Home , Köşe Yazıları , Üniversitelere Neo-Liberal Öpücük[1]

Üniversitelere Neo-Liberal Öpücük[1]

SİBEL ÖZBUDUN | 26 – 09  – 2010 |

“Eğitim, insanlar gibi davranan makineler

ve makineler gibi davranan insanlar üretir.”[2]

Sanıyorum bu panel için uygun gördüğünüz başlık, alışılageldik YÖK eleştirilerinin ötesinde, üniversitelerdeki “dönüşüm”ü anlamaya/anlamlandırmaya yönelik bir çabayı ifade etmekte. Ne âlâ! Biz de bugün bunu yapmaya çalışalım.

Ama YÖK’ün üniversitedeki bu “dönüşüm”ün -hemen adını koyalım: “neo-liberal dönüşüm”ün- gerçekleştirilmesinde oynadığı rolü göz ardı etmeksizin.

Çünkü bu rol, “devletin küçültülmesi, özgürlükler alanının genişletilmesi” retoriğine sıkça başvuran neo-liberal piyasa ekonomisi “guruları”nın yarattığı yanılsamayı da açığa çıkartan bir örneği oluşturuyor…

Eski deyişle, referandum “sath-ı mail”indeyiz. İktidar partisi AKP, elindeki her şeyi masaya sürdüğü bir restleşme içerisine gidi, öngördüğü Anayasa değişikliklerini topluma kabul ettirmek üzere. Başvurduğu temel retorik de, malûm; Anayasa değişiklikleri ile birlikte ülkenin “askerî-sivil bürokratik rejim”in vesayetinden kurtularak özgürleşeceği yolunda. Bu yolda bir dizi palyatif düzenlemeyi sürüyor toplumun önüne: kamu çalışanları için grevsiz toplu sözleşme, kadınlar için, devletin kadın-erkek eşitliğini sağlamak, çocuk, yaşlı, özürlü, malul gazi vb.ni korumak üzere alacağı önlemlerin eşitlik ilkesine ters sayılamayacağı, yurt dışına çıkış tahdidinin hâkim kararına bağlanması vb.

Ama dikkat ederseniz, Anayasa değişikliği gündeminde YÖK ile ilgili en ufak bir düzenleme yok! Oysa iktidara gelmeden önce, hatta ilk iktidar yıllarında bu kurum, AKP’nin birincil hedef tahtalarından birini oluşturmaktaydı.

Ne mi oldu? 12 Eylül “Devletlû”larının hangi parti hükümet olursa olsun, Cumhurbaşkanlığı makamının her zaman kendi uhdelerinde olacağına dair öngörüleri müthiş bir fiyaskoyla sonuçlandı ve laik rejime bir tehdit olarak gördükleri AKP, 12 Eylül rejiminin muazzam yetkilerle donattığı o makamı eline geçirince, YÖK gibi, bileşimi neredeyse tek başına Cumhurbaşkanı’nın takdirine bırakılmış kurumlar bu partinin denetimine geçti… Böylece de “özgürlükçü” AKP’nin YÖK eliyle üniversiteleri denetlemesinin yolu açıldı.

Gerçekten de YÖK, AKP iktidarına (ya da herhangi bir iktidara) üniversiteler üzerinde geniş bir tasarruf alanı sunduğundan, kurulduğu 1981’den bu yana, yani yaklaşık 30 yıldır siyasal arenanın vazgeçilmezi konumunu sürdürmekte.

Aslında bütün katı, merkeziyetçi ve yekpare görüntüsüne karşın, kurulduğundan bu yana YÖK’ün, iktidarların yüzyüze geldiği pek çok yeni durumla baş edebilecek bir esneklik sergilediğini teslim etmeliyiz. Örneğin, ilk yıllarında bir yandan öğrencilerin “zapt u rapt altına alınması” (ki bu işlevini başından bu yana elden bırakmış değildir), giderek “üniversite öğrencisi” profilinin değişime uğratılması (1970’lerin toplumsal sorunlara duyarlı, başkaldıran, politize gençliğinden, günümüzün apolitik, tek-benci, uzlaşmacı öğrencilere), ve çatlak ses çıkartan öğretim elemanlarının tasfiyesi, dolayısıyla Akademia gövdesinin “uyumlulaştırılması” üzerinde yoğunlaşırken, bir yandan da Vakıf üniversitelerinin önünü açan düzenlemeleriyle, neo-liberalizmin üniversite alanına müdahalelerinin aracı olacağını haber veriyordu.

