosyalistsin?” diye sormuşlardı bir kez sorguda gözlerim bağlıyken; ben de onlara “Aşık ve insan olduğum, bu özelliklerimle de gözlerim bağlı olsa da, düşmanlarımı ve geleceği gördüğüm için” yanıtını vermiştim…
Sosyalizm, insan(lık)ın, isyancı bir bilinçle/ aşk, yeniden insan olma hâlidir!
Bu çerçevede -geçenlerde yitirdiğimiz- Danilel Ben Saïd’in ifadesiyle, “Komünizm bir saf düşünce ya da doktriner bir toplum modeli değildir. Bir devlet düzeninin ya da yeni bir üretim tarzının adı da değildir. Komünizm, daha çok, sürekli olarak kurulu düzenin ötesine geçen ve ondan kopan hareketin adıdır. Ama o, aynı zamanda, bu hareketten doğan, ona kılavuzluk eden ve bizi neyin ona yaklaştırıp neyin ondan uzaklaştırdığını görmemizi sağlayan hedeftir.
Komünizm siyasetsiz siyasete, amaçsız eyleme ve günübirlik doğaçlamalara karşı bir kalkandır. Komünizm komünizm olarak kendi araç ve amaçları olan bir bilimsel bilgi için değil daha çok düzenleyici bir stratejik hipotezdir.
Bununla eş zamanlı ve kopmazcasına bağlı olarak bir başka adalet, eşitlik ve dayanışma dünyası hayalini; kapitalizm çağında kurulu düzeni yıkma peşindeki sürekli hareketi ve bu hareketi mülkiyet ve iktidar ilişkilerinde -gerçekte bütün dünyaların en kötüsüne giden en kestirme yol olan daha az kötüye razı olmaktan tamamen farklı- köklü bir değişikliğe yönelten hipotezi kurar.”[2]
Soru: Günümüzde sosyalist mücadelede liselerin rolü ve önemi nedir?
Sosyalist mücadelede liselerin rolü/ önemini en iyi Platon’un, “Herşeyin en önemli noktası, başlangıcıdır”; William Shakespeare’in, “Koca ateş yakmak isteyenler, cılız samanları tutuşturmakla işe başlarlar”; Lao Tse’nin, “En uzun yolculuklara bile ufak bir adımla başlanır,” sözleri betimler…
İlk gençliğimi hatırlıyorum; Ankara’nın Cumhuriyet lisesindeydim; o günlerde “devrimci sosyalist” oldum; hep o günlerde öğrendiğim gibi olmaya ve kalmaya gayret ettim; gençliğime, gençliğimde verdiğim sözlere ihanet etmemeye gayret ettim; bunu başardıysam; ilerleyen yaşımda ilk gençliğimiz hayallerine ihanet etmediysem; ne mutlu bana…
Ben de, “Gençliğe, yaşlılıktan daha çok hürmet etmeliyiz,” diyen Victor Hugo gibi düşünenlerdenim…
Elbette her yaşın, yaşamın her çağının kendine uygun gelişimi ve uygunluğu vardır. Ancak yaşlılıkta gençliğin iyi yanlarını unutmamaya, yaşlılıkta gençliğin iyi yanlarını korumaya gayret ederken, durmadan George Mc Donald’ın, “Gençliği anlamadığımız an, dünyadaki işimiz bitmiş demektir,” uyarısını terennüm eden birisi olarak gençliğini, çocukluğunu yitirmeyen bir sosyalizmden yanayım…
Laf aramızda, “İhtiyarlık talihsizlik çağıdır, gençlik de hülya çağı,” diyen Eugene Scribe ile Arthur Schopenhauer’in, “Yaşamın ilk kırk yılı bir derstir; sonra gelen otuz yılda o ders irdelenir,” saptaması haksız değildir hani…
Özetin özeti: Liseli gençlerin mücadelesi, geleceğimiz için belirleyici önemdedir…
Onların bu mücadelede; “Bardaganutyunı; mez hed gelle aravodun, yev mez hed gerta hankçil kişerı, Isdverın e aniga vor; gı hedevi mez, amen ur yertank yev ayn aden mıayn gı toğu ızmez, yerp menk toğunk gyanki luysı,”[3] diyen Ermeni Atasözündeki üzere kazandıkları; yolumuzu açarken sosyalist geleceği kazanmakta başat bir rol oynayacaktır…
Soru: Çoğu liselinin, en basitinden, en önemli hakkı olan parasız eğitim hakkını bile koruyabilmek için bir şeyler yapmadığı açıkça ortada. 70’li yıllardan günümüze, gençliğin ülke sorunlarına ilgisinin azalmasını neye bağlıyorsunuz?
