Home , Köşe Yazıları , Türk Ordusu Kürdistandan Derhal Çekilmelidir!

Türk Ordusu Kürdistandan Derhal Çekilmelidir!

YUSUF KÖSE | 16 – 07  – 2010 | AKP’nin, “Kürt Açılımı” vb. daha sonra daha başka “açılım” şovlarının peşi sıra birbirini izlediği ama hiç bir inandırıcılığı olmayan ve sadace CHP ve MHP gibi ırkçı faşist partiler ile hükümet arasında söz düellosundan öteye gitmeyen, tersine bu şovların sürdüğü anlarda yüzlerce Kürt siyasetçisinin ve taş attıkları gerekçeleriyle çocuk yaşta gençlerin tutuklanarak ve ağır hapis cezalarına çarpıtılmaları vb…

Bunların yanısıra Kürt ulusu üzerindeki baskıların her geçen gün giderek sistemli bir şekilde artırılması, AKP ve şovculuğu kokuşmuş saray soytarılığına dönüştüren Başbakan Erdoğan’ın amacının ne olduğu çoktan açığa çıkmıştır.

Tam da “açılım şovları”nın sürdüğü sıralarda DTP’nin kapatılması, Kürt siyasetçilerin toplu olarak gözaltına alınıp tutklanmaları, Kürtlere siyaset hakkının tanınmayacağını, tanınmadığını, “devletin bekası doğrultusunda Kürtleşmedikçe” de bu hakkı asla kulanamayacakları mesajı da beraberinde verilmiş oluyordu.

Başbakan Erdoğan, kamuoyuna, kendisinin Kürt sorununu “çözmek istediği” ama, “derin  devletin buna engel olduğu” mesajını vermek istedi. Bunda kısmen de başarılı oldu. Liberal aydınlar büyük bir hararetle Erdoğan’ı desteklediler, onu  bu konuda “samimi” buldular. Oysa Kürt siyasetçilerinin toplu tutklanmaları bütünüyle hükümetin denetimi ve isteği altında gerçekleşmiştir.

Türk egemen sınıfların Kürt sorununu “çözmek istedikleri” doğru. Onlar açısından en iyi çözüm; Kürtlerin kendi ulusal kimliklerini reddedip Türkleşmeleridir. “Kurtuluş Savaşı”nın ilk yılları hariç Türk egemen sınıfları Kürtlerin ulusal varlıklarını kabul etmeyerek, bugüne kadar, -bugün de dahil- zorla asimile politikasını izlemişlerdir. 1990’lı yıllarından itibaren zaman zaman “Kürt realitesi”nden söz edilmesi, egemenler açısından inkarcı politikanın özünü değiştirmemiştir. Bu tarihten itibaren yer yer Kürtlerin varlığı “Türk vatandaşları” olarak kabul edilmesi ise, Kürtlerin ulusal savaşlarının dayatmasının bir tezahürü olagelmiştir. Kürt ulusu bu denli direngen olmasaydı, Türk egemen sınıfları tarafından  “Türk vatandaşı Kürt” sözü de söylenmeyecekti. Yine de asimilasyon politikasından vazgeçilmemiştir. Kürt ulusnun ulusal dili Kürtçenin yasaklanması, okullarda okutulmaması, asimilasyon politikasının baskıcı bir şekilde yürütüldüğünün yalın bir göstergesini oluşturmaktadır.

AKP hükümetinin yer yer şova dönüşen “açılım”larının Kürt Ulusal Mücadelesini tasfiye hareketi olduğunu defalarca dile getirmemize karşın, bazı kesimlerin, özellikle de AKP ve Erdoğan’ı “demokrat” ilan eden liberal sıfatlı burjuva aydınları da gelinen aşamada umduklarını bulamamanın “hayal kırıklığını” yaşıyorlar.

AKP hükümeti, “Kürt açılımı”nı gündeme getirmesinin esas nedeni; Kürt ulusal hareketini pasifize ve giderek tasfiye etmekti. Yani, Kürt kitlesini kendi katliamcı politikasının peşine takarak, ulusal sorunu çözmeyi umdu. Mahmur ve Kandil’den gelenleri kabul etmeleri ve istemeleri de sonradan Kürtler üzerinde daha ağır sopaya dönüşecek olan bu politikanın bir versiyonuydu.