Kurum, Kürt sorununun yoğun çatışmalara yol açtığı 1990’lı yıllarda, Genelkurmay’ın Milli Askerî-Siyasi Konsept’inin yüksek öğrenim alanındaki uygulayıcısı rolünü üstlenirken -yalnızca Kürt öğrenciler üzerindeki polisiye tedbirlerle değil, aynı zamanda akademik camianın “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” fikri etrafında yekvücut olmasını sağlayarak- 28 Şubat sürecinde, bu kez de “Laik Cumhuriyet” bekçiliğine soyundu… Günümüzdeyse, AKP’nin “liberal-İslâmcı” fikriyatını, çeper üniversitelerden merkeze doğru yayan bir kurum görünümünü sürdürüyor…

Ancak bu “hâkim siyasal iklimlere uyarlanabilme” yetisi bir yana, YÖK’ün başından, yani Vakıf üniversitelerinin kurulmasına olanak sağlayan ilk düzenlemelerinden bu yana tutarlı bir biçimde sürdürdüğü bir politika var ki, sanırım “sebeb-i hikmeti”ni o oluşturuyor.

Üniversitelerin neo-liberal piyasa ekonomisinin birer unsuruna dönüştürülmesinden söz ediyorum… Ve bu söyleşide YÖK’ün iktidar partilerine sunduğu, öğrencileri ve öğretim elemanlarını denetleme, onlar üzerinde baskı kurma, ya da siyasal iktidara üniversitelerde kadrolaşma olanağı sağlama gibi avantajlardan çok, “bir neo-liberalleşme aracı olarak YÖK” konusu üzerinde durmak istiyorum.

Neo-liberalizm, biliniyor, Batı kapitalizminin 1970’li yıllarda içine düştüğü krizi aşmak üzere II. Dünya Savaşı’ndan beri sürdürülen Keynesyen paradigmadan vaz geçişe denk düşmektedir. Özünde kamu ile özel sektör arasındaki dengenin sürdürümü, kalkınma ve iktisadi-toplumsal gelişme çabalarında devletin öncü görev üstlenmesi gibi içerimlere dayanan Keynesyen paradigma, II. Dünya Savaşı sonrası biçimlenen Sosyalist Blok’un da baskısıyla, çeşitli kurum ve sektörlerin piyasanın baskıları dışında göreli özerk bir varoluş sürdürmesine olanak sağlamaktaydı.

Bu, yüksek öğrenim için de geçerliydi – Türkiye’de ne ölçüde uygulandığı bir hayli tartışmalı da olsa- “üniversite özerkliği” ilkesi, bugün büküldüğü üzere “mali özerkliğe” indirgenmiş değildi; esas olarak üniversitelerin kendilerini merkezi müdahalelerden masun olarak, öğretim elemanları (giderek idari personel ve öğrenciler) tarafından kendi bünyelerinden seçilen yöneticiler eliyle, şeffaf bir biçimde yönetmesi ve kendi akademik programlarını ve içeriklerini tayin edebilmeleri olarak algılanıyordu. “Mali özerklik” ise, bugün tercüme edildiği hâliyle “üniversitenin kendi kaynaklarını kendisi yaratması” değil, tahsis edilen kaynakları kendi başına yönetme yetisi olarak anlaşılmaktaydı.

“Özerklik”in de ötesinde, dönemin örgütlü emek hareketlerinin basıncıyla, gerek eğitim gerekse sağlık, birer “kamu hizmeti” olarak görülmekteydi. Hiç kuşku yok ki, II. Dünya Savaşı sonrası kapitalist ülkelerinde her aşamasıyla eğitim, genel olarak kapitalizmin gereksindiği vasıflı işgücünü biçimlendirme misyonuyla tanımlanmıştı; bu, özellikle o yıllarda Türkiye’nin dâhil edildiği “kalkınmakta olan ülkeler” kategorisinde üniversitelere biçilen “kalkınma ajanı olma” rolünde belirgin biçimde görülmektedir. Ancak piyasa ekonomisi ve isterleri, birazdan anlatmaya çalışacağım üzere üniversite alanının her milimetre karesine nüfuz etmiş değildi; öğrenci ya da öğretim elemanı, bireylerin piyasanın dışında -mütevazı da olsa- bir varoluşu seçme özgürlüğü piyasanın eriş(e)mediği bir dokunulmazlık alanı olarak mevcuttu. Yükseköğrenimin nihaî ürünü, vasıflı eleman ya da bilimsel buluş, dileyen herkesin (kamu ya da özel; iktidar ya da muhalefet) erişim ve kullanımına açıktı.

Kapitalizmi her türlü kamusal/sosyal özelliğinden arındırarak tümüyle piyasa güçlerinin denetimine terk eden ve kuramsal düzlemde piyasa aktörleri üzerindeki her türlü kamusal denetimi lağveden neo-liberal girişim, yerkürenin her köşesinin ve her kurum ve alanın serbest piyasa mantığı çerçevesinde yeniden yapılandırılması buyrultusu üzerine temellenmektedir. Ve ABD devlet başkanı Ronald Reagan ve Britanya başbakanı Margaret Thatcher eliyle yürürlüğe sokulduğu 1970’lerin sonlarından itibaren, XIX. ve XX. yüzyılın sınıf mücadeleleri çerçevesinde biçimlenmiş olan kamusallığı berhava edecek tarzda işlemeye koyulmuştur.