Gerçekten de soru(n) ne ve nerede?
“Yeni nesil gerçekten kayıp mı?” Veya “Gençlerin yozlaş(tırıl)ması”nın ulaştığı boyut ne?
Bugün gençlik “insansı robotları” ya da “robotlaşan insan”ları yaratan kapitalist yabancılaşmadan ve “İnsanlık Krizi”nden soyut ele alınamaz…
Kapitalist toplumda gençliğin durumu; aynı zamanda, dünyada her yıl 1 milyon kişi intihar ediyorken insanlık sorunu ile iç içe geçmiştir; bundan ötürü de kapitalizme karşı mücadelenin bir parçasıdır…
Kolay mı? Her 100 kişiden 13’ünün sosyal fobi hastası olduğu yerkürede kapitalizmin “yaratıyorum” yaygaralarıyla yok ettiği toplumsal dizayn unutanlar(ın) ve unutturanlar(ın) bataklığıdır…
Bu tabloda gençlik umutsuz ve geleceksizdir.
Umutsuzluğun temel nedeni, gençliğini yitirmesidir.
Gençliğe, yeniden genç olduğunun isyancı umudu götürülmelidir.
Evet, evet “üç maymunu oynamak” virüsünden kurtulmalıyız!
Bu da güçlüyü “haklı yapan” sisteme; haklıyı haksız kılan bozuk yapıya “Hayır” demek gerekliliğini ortaya çıkarır…
O hâlde gençliğe umutsuzluk ve geleceksizlik dışında bir şey sunmayan kapitalizm koşullarında soru(n) kapitalizme ilişkin bilgisiz/ bilinçsizliktedir!
Burada durup bir parantez açalım: Bilinç nedir acaba? Önce “bilgi” değildir. Bilgiyi herkes bir biçimde edinir.
Bilinç neyin neden olduğunu merak etmek, anlamak için çaba harcamaktır.
Bilinç, sürü olmamaktır.
Bilinç, doğruyla yanlışı ayırabilmektir.
Bilinç, düşünebilmektir.
Bilinç, öğrenebilmektir.
Yani soru(n), gençliğin (vefaya yabancılaştırılmış) bilinçsizliğindedir!
Toparlarsak; bir “sosyal-liberal”in, Heiner Geissler’in deyişiyle “Bu [kapitalist-y.n] sistem hasta, kirli, ahlâksız ve ekonomik olarak da yanlıştır…”
Bu orta yerdeki, ayan beyan bir gerçektir!
Bu yıkıcı gerçeğe sırt dönüp, onu görmezden gelemeyiz…
Bilinçsiz çoğunluk bizim gibi düşünmüyor olabilir… Ancak Giordano Bruno’nun deyişiyle, “İnsanın sırf çoğunluk, çoğunlukta olduğu için, kitlelerle ya da çoğunlukla aynı şekilde düşünmek istemesi aşağılık ve düşük bir kafa olduğunun kanıtıdır. Halkın çoğunluğu ona inansın inanmasın, hakikât değişmez…”
Bu durumda biz, Montesquieu’nun, “Bir tek kimseye yapılan adaletsizlik, bütün topluma yapılmış bir tehdittir,” sözünü unutmadan doğru bildiğimiz yolda yürüyeceğiz; ileriye yönelik attığımız adımların inandırıcılığı, gücü bizi yeniden çoğaltacak ve yığınlarla buluşturacaktır…
Gerçekten de sağlam bir sosyalist inancın kaynağı sınıf ile yığınlara bağlanmak, onlarla bütünleşmektir…
Söz konusu bütünleşme çabaları, kısa sürede büyük sonuçlar vermez.
