Home , Köşe Yazıları , TC'nin transformasyonu, GOP ve hegemonya savaşları

TC'nin transformasyonu, GOP ve hegemonya savaşları

VOLKAN YARAŞIR | 11 – 08 – 2011 | Türkiye Cumhuriyeti bir transformasyon sürecinden geçiyor. TC emperyalist-kapitalist sisteme derinden ve yeniden entegre oluyor. Referandum ve genel seçimler bu sürecin önemli adımları oldu.

Uluslararası düzeyde 11 Eylül konsepti, kapitalizmin yapısal krizi, ülke içinde ise 1994 5 Nisan kararları, 2002’deki Kemal Derviş darbesi ve Kürt ulusal özgürlük hareketinin ulaştığı boyut yeniden yapılanmanın sıçrama noktaları olarak öne çıktı.
GOP ve 11 Eylül konsepti
ABD, 11 Eylül konseptiyle küresel bir imparatorluk kurmaya çalıştı. Bu hamle aynı zamanda hegemonya krizini aşma ya da hegemonyasını restore etme gayretiydi. Dünya jeopolitiğindeki konumu ve etkisiyle Ortadoğu bu hamlenin odak coğrafyası oldu.
ABD Ortadoğu’nun yeniden dizaynına girişti. Irak ve Afganistan’ın işgali yeni Ortadoğu düzeninin kurulması yönündeki emperyal saldırılardı. BOP, yeni Ortadoğu düzeninin sofistike ifadesi oldu. ABD imparatorluk projesini ve hamlesini bu doğrultuda gerçekleştirdi. ABD’nin imparatorluk atağı bölge halklarının direnişi karşısında çöktü. Bu gelişme BOP’un bir dizi yeni evresini gündeme getirdi. ABD, AB’yle ortak hareket etmeye başladı. BOP’un ikinci evresinde açık zorla, ideolojik zoru konsantre eden taktikler uygulandı. Ne var ki, emperyal kültür zaman kadar eski ve kadim bir uygarlık olan Mezopotamya uygarlığı karşısında başarısız kaldı. Bu sefer C. Rise tarafından dile getirilen BOP’un üçüncü evresi gündeme geldi.
“Yaratıcı kaos” diye tanımlanan konseptle, Ortadoğu’nun Balkanlaştırılması hedeflendi. Ortadoğu halkları etnik, mezhebi ve dinsel polarizasyona tabi tutuldu. Eklem yerlerinden kırılmak istendi. Irak ve Filistin’de bu yönde mikro devletler kuruldu. Bölgede kanton ve mikro devletlerin yaratılmasıyla polarizasyon tetiklenmek istendi. Mikro devletler aracılığıyla makro tahakküm tahsis edilmeye çalışıldı.
Yani “kaosun yaratıcılığıyla” katliam, yıkım ve talanın önü açılmak istendi. Bu yönde başta Irak bir kan gölüne dönüştü.
Obama’nın iktidara gelmesi, emperyalist politikalarda “deri değişimine” yol açtı. Bölgede yükselen direnişi ve ABD karşıtlığını hesaplayan, Ortadoğu’da sıkışmışlığı bir düzeyde aşmaya çalışan, Latin Amerika’daki “kontrolsüz” gelişmeleri denetlemeyi arzulayan ve her ABD askerinin ölümünün iç politikada etkilerini hafifletecek bir konsepte geçildi. H. Clinton’un “akıl güç” olarak tanımladığı bu konsept özellikle bölge güçlerine, emperyal politikalara tam angajmanla, aktif rol yükledi. Açık işgali her zaman rezervde tutan ABD, bölgede hem imaj yenilemek hem de hegemonyasını yeniden kurmak istedi. Irak’ın kalbinde 50 bin kişilik askeri güç bırakarak yani ileri karakolla jeostratejik noktaları ve enerji kaynakları, yollarını kontrol etmeyi amaçladı. Böylece bir yandan askeri mobilizasyonunu arttırmayı, diğer yandan ise Ortadoğu’da sıkışmışlığını aşmayı hesapladı.