Piyasanın bu kapsayıcı tasallutundan, üniversiteler de masun kalamazdı. Kalamazdı, çünkü yüksek öğrenim, sermaye açısından birkaç bakımdan “ballı” bir alan oluşturmaktaydı.

Öncelikle, 1950-60’ların refah devleti/sosyal devlet modeli orta sınıfın tabanını genişletirken yüksek öğrenime olan talepte de bir patlama yaratmıştı. Yüksek öğrenim kurumlarında yığılan öğrenciler, yalnızca öğrenim faaliyetleri için değil, aynı zamanda beslenme, barınma, boş zaman, kitap-kırtasiye malzemesi, giyim, ulaşım vb. ihtiyaçlar açısından muazzam bir “müşteri potansiyeli” anlamına geliyordu. Yanısıra, sermayenin gözünde üniversite, özel kesime yönlendirilebilecek bir çok kamusal kaynağın tüketicisi konumundaki “atıl işletmeler”di. Ne yapılıp edilmeli, daha az kamusal kaynakla daha etkin bir işlerliğe kavuşturulmalıydılar.

Bu kadar da değil; üniversiteler, XX. yüzyıl sonları kapitalizminin, krizini aşmak üzere gereksindiği yüksek teknolojiye değgin “know-how”ın da potansiyel üreticisiydi: bilişim, nanoteknoloji, genetik, biyoteknoloji, nükleer enerji, mikro-elektronik, vb… Daha doğru bir deyişle, bu “know-how”ı binaları, laboratuarları, teknik donanımları, araştırmacıları, hizmet personeli vb. kamu kaynakları tarafından sağlanan üniversiteler eliyle gerçekleştirip sonuçlarını (satın alma suretiyle) temellük etmek, AR-GE kurumlarını (“üniversite-sanayi işbirliği” adı altında) kampus alanına taşıyarak vergi kolaylıklarının yanı sıra, personel giderlerinden de tasarruf sağlamak, tekil firmalar açısından, kendi araştırma kuruluşlarını finanse etmeye göre daha kârlı bir “iş”ti.

Ancak bütün bunların olabilmesi yüksek öğretimin “kamusal bir hizmet” olduğu fikrinin bir daha dirilmemek üzere tarihe gömülmesini gerektiriyordu. Kemal İnal’ın deyişiyle,

“Bu maddi gelişmeler düşünsel bazda da desteklenmiş, bunun yoğun propagandasına girişilmişti. Neo-liberallere göre, kamunun egemenliğindeki devlet kaynakları hem rasyonel kullanılmamakta hem de tüketicilerin tercihleri yeteri kadar karşılanmamaktaydı. Oysa, ancak piyasa koşullarında yapılacak eğitimle insan sermayesi verimli biçimde işletilebilirdi. Dolayısıyla eğitim, sermaye için kârlılığı temel alan bir alan olarak görülmeliydi. Bu yüzden devletin eğitim hizmetlerinden vazgeçmesi, hatta eğitim hizmetlerinin verimli olabilmesi için eğitim hizmetlerinin piyasa koşullarına uydurulması istenmeliydi.

O hâlde, kriz nedeniyle daralan kamu finansmanları sonucu ulus-devlet hükümetleri, üniversitelerin maliyetlerini üstlenmemeye ya da daha az üstlenmeye yöneldiler. Sonuçta, yükseköğretimin her hizmet ve kademesi paralı hâle getirildi, hatta piyasa dalgalanmalarına bırakılmaya başlandı. Sosyal devlet anlayışı yıpranırken, üniversitelerin ekonomik kalkınma ve büyümenin motor gücü olduğu düşüncesinin terkedilmesi söz konusu oldu; resmî katta üniversitelere, hem resmî ideolojinin aktarıldığı yarı resmî kurumlar olarak hem de piyasanın aktörlerinden biri olarak bakılmaya başlandı. Üniversiteler devlet ve sermaye tarafından gerek ideolojik gerekse iktisadi açıdan bir kez daha yeniden tanımlandı. Bunun anlamı, üniversitenin kapitalizme bir kez daha, ama bu kez daha yoğun bir biçimde tabi kılınmasıydı. En nihayet üniversiteler, pazar/piyasa ekonomisinin gereklerini yerine getirmesi ve ürünleriyle rekabet gücü kazanması gereken piyasa aktörleri olarak görülmeye başlandı. Girişimci üniversite modeli böyle doğdu.”[3]

NEOLİBERALİZM VE TÜRKİYE ÜNİVERSİTELERİ

Eşzamanlı olarak dünyanın hemen her bucağında yürürlüğe konulan “yükseköğrenimin (neo-liberal) yeniden yapılandırılması” girişiminin Türkiye’deki enstrümanı, bilindiği üzere, YÖK olmuştur. Kurum bunu çoğu kamuoyunca yakından bilinen birkaç yoldan gerçekleştirmektedir.