Mücadeleye sıkı sıkıya bağlı kalmak, kesin ve kararlı olmak, yılgınlık/ vazgeçiş karşısında boyun eğmemek, çaresizliğe prim vermemek, vb’leri… İşte bize düşen budur!
Tam da bu noktada unutulmaması gereken Voltaire’in, “Kendisini başkalarının kurtarmasını bekleyen kişiler sadece kölelerdir”; Konfüçyüs’ün, “Elde edilecek bir çıkarı olduğu hâlde adaleti düşünen, tehlike karşısında hayatını hiçe sayan ve eski taahhütlerini unutmayan insan, mükemmel bir insandır”; Walter Bagehot’un, “Hayatta en büyük eğlence, başkalarının ‘yapamazsın’ dediğini yapmaktır”; Bir Ermeni Atasözünün, “Kiç khosk yev pazum pari kordz, aha ağegutyun ınelu miçots”;[4] J. Joubert’un, “Çocukların nasihatten çok iyi örneğe ihtiyaçları vardır,” sözlerini kavrayıp, hayata geçirmektir…
Soru: Yurtsever Cepheli Liseliler, Genç Umut, Dev-Lis gibi örgütlenmeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yurtsever Cepheli Liseliler, Genç Umut, Dev-Lis, Özgür Lise vd’leri… Hepsi, “farklılıkları” olan, olması da meşru olan gençlik örgütlenmeleri…
Söz konusu yapılar, alanlarında yürüttükleri mücadeleyi pratik açıdan birleştirirken; teorik açıdan da tartışmalarını sürdürmeli; birbirlerini mücadele arkadaşları olarak görmeleri gereken yapılardır…
Antonio Gramsci’nin belirttiği gibi, “Birlik, insanla madde (doğa-maddi üretim güçleri) arasındaki çelişkilerin diyalektik gelişmesinden doğar”ken;[5] devrimciler için birleşmek başlangıçtır, birliği sürdürmek gelişmedir; birlikte çalışmak başarıdır.
Yani devrimci yapılar eylemli bir dayanışmayı; ortak düşmana karşı birlikte örebilirler ve örmelidirler de…
“Hayır” teorik farklılıkları ve politik pozisyonlar arasındaki açı farklılığını “es” geçiyor falan değilim…
Ancak “teorik” farklılıkların düşmana karşı mücadelenin ortak pratiğinde aşılabileceğine inanan birisi olarak tüm gençlerin Miguel de Cervantes’in, “Hayat bozuk para gibidir. İstediğiniz kadar harcayabilirsiniz. Ama sadece bir kez”; Ivan Pavlov’un, “Herşeyi bildiğini sanma! Gerçekte çok bilgili olsan da kendine cahilim diyebilecek cesaretin olmalı”; Joseph Joubert’in, “Hayal gücü derin olup da bilgisi olmayan kimsenin kanatları var, fakat ayakları yok demektir”; Sokrates’in, “Bütün bildiğim, bir şey bilmediğimdir”; Firdevsî’nin, “Bilgili olan güçlü olur”; Novalis’in, “Hayat bize verilen değil, bizim tarafımızdan yaratılan bir eser olmalıdır”; Erich Fromm’un, “Düşünmek günah işlemeye benzer, insan onun zevkini bir kez tattı mı artık ondan bir daha vazgeçemez”; Hacı Bektaş-ı Veli’nin, “Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu,” uyarılarına ciddi biçimde kafa yorması gerekiyor kanısındayım…
Soru: Eğitim sistemimizi nasıl buluyorsunuz? Milli eğitimin dağıttığı kitaplarda 1960 ve 80 ihtilallerinin olması, Nâzım Hikmet şiirlerinin yer alması hakkında düşünceleriniz nelerdir?