Erdoğan hükümetinin çeşitli “açılım” şovlarının bir amacı da ilerici kesimleri ya safına çekmek ya da nötrilize etmekti. Nitekim, bu konuda bir süreliğine kısmen başarılıda oldu denebilir. Kendine “ilerici”, “demokrat” diyen bir kısım “sanatçı”, “yazar” ve “çizer” takımı, her biri birer şova dönüşen “açılımların” konuğu olmaktan kendilerini alamdılar. Oysa, TC başbakanının amacı onların ellerini de Kürt kanına bulşatırmaya çalışıyordu. Çünkü, “biz çözümden yanayız, ama terör örgütü buna müsade etmiyor kan döküyor” diyecekti ve dedi de. TC devletinin faşist karakterini bilmeyenler ya da onu farklı görmek isteyenler, isteyerek ya da istemeyerek de olsa devletin vahşetine destek olmuşlar, ona kan taşımışlardır.

Türk egemen sınıfları içinde Kürt sorununa, özde aynı olsa da bazı nüans farklılıkları da var. MHP’nin faşist ve ırkçılığı her zamanki gibi devam ediyor. CHP ise 1990’ların ortalarından daha geriye giderek, MHP ile aynı çizgiye gelmişlerdir. Bu her iki parti de Kürt sorunun yok sayarak, toplumda ırkçılığı şovenizmi geliştirmeye çalışıyorlar. Yani, Kürt ve Türk emekçilerini birbirine düşman etmenin uğraşı içinde oldukları gibi, Kürt ulusu üzerinde inkarcı ve katliamcı politikanın kesintisiz sürmesinden yanadırlar. AKP’de bunlardan pek geriye kalır yanı yok. O da şimdi “açılımları” bir yana iterek, ırkçı ve katliamcı politikanın kendisine oy getişreceğini ummaktadır.

CHP’nin yeni genel başkanı (Erturul Özkök ve Fatih Altaylı vb. gibi tekelci burjuvazinin gazete sütunlarındaki sözcülerinin –şimdilik kaydıyla- medarı iftarı ) Kılıçdaroğlu ise, Kürt ulusuna kılıç sallamaktan öteye gidemeyecektir. O da çözümü “kılıç”ta bulacaktır. Şu anda “net” konuşmaması, onun net olmadığı, CHP’nin geleneksel devlet politikasından ayrı düşündüğü anlamına gelmiyor. Çok keskin laflar etmemesi, seçimlerin yaklaşması nedeniyledir.

Kürt sorunu Türkiye’nin en temel sorunlarından biridir. Bu işçi ve emekçiler açısından da böyledir. Türk egemen sınıfları içinde bu konuya farklı yaklaşanlardan biri de Türkiye’nin egemenleri TÜSİAD’dır. TÜSİAD’ın uzun zamandan beri bu konun kısmen çözülmesini istemesi, yani, bölünmeden Kürtleri Türk devletinin egemenliği altında tutacak politikanın yaşama geçirilmesinden yanalar. Bunun nedeni:

Birincisi; bölünme korkusu. Bunun anlamı, önemli bir sömürü alanını kayıp etmek elden kaçırmak analamına geliyor. Daha açık bir söylemle, sömürü alanın daralaması analmına geliyor.

İkincisi; Kürtler ayrılmadan Türk egemen sınıflarının denetimi altında kalmaları, Irak Kürdistanı üzerinde de ağırlıklarının artacağı ve hatta Kürtlerin yaşadığı Suriye ve İran’da da bunun kendi lehlerine yansımalarının olacağını hesaplıyorlar.

Üçüncüsü; AB ve ABD, Kürt sorunun çözülmesinden ve Kürtlere bazı siyasal hakların verilmesinden yan tavır alıyorlar ve bunu Türk devletinden istiyorlar. Şu anda Kürt sorunun çözümü, AB ve ABD emeperyalist devletlerinin çıkarınadır. Kendi çıkarlarına ters düşen, ekonomik çıkarlarını şu ve ya bu oranda zedeleyen bir savaşın sürmesini istemedikleri için, telkinleri Kürt sorunun çözümü yönündedir.