Bu yollardan ilki, sayıları her yıl artan kamu üniversitelerine bütçeden ayrılan payın sabit kalması, hatta göreli azaltılması karşısında, üniversitelerin “kendi kaynaklarını yaratmaya teşvik edilmesi”dir. 2010 yılı bütçesinde Milli Eğitim Bakanlığı’na ayrılan payın milli gelire oranı yüzde 2.74 (bu oran örneğin 2007 yılında yüzde 3.40 idi); yükseköğrenime ayrılan payın milli gelire oranı ise, yüzde 0.91’dir. Yükseköğrenim bütçesinin düşüş trendi, aşağıdaki tablodan da izlenilebilecektir:

TÜRKİYE’DE BÜTÇEDEN YÜKSEKÖĞRETİME AYRILAN PAY

VE MİLLİ GELİRE ORANLARI (yüzde)[4]

YILLAR YÜKSEKÖĞRETİM BÜTÇESİNİN KONSOLİDE BÜTÇEYE ORANI YÜKSEKÖĞRETİM BÜTÇESİNİN MİLLİ GELİRE ORANI
2002 2.55 0.89
2003 2.27 0.94
2004 2.45 0.86
2005 3.34 1.07
2006 3.35 1.04
2007 3.21 1.05
2008 3.29 1.02
2009 3.33 0.79
2010 3.24 0.91

Bu yüzde 0.91’lik payın 94 kamu üniversitesi arasında pay edildiği ve 51 vakıf üniversitesinin de kamu kaynaklarından desteklendiği göz önünde bulundurulduğunda, iktidarların üniversitelere “Başınızın çaresine bakın,” dediği ortadadır. Hele ki, bu payın parasal karşılığı olan 9 milyar 355 milyon TL.’nin yarıdan fazlasının (yüzde 50.52) personel gideri olduğu düşünüldüğünde… Geri kalanın tümünün kamu üniversitelerine harcandığını varsaymamız durumunda dahi, 94 üniversitenin yuvarlak hesap 4.5 milyar ile “idare edemeyeceği” ortadadır.

Bu nedenle, üniversiteler öncelikle ellerindeki olanakları (araziler, binalar, hizmetler) özel sektöre açma yoluna gitmektedirler. Üniversite arazilerinin doğrudan satışa çıkartılması, üzerlerinde “kongre merkezi” adı altında otel, “lojman” adı altında konut vb. yapılmasının yanı sıra, “Teknokent” adı altında üniversite arazilerinde faaliyet gösteren şirketlere “serbest bölge” avantajları tanınarak ve stajyer öğrenciler kişiliğinde ucuz işgücü temini olanağı sağlanarak kamu kaynak ve olanaklarının özel kesime aktarılmasında üniversiteler aracılık etmektedir.

Benzer biçimde, üniversite içi hizmetlerin (yurtlar, öğrenci servisleri, öğrenci restoranları…) özel sektöre ihale edilmesi yoluyla yükseköğrenim kuruluşları “plazalaştırılmakta”, öğrenciler müşteriye tahvil edilmektedir.

Üniversitelerin “kendi kaynaklarını yaratması”nın bir başka kanalı da, yükseköğretimin tedricen paralı hâle getirilmesidir. Bu yol da, yine YÖK eliyle, her yıl biraz daha yükseltilen ve esnek biçimde belirlenen “yüksek öğrenim harçları”yla açılmaya çalışılmakta; harçlara “Yükseköğrenim kamusal değil, sonuçları bireylere fayda sağlayan yarı kamusal bir hizmettir. Bireyler, aldıkları öğrenim ölçeğinde daha yüksek gelir elde etme olanağına sahip olmaktadır. Üstelik yükseköğrenimin parasız olması, yoksulların ödediği vergilerle zengin çocuklarının okumasına olanak sağlamaktadır; bu da sosyal adalet ilkesine aykırıdır…” gibi liberal argümanlar eşlik etmektedir. [Bu “liberal” argümanların, yoksul öğrenciler için öngörülen “burs sistemi”nin, öğrenimi bir “hak” olmaktan çıkartarak bir “lütuf”a dönüştürecek bir baskı aracı olacağı ve bu gençlerin tüm yükseköğrenim yıllarını “bursum kesilirse” korkusunun gölgesinde geçirmesine yol açacağı gerçeğini “es geçtiği” ortadadır. Bunun yanı sıra, onbinlerce dolar ödeyerek mezun olmuş bir gencin kamusal yararı yüksek, ama malî getirisi düşük alanlar yerine -halk hekimliği, sosyal hizmet, eğitim vb.- kendisine yapılan yatırımı bir an önce karşılamak üzere “akçası yüksek” işlere yöneleceği de cabası…]