Önce soruya ilişkin iki “tashih”: 1) “Eğitim sistemimiz” değil; onların “Onların yani ezenlerin eğitim sistemi”… 2) “1960 ve 80 ihtilalleri” değil; askeri darbeleri…
Eğitim ile başlayalım; ezenlerin eğitim(sizliğ)i, ezilenler için bir tutsaklıktan başka bir şey değildir; olmamıştır da; tam da bunun için “okul düşkırımdır,”[6] der Veroc Serenas…
Bunun bir çok örneği olsa da biriyle yetinelim; Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu tarafından hazırlanan ve ortaöğretim öğrencilerine 2010-2011 eğitim-öğretim yılından itibaren okutulacak olan Felsefe Öğretim Programı’nda dini vurguların yanı sıra pek çok felsefi hata da yer alırken; Felsefeciler Derneği ile Eğitim-Sen’in raporunda, Felsefe Öğretim Programı’nda felsefeye “sorun odaklı” değil, “yaklaşım odaklı” bakıldığının altını çizip, “Bu programla felsefe eğitimi yapmak neredeyse olanaksızdır,” dedi!
Gerçekten de Ernst Bloch, “The Principle of Hope/ Umudun İlkesi”nde işaret ettiği gibi, “Felsefe ya geleceğin bilincinde olacak, geleceğe kendini adayacak, umudun bilgisini öğrenecek ya da bir bilgi olmaktan çıkacak”ken; ezilenler için bir tutsaklıktan başka bir şey olmayan ezenlerin eğitim(sizliğ)i, öğrenciye eleştiri, sorgulama ve reddetme hakkı tanınmayan, öğrenciyi bireysel muhakeme ve temyiz hakkından mahrum bırakan, bilincini ezene havale ederek, tutsak kılan bir baskı ve iğfal mekanizmasıdır…
“Resmi ideoloji”nin biçimlendirdiği bu mekanizmanın olumlanabilir hiçbir yanı yoktur; olamaz da…
Pek iyi bu böyleyken; Nâzım Hikmet’in ders kitaplarında işi ne mi?
“Kalkın Nâzım Hikmet’i analım. Analım ama öyle kolayına kaçmadan. Yani yalap şalap, hakkında doğru olarak bildiğimiz ne varsa ulu orta sıralayıvererek değil,” diyen Emin Karaca ekliyor: “Nâzım Hikmet’i ‘Nâzımcılar’dan, ‘Nâzımistler’den kurtarmak gerek!.. Çünkü artık iyice pervasızlaştılar. Kendi gerçeğinden uzaklaştırarak tabulaştırmaya, efsaneleştirmeye ve hatta putlaştırmaya başladılar.”
Şimdi sorayım; ders kitaplarında Nâzım Hikmet’in;
“Sevdalınız komünisttir/ On yıldan beri hapistir/ Yatar Bursa kalesinde./
Hapis amma zincirini kırmış yatar/ En ala Mert beye ermiş yatar/ Yatar Bursa kalesinde./
Memleket toprağındadır kökü/ Bedreddin gibi taşır yükü/ Yatar Bursa kalesinde./
Yüreği delirtip batmadan/ Şarkısı tükenip bitmeden/ Cennetini kaybetmeden/ Yatar Bursa kalesinde…” dizeleri ve gerçeği var mıdır? Olabilir mi?
Oysa Nâzım Türkçenin en büyük yazarlarından biridir ve enternasyonalisttir, dünya halklarının eşitliği ile kardeşliğini savunur.