Elbette, buradan, TÜSİAD’ın şu anda Kürt Ulusal Mücadelesi’ne karşı uygulanan politikaya karşı olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Kürtler’in uzun süre yok sayılmasının arkasında TÜSİAD vardır. Yine Kürtler üzerinde baskı ve katliamların, asimilasyon politikasının arkasında TÜSİAD ya da benzerleri vardır.

ABD ve AB’nin de Kürt sorununu çözüme yaklaşımları, sanıldığı gibi Kürtlerin ulusal haklarının tanınması değil, kısmen bazı hakların tanınması yönündedir. ABD ve AB emperyalist güçlerinin esas istedikleri PKK’nın silahları bırakması ve kendini Türk devletinin “merhametli” kolları arsına bırakmasıdır. Bu nedenle de PKK’yı “terörist” ilan ettikleri gibi, buna yönelik baskılarını da her geçen gün artırmayı tercih ediyorlar.

Kürt ulusal hareketinin silahla bastırılmasından yana olanların başında Genelkurmay, MHP, CHP ve Kemalist bürokrasi gelirken, AKP’de bunlara eklemlenmiştir. Ancak, Türk egemen sınıfları, her ne kadar Kürt ulusal hareketinin bütünüyle tasfiyesinden ve bastırılmasından yana iken, bunun kolay olmadığının ve olamayacağının bilincinde olarak, bazı tavizler ile pasifize etmeye, evcilleştirmeye ve Türk egemen sınıflarının bütünüyle kontrolü altına almayı amaçlıyorlar. Bu nedenle de zaman zaman burjuva basının da yoğun çabalarıyla kendi “Kürtlerini” yaratmaya çalışsalar da güçlü silahlı Kürt Ulusal Hareketi karşısında celatlarıyla işbirliği yapan “evcil Kürtler”in şimdilik bir şansı yok.

Birlikte Yaşama Ve Kürt Ulusunun Kendi Geleceğini Belirlemesi

Bir ulus kendi ana dilini özgürce kullanamıyor, kendi dilinden eğitim alamıyor ve o dilin geliştirilmesi önüne her türlü barikat kuruluyorsa, orada zorla asimilasyon politikası uygulanıyordur. Ezen ulus devletinin kendi insiyatifi ve kontrolü altında ezilen ulus dilinden yayın yapılmasına kısmen izin verilmesi, asimilasyon politikasının aşıldığı anlamına gelmiyor. Bu yaklaşım dahi, ezen ulus egemenlerinin o ulusun ulusal demokratik haklarını tanımadıkları gibi,  zorun yanında daha ince bir asimilasyon politikası ile sorunun üzerini örtmeye çalıştıklarının kanıtlarıdır.

Türk egemen sınıfları, Kürt ulusal varlığını hep inkar ettikleri için baskı ve zulmü de Kürt ulusu üzerinden eksik etmemişlerdir. Türk devletinin Kürtler açısından anlamı; zulüm, baskı, katliamlar, sürgünler, techirler, köylerinin yakılması, toplu tutuklamalar, sorgusuz sualsiz öldürmeler, erkeklerin köy meydanlarında çırılçıplak teşhir edilmeleri ve işkencelerden geçirilmeleri, horlanmaları, Kürt olduklarına pişman olacak uygulamalarla karşı karşıya bırakılmaları ve daha nice insanlık dışı yaptırımlar demektir.

Ulusal aidiyetlerinden dolayı bu denli ağır baskı koşullarıyla karşı kalan bir ulustan, ezen ulusa güven duyulması beklenilebilecek bir durum olmadığı gibi, birlikte yaşamak içinde çaba harcamaları ya da bunu gönüllü olarak istemeleri onlardan beklenemez ve beklenmemelidir de. Kürtlerin daha önce yaşadıkları acılar ve karşı karşıya kaldıkları yaptırımlar bir yana, özellikle 1980’lerden itibaren her Kürt ailesi vahşeti birebir yaşamış ve en az bir ferdini bu savaşta yitirmiştir.