* * *

Ancak “kaynak yaratma” sürecinde daha da önemli olan, üniversitenin ürettiği hizmetlerin (eğitim ve araştırma) piyasaya eklemlenmesi sürecinin YÖK marifetiyle hızla ilerlemekte oluşudur. Kanımca yukarıda değindiğim süreçler arasında en kritiği ve en sakıncalısı, zararlısı, geri dönüşü zor olanı da budur. Dikkat ederseniz, “bilimin, bilimsel bilginin metalaşması”ndan söz etmiyorum; bu, Özgür Narin’in haklı olarak belirttiği gibi, neredeyse XX. yüzyıl başlarında tamamlanmış bir süreçtir:

“… ‘Bilimin meta hâline gelmesi’, yani bilimsel ürünün meta hâline gelmesi laboratuarında fedakârca çalışan bilimcinin zanaatkâra benzeyen üretiminde gerçekleşmekteydi. O, çoğunlukla buluşunu satıyor, hatta patent alıyordu. Burada bilimcinin ürünü bir metadır, ancak zanaatkâra benzeyen bilimcinin emek süreci kendi özerk alanı olarak kendi denetimi altındadır. Kapitalist para sermayesi ile bilimciyi kendi hizmetinde meta üretmeye ancak dışsal olarak bağlayabilir. Bu bilimcinin emeğinin sermaye tarafından biçimsel olarak belirlenmesidir. Sermayenin bilim ile ilişkisi, bu evrede emek süreci ve mekanizması açısından dışsaldır. Oysa bu devir neredeyse XX. yüzyılın başında kapanmıştır! Bilimin metalaştığını hatırlatarak XXI. yüzyılı irdelemeye çalışan ‘kuramsal’ önermenin, bir betimlemeden öteye gidememesinin nedeni budur. O devir çoktan geçmiş, kapitalizm epey bir yol almıştır.”[5

Burada söz konusu olan, “bilimin metalaşması”nın ötesinde, üniversite içi üretimin kapitalist piyasanın bir parçası hâline gelmesidir. Akademisyen/araştırmacı, bağımsız bir “buluş” gerçekleştirip, onu patentleyerek temellük eden, ardından da taliplere satışa çıkartan bir “zanaat erbabı” olmaktan çıkmış, bölüm ya da enstitüsünün aldığı sipariş doğrultusunda harekete geçirilen araştırma mekanizmasının (ücretli) bir unsuruna dönüşmektedir günümüzde. Ve üniversite BU anlamda özerklikten çıkmış, piyasanın bir unsuruna dönüşmüştür. Piyasanın talepleri doğrultusunda, piyasa koşulları içerisinde işleyecek, onun kurallarına boyun eğecektir. (I. Wallerstein, bir sınavda bir öğrencisinin kendisine “Bu sorunuzun yanıtını veremem, çünkü yanıt X şirketiyle imzaladığımız patent anlaşmasının kapsamına giriyor,” dediğini şaşkınlıkla aktarır!)

Günümüzde araştırmaya yeltenen bir akademisyen, araştırma için gereken fonları, büyük ölçüde piyasadan sağlamak durumundadır; bu ise onun bilimsel faaliyetini kamu yararına değil, fonu sağlayan vakıf ya da şirketin taleplerine endekslemesini gerektirmektedir. Ya da, daha yaygın uygulamayla, idarî amiri tarafından, birimine sipariş edilen ve döner sermayeye girdi sağlayacak projelerde görevlendirilir…

Aslına bakılırsa, (üniversiteyi piyasaya eklemlemeye zorlayan “mali özerklik” dışındaki “özerklikler” (idari, akademik, bilimsel vb.) piyasa açısından çok da dert değildir; üniversite üretimi bir girdi oluşturduğu sürece, üniversiteyi (becerebiliyorlarsa) akademisyenler de yönetebilir, bürokratlar da, profesyonel işletmeciler de! Ve zaten piyasa taleplerine yazgılanmış akademisyenlerin, “diledikleri”ni araştırmalarında bir sakınca yoktur; değil mi ki, akademik terfileri “liyakat”a, “liyakat” ise, bir yandan yönetilen/katılınan projelere, bir yandan da atıf endeksli dergilerde yapılacak yayınlara bağlanmıştır ve atıf endeksli dergiler, ağırlıklı olarak küresel piyasa yönelimli soru(n)lara öndelik vermektedir; araştırma “çerçeveleri” piyasanın gizli eli tarafından dikte edilmektedir…