Egemenler Nâzım Hikmet’in bu asli gerçeğini “görmezden” gelip, “es” geçerler”; tıpkı Onun, “Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri”nde;
“Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim/ Akarsuyun/ Meyve çağında ağacın/ Serpilen gelişen hayatın düşmanı/
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına/ -çürüyen diş, dökülen et-/ bir daha dönmemek üzere yıkılıp gidecekler/
ve elbette sevgilim, elbet/ dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya/ dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle; işçi tulumuyla/ bu güzelim memlekette hürriyet…”
Ya da;
“Bursa’da havlucu Recebe,/ Karabük fabrikasında tesviyeci Hasan’a düşman,/ fakir-köylü Hatçe kadına,/ ırgat Süleyman’a düşman,/ sana düşman, bana düşman,/ düşünen insana düşman,/ vatan ki bu insanların evidir,/ sevgilim, onlar vatana düşman…”
Veya;
“Bizi esir ettiler,/ bizi hapse attılar:/ beni duvarların içinde,/ seni duvarların dışında./ Ufak iş bizimkisi./
Asıl en kötüsü:/ bilerek, bilmeyerek/ hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması…” diye haykırdıklarını!
Nihayet Hıfzı Topuz’un belirttiği üzere, “Düşüncelerinden hiç ödün vermedi. Marksizmden hiç ödün vermedi. Yani kendisini komünist tanıdı, ölümüne kadar da komünist kaldı,” komünizm için dövüştü Nâzım Hikmet…
Ezenlerin ders kitapları bunlardan söz etmedikleri gibi, Nâzım Hikmet’i “zararsız” bir şair olarak sunup, devrimci içeriğini boşaltmaya gayret ederler…
Soru: Geçenlerde Ulaş Bardakçı’nın yıldönümüydü. Bu konuda söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Woodrow Wilson’un, “İyi bir karar, bin tane nasihate bedeldir,” sözüne denk düşen yaşam hikâyesiyle Ulaş Bardakçı, insanların büyük çoğunluğunun yaşamak yerine edilgence var olduğu dünyada; zorluklara teslim olmayıp, onları zorlayan bir devrimciydi…
Ulaş Bardakçı, insan(lar)a kapitalizmin enjekte ettiği umutsuzluk ve tekbenciliği aşan devrimci eylem umudunun insanı, örneğiydi…
Devlet iktidarı karşısında diz çökmeyen, baş eğmeyen, teslim alınamayan O; önde dövüşen bir önderdi; özel biriydi…
Hayatın emek ve özgürlükten yana serpilip gelişmesi ve yüceltilmesine ilişkin temel ahlâkı ilkelerin eylemcisi olan O, “Çok bilgi anlamayı öğretmez,”[7] diyenlerden birisi olarak, söylemi eylemden, düşünceyi davranıştan soyutlamayan bir radikal sosyalistti…
Hayatı mucizeymiş gibi ve devrimci olmanın sorumluluğuyla hakkını vererek yaşadı; tıpkı, “Nefsini yenen, bütün âlemi hükmü altına alır,” diyen Nizami’nin uyarısındaki üzere…
Devrimci ahlâka, duruşa dair bir örnek olan O; Les Brown’un, “Aya yükselmeyi hedefle, ulaşamazsan bile yıldızların altına düşersin”; Benjamin Franklin’in, “Küçük darbeler küçük ağaçları devirebilir,” sözleriyle altını çizdiği azmin; devrimciler açısından ne anlam taşıdığının da somut, tarihi örneğiydi…
Özetin özeti: “Adalılar türkü söyler, susar faşist namlular” gerçeğini yaşayarak, yaşatan Ulaş Bardakçı, bir yanıyla da F. Nietzsche’nin, “İnsan ölümü nasıl karşılayacağına karar vermek zorundadır!” saptamasının ikircimsiz, olması gereken kanıtıdır…
Ulaş Bardakçı’yı ve yaşayarak, yaşattıklarını en iyi Frantz Fanon’un, ‘Yeryüzünün Lanetlileri’ndeki şu satırlarını biçimlendiren anlayış betimler:
* “Sömürgecilik sömürgeleştirdiği insanı kişiliksizleştirmekle kalmaz, toplumun tüm yapısı da kolektif bir düzeyde kişiliksizlikleştirilir. Böylece sömürgeleşmiş halk, varlığını sömürgecinin varlığına borçlu olan bir bireyler topluluğuna indirgenir.”