Durum bu olduğu halde, hala Kürt ulusundan “birlikte yaşama isteği” beklemek ham hayaldir. Çünkü faşist Türk develetinin Kürt ulusuna yönelik uygulamaları bu olasılğı ortadan kaldırmıştır. Bugün Kürt ulusal Mücadelesi direkt ayrılıktan söz etmiyorsa, bu iç ve dış koşullarla ilgilidir. Gönüllü bir istem değildir. Koşulları olduğunda Kürt burjuvazisi ayrılık talebini güçlü bir şekilde dile getirecektir. Kürt halkının önemli bir kesimi, yani ulusal savaşı omuzlarında hissedenler de birlikte yaşamaktan yana değillerdir. Çünkü ortada ciddi bir güven sorunu vardır ve Kürt halkının Türk egemen sınıflarına güven duymaları için de bir neden de yoktur. Tersine güvenmemeleri onların sınıfsal yapıları gereğidir ve olumlu bir durumdur.

Soruna şöyle de yakalaşılabilir. Bugün Kürt ulusuna birlikte yaşama ya da ayrı bir devlet kurma konusunda  referandum yapılsa, -elbette özgür bir ortamda- Kürtlerin tercihi ayrı bir devlet kurma olacaktır. Gelinen aşamada Kürt ulusunun salt “Demokratik Özerklik”le yetineceklerini sanmak yanıltıcı olur ve ulusal bur doğasına da aykırıdır. Tarihte bir arada yaşayan uluslar, tam hak eşitliği kurallarının geçerli kılındığı zaman birlikteliği gerçekleştirebilmişlerdir. Her şeyden önce ulusal kimliklerinden dolayı birbirlerini horlamamışlar ve kendi ana dillerinde özgürce eğitimi gerçekleştirmişlerdir. Bu tür devletlerin sayıları da azdır. En bilinen örnek İsviçre’dir. Onun dışında ise yok gibidir.

Sosyalist ülkelerde ise tam hak eşitliği sağlandığı ve ulusal baskı bütünüyle ortadan kaldırıldığı için çeşitli uluslardan halklar eşit koşullar içinde kardeşçe bir arada yaşayabilmişlerdir. Bunun en iyi örneği 17 Ekim Devrimiyle beraber Rusya’da gerçekleşmiştir.

Türk egemen sınıfları Kürtlere ayrılma ve ayrı bir devlet kurma tercihinden başka bir seçenek bırakmamıştır. Kürt ulusunun Türk ulusuyla birarada birlikte yaşama olanakları Türk egemen sınıfları tarafından çoktan ortadan kaldırılmıştır.

Türk devrimci ve komünistleri, Kürt ulusu üzerindeki baskıların kaldırılması ve Kürt ulusunun özgürce kendi kaderini tayin hakkını elde etmesini daha yüksek bir sesle dile getirmelidir. Aynı zamanda Kürt ulusunun ayrı bir devlet kurma hakkının olduğunu ve isterse Kürt ulusu ayrılarak kendi ulusal devletini kurabileceğini daha sık vurgulamalıdır. Aynı zamanda Türk devletinin  ordusunun Kürdistan’dan derhal çekilmesini istemelidir. Türk ordusu işgalci bir ordudur ve Kürdistanı ise zorla işgal altında tutmaktadır. Bu görülmeli ve ona göre politikalar izlenmelidir.

Ezilen sınıflar ve elbette proletarya açısından Kürt sorunun çözümü, halkların eşit koşullar içinde bir arada yaşamasıdır. Sosyalizmde bu gerçekleşmiştir. Kürt ulusuna “sosyalizmi bekleyin” demek elbette gerçekci olmayacaktır. Bugün ortada ciddi bir sorun ve bu sorun nedeniyle bir ulusun haykırışı var. Yani, Kürt ulusal sorununa proletaryanın sınıf çıkarları açısında yaklaşarak, o ulusun ulusal demokratik hakları desteklenerek, Türk egemen sınıfların her türlü baskı politikasına karşı aktif mücadele edilmelidir.

Kürt işçi ve emekçilerinin kendi ulusal burjuvazisinin peşinden gitmesi proletaryanın genel sınıfsal çıkarları ile uyum içinde olmasa da, bugün açısından onun karşısında somut pratik bir alternatif olmadığındandır. Teorik olarak bu alternatifin mevcut olması, tartışılan konu açısından sorunun özünü değiştirmiyor. Ya da ezilen bir ulusun en doğal hakkı olan kendi ulusal demokratik talepleri doğrultusunda savaşım vermesi gerçeğini ve bu gerçekliğin proletarya ve ezilen halklar açısından desteklenmesi gerekliliğini ortadan kaldırmıyor.