Bir başka deyişle, üniversiteyi yöneten mantığın “akademik mantık” olmaktan çıkartılarak “şirket mantığı”na tahvil edilmesiyle bizatihî “üniversite özerkliği” fikri anlamsızlaşmıştır. Bir kurum olarak üniversite, bu yolla akademik dilden uzaklaşarak “piyasanın dili”ne ve piyasa işleyişine teslim olmaktadır: “idarî özerklik” yerine “toplam kalite yönetimi”, “bilim özgürlüğü” yerine “proje çalışmaları”, “bilimsel başarı” yerine “performans”, “kalkınma hedefleri” yerine “Üniversite-sanayi işbirliği”, “kampüs” yerine “Teknokent”, “öğrenci” yerine “müşteri”, “kamu yararı” yerine “vizyon-misyon”, ve nihayet hisse senetlerini borsaya sunan, ya da borsada oynayan üniversite!

“Akademi mantığı”nın şirket mantığı”na tahvil oluşunu bir-iki örnekle somutlayalım mı?

İlki, dilerseniz üniversitelerin “personel politikaları” alanından olsun. Bu ülke üniversitelerinde bir süredir kamu sektörünün diğer alanlarında olduğu gibi istihdamda esnekleştirme/güvencesizleştirme politikasının izlendiğini biliyor olmalısınız. Bu süreç ilk olarak, araştırma görevlilerini yerleştirdi hedef tahtasına. Önceleri “öğretim elemanı yetiştirme” alanı olarak görülen asistanlık kurumu YÖK’le birlikte “araştırma görevlisi” pozisyonuna dönüşürken, bu “güvencesizleşme” sürecinin ilk adımı atılmıştı gerçekte; bu pozisyon, araştırma görevlilerinin öğrenim süreleriyle sınırlıydı; doktorasını tamamlayan araştırma görevlisinin bölümüyle ilişkisinin kesilmesini öngörüyordu. Ancak çoğu üniversite bu gereği kulak arkası yaparak araştırma görevlilerini mezuniyet sonrası da kalıcı pozisyonlar sağlayacak “hile-i şeriyye”leri sürdüregeldiler;[6] ta ki, TÜSİAD’ın birden yüksek öğrenim sorunlarına “ilgi” (!) duymaya başlayıp birbiri ardı sıra Yüksek öğrenim raporları yayınlamaya başladığı 2000’li yıllara ve YÖK’ün hazırladığı, haddinden fazla TÜSİAD kokan 2006 tarihli “Strateji Raporu”na dek… Bu raporda:

“ ‘…garantili maaş sistemi yerine, tarafsız kurulların değerlendirilmesine dayanan, belli bölümleri performansa dayalı maaş sistemine geçilmesi ve idari ve akademik personele kadro güvencesinin hangi koşullarda verileceğinin yeni kurallara bağlanmasının düşünülebileceği…’ belirtilirken; 2008 tarihli TÜSİAD raporunda ise iş güvencesi, ‘mevcut ortamda, yenilikçi öğretim ve araştırmayı engelleyen diğer bir etmen…’ olarak görülmektedir. Bu raporda da çözüm olarak üniversite sanayi işbirliği içerisinde gerçekleştirilecek projelere bağlı bir performans değerlendirme sistemi önerilmektedir.”[7]

deniliyordu… Mesaj üniversite yönetimlerince derhâl alındı ve “esnek/güvencesiz istihdam” politikaları (tabii ki yine YÖK marifetiyle) bütün üniversitelerde yürürlüğe konuldu. Akademide “esnek istihdam”, deyim yerindeyse üniversitenin “çaylakları”, araştırma görevlileri üzerinde denemeye sokulmuştu…

Ancak iş, araştırma görevlileriyle sınırlı kalmayacaktı. Akademik yükseltmeler “aslanın ağzı”na yerleştirilerek öğretim üyelerini rehavetlerinden “silkinmeleri” sağlandı!

Akademik terfilerin “liyakat”e bağlandığına değinmiştim. Hâl-i hazırda, yükseltmeler, adayın tabanı YÖK tarafından belirlenen bir puanı doldurmasını gerektirmektedir. Aday yaptığı yerli-yabancı yayınlar, yazdığı bilimsel kitaplar, ulusal-uluslar arası bilimsel kongrelere sunduğu tebliğler, yönettiği/katıldığı projeler, mezun ettiği yüksek lisans, doktora öğrencileri vb.nin her birinden belirli bir puan almakta ve ancak belirli bir puanı doldurduktan sonra doçentlik ya da profesörlük unvanı için müracaatta bulunabilmektedir. İşin ilginç yanı, YÖK’ün belirlediği puan listesinde indeksli dergilerde yayınlanan herhangi bir makalenin, bir kitaptan daha fazla puan getirmesidir ve bazı “pilot” üniversiteler, akademik yükseltmelerde indeksli bir dergide bir ya da daha fazla yayın yapmış olmayı koşul koymaktadır.