* “İnsandan söz etmeyi asla bırakmayın, tek kaygısının insan olduğunu iddia etmekten hiç bıkmayan bu Avrupa’nın her bir ruhsal zaferi için insanlığın ne acılar çektiğini biliyoruz.”
* “Yalnızca silahlı mücadele, aramızdaki en bilinçlilere boyun eğdiren ve kelimenin tam anlamıyla sakatlayan, insan hakkındaki yalanları söküp atabilir.”
* “Sömürgeciliğe silahlı mücadeleyle meydan okunmadığında; zarar görenlerin toplamı belirli bir eşiği aştığında sömürge insanının savunma mekanizması çöker ve çoğu psikiyatrik kurumlara düşer. Bu muzaffer sömürgecilik döneminin sakin ortamındaki sürekli ve hatırı sayılır zihinsel semptomlar, baskının dolaysız sonuçlarıdır.”
* “Yalnızca şiddet, halkın şiddeti, liderlerin örgütlediği ve yönlendirdiği şiddeti kitlelerin toplumsal gerçekliği kavramasının anahtarını verir.”
* “Şiddet bireysel düzeyde temizleyici bir güçtür. Sömürge insanını aşağılık kompleksinden, umutsuzluk ve pasiflikten kurtarır, ona cesaretini ve özgüvenini yeniden kazandırır. (…) Şiddet halkı lider düzeyine çıkarır.”
* “Sömürgecilik ne düşünen bir makine, ne de muhakeme yeteneği olan bir bedendir. Sömürgecilik, çıplak şiddettir ve ancak daha büyük bir şiddetle karşılaştığında boyun eğer…
“Şiddet daha dün başlamış bir şey olsaydı, belki de sergilediğiniz şiddetsizlik çatışmayı yatıştırabilirdi. Ama tüm rejim, hatta sizin şiddet karşıtı görüşleriniz bile bin yıllık bir ezme ilişkisiyle yönetiliyorsa, pasifliğiniz sizi ezenlerin safına koymaktan başka bir amaca hizmet etmez.”
* “Sömürge insanına sömürgeciliğin asla bir şey almadan vermeyeceğini göstermek gerekir.”
* “Oraya buraya çürüme tohumları ekiyor, bunları acımazsızca topraklarımızdan ve zihinlerimizden söküp atmalıyız.”
* “Şiddetin aydınlattığı halk bilinci, her türlü pasifikasyona isyan eder. Artık demagogların, oportünistlerin işi zordur.”[8]
Soru: Son olarak, eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Elbet var… Nasıl Olmasın?
İnsan varsa aklıyla, davasıyla, iradesiyle, eylemiyle, aşkıyla vardır; ötesi, damarlarla sarmalanmış et kemik yığınından başka bir şey değildir…
Akıl ahlâkın, erdemin, yargılamanın; insanı insan kılan her şeyin belirleyicisidir. Aydınlanma, aklın ışığıyla, aşkla, tutkuyla biçimlenmiştir…
Bir an Sokrat’ın niye baldıran zehri içtiğini; Bruno’nun yakıldığını, Galilei’nin yıllarca engizisyon mahkemelerinde süründürüldüğünü, Thomas More’un idam kütüklerinde can verdiğini düşünüp, yanıtını arayın!