TC’nin kuruluşundan bugüne kadar Kürtler zorla Türkleştirilmeye çalışıldı. Kürtler zorla asimilasyon politikasına karşı direndiler ve direnmeye devam ediyorlar. Kürtlerin zorla asimile edilmesinin koşulları bütünüyle ortadan kalkmıştır. Kürt ulusu, Türk egemen sınıflarının yer yer jenosidlerine maruz kalmalarına karşın, Kürdistan’da kapitalizmin gelişmesine koşut olarak da ulus bilinci artarak gelişmiştir.

Bütün bunlara karşın, bugün Kürt sorunun çözümü elbette var. Yazının bir kaç yerinde de belirtildiği gibi Kürt ulusu kendi kaderini özgürce tayin etmeli ve bunun siyasal ve soyal koşulları yaratılmalıdır. Bunun ilk koşulu, Türk ordusu ve Türk devletine bağlı diğer güvenlik güçleri derhal Kürdistandan çekilmelidir. Kürtler kendi geleceklerini nasıl belirleyeceklerini -referandum süresi içinde- özgürce tartışmalıdır. Kürtlerin refarandumuna herhangi bir müdahale olmamalı, sonuca saygı gösterilmeli ve daha baştan bunun kabul edileceği ilan edilmelidir. Eğer Kürt ulusu ayrılma ve ayrı bir devlet kurma yönünde karar alırsa, sınırları halk belirlemelidir.

İşte Kürt ve Türk halklarının kardeşliği ancak böyle sağlanabilir ve savaş böyle son bulur.

Elbette bunlar şimdilik uzak ve öznel bir yaklaşım olarak duracaktır. Türk egemen sınıfları böyle bir yaklaşım içine kendi istemleriyle asla girmeyeceklerdir. Bu sorunu Türk işçi ve emekçileri çözebilir. Türk halkı Türk devletinden desteğini bütünüyle çekmelidir. Kürtlerle savaşa asker göndermemeli ve askere gitmemelidir. Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin etme hakkı olduğunu kabul edip, bunu devlete dayatmalıdır. Her şey halkların elindedir. Türk egemen sınıfların kanlı saltanatına işçi ve emekçiler son verebilir.

Bugün Türk egemen sınıfları Kürt ulusu üzerinde kanlı bir terör estiriyorsa, Türk halkının ezici çoğunluğunun ya sessiz kalması ya da egemenlere bu konuda destek vermesinden kaynaklanıyor. Türk halkı Kürt ulusunun ulusal demıkratik hakları yanında yer aldığında, savaş hızla sona ercektir. Egemen sınıflar Türk halkının desteğini aldıkları sürece bu savaşı sürdürmeye çalışacaklardır.

Türk ırkçılığının geliştirilmesi, asker cenazelerinin ırkçılık şölenine dönüştürülmesi, MHP ve CHP gibi partilerin milliyetçiliği ve ırkçılığı körüklemesi, Türk halkı içinde Kürt düşmanlığının geliştirilmesi ya da geliştirilmeye çalışılması, Kürt ulusuna karşı savaşı sürdürmek amaçlıdır. Kendine “ilerici” diyen bazı kesimlerde bile sosyal şovenizmin gelişmesi, bu ırkçı politikanın bir ürünüdür.

BDP’nin son günlerde “Demokratik Özerklik” politikasını gündeme getirmesi ve bunu yaşama geçireceğini ileri sürmesi, ileri bir adımdır. Ancak, “demokratik özerkliğin” ne olduğu içeriğinin nasıl doldurulduğu netleşmemiştir. En azından “demokratik özerklik” yaklaşımı, -“konfederal” denilen ve ne olduğu ortaya atanlar tarafından dahi netleştirilememiş, verili koşullarda gerçekleşme olasılığı olmayan öznel anlayışa göre-,  somut ve elle tutulabilir bir öneri ya da taleptir.

***