İşin püf noktası da budur: indeksli dergiler, büyük ölçüde ABD merkezli, akademik alanda ana-akımların sözcüsü ve piyasa-yönelimli dergilerdir; bir yandan bilimsel paradigmaları küresel ölçekli olarak belirlerken, bir yandan da kendi alanlarında merkez-çevre işbölümünü tesis etmektedirler. Bizatihi bu durum, öğretim elemanlarının “marjinal” addedilen konu ve yönelişlere itibar etmemesini sağlayan, standartlaştırıcı bir “otosansür” mekanizması işlevini üstlenmiştir…

“Proje/indeksli dergi sarmalı” akademik camiayı böylelikle serbest piyasa aktörlerine/vaizlerine dönüştürmektedir.

Üniversitenin ürettiği iki temel “hizmet”ten ilkinin, yani “bilimsel araştırma”nın yazgısı, neo-liberal iklimde bu: serbest piyasanın bir girdisi olmak ya da yok olmak…

Gelelim ikincisine, yani öğretime…

Neo-liberalizmin hedef tahtasına yerleşmeden önce üniversitelerde hocanın amfide neyi nasıl anlatacağını denetleyecek bir mercii yoktu – en azından kuramsal olarak, en azından Batı akademiasında… Bir akademisyen için amfisini dolduran öğrencilerin ilgisi, çoğunlukla nakdî bir karşılığa tahvil edilemeyen bir manevî bir doyumdu. Hoca, o gün kafasını kurcalayan sorunsalı öğrencileriyle tartışmaya açar, onların görüş ve sorularıyla geliştirirdi tezlerini… Böylelikle bilimsel bir fikir öğrencilerin ve ardından meslektaşların katılımıyla kolektif bir ürün olarak biçimlenir, bundan kimse de rahatsız olmazdı.

Neo-liberalizm için bu türden bir bilimsel merak, artık çöp sepetine atılması gereken lüks bir jimnastik, getirisiz bir çabadır.

Bu yaklaşımın hukuksal çerçevesi, Türkiye’nin YÖK eliyle 2000’de dâhil olduğu Bologna süreciyle oluşturulmaktadır.

Bologna sürecini anlatmayı Adnan Gümüş Hoca üstlendiğine göre, ben bu sürecin, Avrupa Yüksek Öğrenim Alanı’na dâhil olacak üniversiteler arasında müfredat, sınav ve kredilendirme sistemi açısından bir standardizasyon sağlamanın (böylelikle, örneğin bir Alman öğrencinin lisans öğreniminin birinci yılını kendi ülkesinde, ikinci yılını İngiltere, üçüncü yılını Polonya, dördüncü yılını ise, diyelim ki Türkiye’de tamamlamasının olanaklı olması öngörülmektedir) yanı sıra, sürece dâhil olan üniversitelerin “bilgiye dayalı ekonomi”nin işgücü ve know-how’ının üretildiği mekânlar olarak tasarlanmasına yönelik olduğunu belirtip geçeyim.

Ama Bologna sürecinin öyle bir getirisi oldu ki, burada değinmeden geçmek, olmaz. ECTS ya da Türkçeleştirilmiş hâliyle AKTS (Avrupa Kredi Transfer Sistemi) terimini duymamış olamazsınız. Bir öğrencinin yüksek öğrenim kurumundan mezun olmak için doldurması gereken “kredi” toplamından söz ediyorum. “Not”un “kredi”ye tahvil edilmesindeki absürdlük bir yana, bu sistemle birlikte öğrenci bir müşteri, ama aynı zamanda bir mamûl, öğrenim süreci ise Taylorist bir üretim şeridi olarak yeniden tanımlanmaktadır.

İnanmayacaksınız ama, AKTS bir öğrenci “konvertibilite” sistemi. Diyelim ki Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme Fakültesinde okuyan bir öğrencinin, yine diyelim ki üçüncü sınıfı Bonn Üniversitesi’nin denk bölümünde okuyabilmesi için “kaç kredi”ye denk düştüğünü net, şeffaf ve sınanabilir bir şekilde hesap edebilme tekniği. Bir bakıma, farklı yüksek öğrenim kuruluşlarından öğrenciler arasında “çapraz kurları” saptayabilmenin yöntemi. Bir “hammadde” olarak üretim şeridine yerleştirilen öğrencinin, “üretim süreci” sonunda beklenen “öğrenim çıktı”larıyla örtüşüp örtüşmediğinin, “iş yükü” x “performans” gibi bir hesaplamayla saptanması… Firmaların personel dairelerine, iş başvurusunda bulunan yeni mezunu değerlendirmelerinde kullanabileceği “nesnel, rasyonel” bir kriter… Akademik değerlendirmenin bankacılık dilinin boyunduruğu altına girmesi… Yükseköğrenimin nihaî hedefi olması gereken, yalnızca mesleğine gerekli donanıma değil, aynı zamanda toplumsal sorumluluk duygusuna, siyasal bilince ve etik duruşa sahip “bütünsel insan”ın, yerini piyasa arrivistine bırakması…