İnsan olmanın ahlâkını, ahlâksızlığa eşitlemek isteyen sınıflı-sömürücü vahşet hep, Kant’ın, “Aklını kendin kullanmak cesaretini göster,” diyerek uyardığı yürekli, kararlı, bilinçli, korkusuz ve aşık olan insan(lık)ından çekindi; çünkü bu özellikleri taşıyanlar Spartaküs’ün, Şeyh Bedreddin’in takipçisi olan isyancılar, başkaldıranlardı…
Başkaldıran isyancılar, kendi tarihlerini yaratan kara sevdalılardır…
Bilmem duydunuz mu? Kadın gazeteci “devrimin sahip olduğu en önemli özellik nedir? diye sorar; Che de yanıtlar: “Aşk! Bir devrimci, müthiş bir aşk ile yönetir kendini. İnsanlık aşkı, doğruluk ve adalet aşkı…”
Çünkü “Aşk gereklidir, daha da insan olabilmek için, sonsuz sevinçlerle sonsuz acıları bir arada yaşayıp bilgeleşebilmek için aşk gereklidir…”[9]
Kolay mı? “Her türlü sevgide ateş vardır. Puros (ateş) bir insanı öte insana götürür. Purotik bir iletişim, eylemdir aşk. Sevgi. Sevgi ile aşkı ayırmıyorum. Ayıranlara karşıyım. Aşk, dizginlenemez, azgın tutkulardan ibaret değildir… Her aşık bir Prometheus’dur. Ateş taşır…”
“Aşk bir ustalıktır, yaratıdır. Her yaratı gibi ateş ister, yetenek ve emek… Aşk bir eylem. Bir etkinlik. Bir iletişim. Tek kişilik değil…” “Ötekine yapılan yolculuktur… Birbirini yutmaz… ayrı ayrı durur, iki bağımsız. Birbirimize kendimiz olma gücünü aşılarız…”
“Aşk insan olma olanağıdır… Ve aşk ruhu hamarat, ruhu çalışkan insanların harcıdır… Aşk bir isyandır. Emek, beceri, duyarlılık, bilgi, heyecan bekler bizden… Aşk yanlışlarından, eksikliklerinden çekinmeyen insanın bir arayışıdır…”[10]
Tam da bunun için Goethe’nin, “Aşk, imkânsız birçok şeyi mümkün kılar”; Ovidius’un, “Aşk, bir çeşit savaştır”; Yunus Emre’nin, “Aşık olmayan insan benzer yemişsiz ağaca”; Stendhal’ın, “Aşk, çok renkli bir çiçektir, fakat yetiştiği yer müthiş uçurumların kenarıdır”; Voltaire’in, “Aşk bir tablodur, onu doğa çizmiş ve hayal süslemiştir”; Karoly Kisfaludy’nin “Aşk güneş gibidir, kör bile hisseder”; Cervantes’in, “Aşk herkesi eşit kılar”; Veroc Serenas’ın, “Aşk zamana sonsuzluğu giydirmektir,” sözlerini unutmadan sevdalanın, aşık olun; aşkla ve sevdayla isyan edin çocuklar…
Aşkla, isyanla çoğalın, dünyayı değiştirerek, güneşli günler görüp, motorları maviliklere sürün çocuklar…
5 Mart 2010 16:08:21, Ankara.
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:4, No:146, 22 Eylül 2010…
[1] Çerkez Atasözü.
[2] Daniel Ben Saïd, “Komünizmin Güçleri”, Yeni Yol, No:36, Kış 2010, s.69.
[3] “Görev; sabah bizimle kalkar ve akşam bizimle dinlenmeye gider, Onun gölgesidir ki; bizi takip eder her nereye gidersek, sadece biz hayat ışığını terk ettiğimizde bizi terk eder.”
[4] “Az laf ve çok iyi iş; işte iyilik yapmanın imkânı.”
[5] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 2007, s.108.
[6] Veroc Serenas, “Aforizmalar”, Felsefe Yazın, Yıl:5, No:15, Kasım/ Aralık 2009, s.83.
[7] Nil Göksel, “Prolog: Derida’yla Konuşma”, Bibliotech, No:10, Ocak/ Şubat 2010, s.16.
[8] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Versus Kitap, s. 287-244-245-147-98-33-34-143-243-98.
[9] Afşar Timuçin, Aşkın Diyalektiği, Bulut Yay., 2002, s.174.
[10] Ahmet İnam, Aşk Üstüne Denemeler, Aşina Kitaplar, 2007, s.15-12-24-21.