Kemal İnal, neo-liberal eğitim politikaların hedeflediği insan tipini şu özelliklerle betimliyor:

– Biri İngilizce olmak üzere en az iki dili çok iyi bilmek,

– Yeni teknolojilere uyumlu olmak,

– Yaratıcı olmak ve kendini sürekli yenileyebilmek,

– Batı kültürüne aşina olmak,

– Dünya ekonomisiyle bütünleşebilecek bilgi ve beceri kapasitesine sahip bulunmak,

– Finans, işletme, ithalat-ihracat alanından haberdar olmak,

– Vizyon sahibi olmak,

– Liberal değerlere bağlı bulunmak,

– Takım çalışmasına açık olmak.[8]

* * *

Sakın ola ki “Ne var bunda?” demeyin…

Demeyin ki, neo-liberal kapitalizmin, zihinlerimizi daha ilk tanımdan itibaren sömürgeleştirdiğini kabullenmek zorunda kalmayalım.

Bu, kapitalist vahşet karşısındaki yenilgimizi tam ve mutlak kılacaktır.

Ne miydi o ilk tanım?

Hatırlayın: “İnsan bir zoon politikon’dur”, yani toplumsal bir hayvan; “gemisini kurtaran kaptan” değil…

İnsan başkalarıyla yaşar, varlığını sürdürebilmek için hemcinslerini gözetmek zorundadır.

Üstelik de salt hemcinslerini gözetmesi yetmez; içerisinde yaşadığı bios’u da sürdürülebilir kılmak zorundadır.

Bios, yani hava, su, toprak, ateş, yani yeryüzünde yaşamı olanaklı kılan her şey, temellük edilerek özel mülkiyete dönüştürülemez.

O, hiç kimsenindir; ve eğer bir tür olarak varlığımızı sürdüreceksek, herkesin özenini gereksinmektedir…

İnsan, tüm canlılar arasında biyolojik ile toplumsalın en fazla örtüştüğü varlıktır.

Ve bu dengenin sürdürümü, bugün, yalnızca türümüzün değil, yeryüzü yaşamının sürdürümünde aslî hâle gelmiştir…

Bilim, bu dengenin sürdürümünün aracıdır, başka bir şey değil…

Bu nedenledir ki bilimin tek hedefi vardır ve öyle de kalmalıdır: Emeğin ve hayatın yanında olmak!

Üniversite üzerindeki neo-liberal tasallut, “bilim”i piyasa girdisine dönüştürerek hayatı baltalamaktadır gerçekte.

Bu nedenledir ki, sakın ola “Ne var bunda?” demeyin!

Bu, zincirinden boşanmış, düşlerimiz dahil hayatın her alanını ele geçirmeye çalışan piyasa mantığının zehirli öpücüğüne kanmak olur…

21 Ağustos 2010 10:26:57, Ankara.

N O T L A R

[1] 25 Ağustos 2010 tarihinde ÖEP’in İzmir Selçuk’ta düzenlediği ‘V. Gençlik Kampı’nda yapılan konuşma… Newroz, Yıl:4, No:146, 22 Eylül 2010…

[2] Erich Fromm.

[3] Kemal İnal, “Neoliberal Eğitim ve Üniversiteler”, http://asistangirisimi.blogspot.com/2009/ 02/neoliberalizm-ve-universitelerkemal.html

[4] http://www.egitimsen.org.tr/aramasonuc.php?arama=tum&id=2441

[5] Özgür Narin, “Kapitalist Toplumda Bilim Yol Gösterici Olabilir mi? Dönüşüm Sürecinde Üniversiteler ve bilim”, 23.12.2009, http://anti-bologna.blogspot.com/2009/12/ kapitalist-toplumda-bilim-yol-gosterici.html.

[6] Bkz. Muammer Kaymak, “Öğretim Elemanı Piyasası! Asistanlıktan Esnek Öğretim Elemanı Piyasasına”, Bilim ve Gelecek,  sayı 17, Temmuz 2005.

[7] Özgür Müftüoğlu, “Üniversitede Esnekleştirme Çabaları ve 50/d Mücadelesi”, http://asistangirisimi.blogspot.com/2009/03/universitede-esneklestirme-cabalar-ve.html

[8] Kemal İnal, “Neoliberal Eğitim ve Üniversiteler”, http://asistangirisimi.blogspot.com/2009/ 02/neoliberalizm-ve-universitelerkemal.html