Arap devrimleri ve bu devrimlerin dalgasal etkisi, BOP’un yeni evresini işaretledi. Aşağıdan devrimin önünü kesmek, bölgede kapitalist stabilizasyonu sağlamak için bir anlamda BOP’un “yaratıcı kaos” ve akıllı güç” evreleri sentezlendi.
Libya’ya NATO’nun askeri müdahalesi bu pratiklerden biri olarak öne çıktı. Kolektif emperyalist bir operasyonla Libya’ya müdahale edildi. Açık işgalin gündemde olduğu Libya’da Balkanlaştırma taktiklerinin devreye sokulması büyük bir olasılık.
Ayrıca Libya müdahalesi Arap devrimlerinin önünü kesmeye yönelik emperyal bir atağı ifade etti. Bunu Bahreyn ve Yemen’in Suudi Arabistan tarafından açık işgali izledi.
Açık işgalle toplumsal muhalefet şiddetle bastırıldı. Suudi Arabistan Ortadoğu’da ve özellikle Arap Yarımadası’nda bölgesel bir güç ve emperyalizm lejyoneri olarak konumlandı.
Mısır ve Tunus’ta, devrimin yarattığı olağanüstü dinamizmin ve yıkıcı gücün etkisizleştirilmesi için daha rafine adımlar atıldı. Kapitalist stabilizasyon yönünde bir dizi restorasyon politikaları devreye sokuldu. Bu çok vektörlü karşıdevrimci taktiklerle Arap devrimlerinin bertaraf edilmesi amaçlandı. Hatta devrimler mutasyona tabi tutulmaya çalışıldı. (1) Böylece kitle mobilizasyonunun yarattığı etkiyle “renkli devrimlere” uygun bir şekilde sistemin rektifikasyonu için hamleler yapıldı. Bu durum, kapitalist entegrasyonun derinleşmesinin önünde engel teşkil eden çeşitli despotik ve otoriter Arap rejimlerinin devre dışı kalmasını kolaylaştırdı. Bu adımlarla İslam’ın ve İslam coğrafyasının kapitalist sisteme daha yoğun ve derin bir şekilde entegre olması hedeflendi. Bölgenin topyekün stabilizasyonuyla pazarın derinleştirilmesi amaçlandı. Ayrıca petrole bağlı kapitalist gelişmenin taşıdığı riskin giderek artmasıyla, petropolitik bir hamle olarak, petrol kaynaklarının daha doğrudan kontrolü hesaplandı. Bu “dönüşüm” süreci ABD’nin bölgede hakimiyetini kalıcılaştırma ve tahkim etme uğraşı olarak değerlendirilebilir.
İslam coğrafyasının finans kapitalin somut ve güncel ihtiyaçları açısından pürüzsüz bir coğrafyaya dönüştürülmesi için bir dizi “çok boyutlu” politika hayata geçirildi.
BOP’un genişletilmiş versiyonu olan GOP, bu politikaların konsantrasyonunu ifade ediyor. Kuzey Afrika, Arap Yarımadası, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’yı kapsayan GOP coğrafyası, emperyalist nüfuz ve ekonomik alan savaşlarına sahne oluyor. Dünya enerji kaynaklarının 3/4’ünün çıktığı, dünya zenginliğinin yüzde 60’ının üretildiği, dünya nüfusunun yüzde 75’inin yaşadığı bu topraklar büyük altüst oluşlara gebe. GOP’un kapsadığı alanlar, kaynak savaşlarının cereyan edeceği coğrafya olarak dikkat çekiyor ve öne çıkıyor.

TC’nin bölgesel güç olma hamleleri
TC, BOP ya da GOP içindeki en stratejik ülkelerden biri. TC, büyük altüst oluşların yaşanacağı, talan ve yağma anlamına gelen kaynak savaşlarının kaçınılmaz olduğu bu coğrafyada bölgesel güç olmaya çalışıyor. Aynı süreçte finans kapital küresel sermayeyle (Özal dönemi ve Kemal Derviş  operasyonlarıyla sıçramalar kaydeden) içiçeliğini daha fazla pekiştiren ve derinleştiren adımlar atıyor. Bu adımlar sadece finans kapitalin değil onunla son derece derin entegrasyon yaşayan, hatta onun görünüşüne bürünmüş küresel sermayenin acil, güncel hedeflerine uygun biçimleniyor.
Daha sürecin başında olunmasına rağmen bölgesel açılım mahiyetinde ciddi adımlar atıldı. Ortadoğu pazarındaki payın arttırılması için birçok sektörde yatırımlar yapıldı. Başta bankacılık, tekstil ve inşaat sektöründe önemli sermaye transferleri gerçekleşti.
Bölgenin yoğun bir ucuz emek pazarına sahip olması, Arap monarşilerinde petro-doların yarattığı olanaklarla geniş tüketim zeminlerinin bulunması, finans kapitalin iştahını kabarttı ve agresyonunu arttırdı. Bu ülkelerin iç pazarlarında hegemonya kurma çabaları yoğunlaştı.
TC bu sürecin ihtiyaçlarına göre transforme oluyor. En başta finans kapitalin büyük yatırımlarının ve yatırım hamlelerinin korunması için askeri ve siyasi bir dizi yapı değişikliği içine girdi.
AKP iktidarı döneminde bu yönde son derece önemli hamleler gerçekleştirildi. Hatta AKP’nin iktidara gelişi  ve işlevi ancak bu süreç kavrandığında anlaşılabilir. Çünkü bu süreç küresel sermayenin yönelimleri ve emperyalizmin yeni jeopolitiğiyle bağlantılı olarak şekillendi.
TC’nin Neo-Osmanlıcılık politikalarında ifadesini bulan bu gelişmelerle, finans kapitalin yönelimi bir dizi stratejik ve politik hamleyle desteklendi. NATO’nun yeni konseptine bağlı bir şekilde ordunun profesyonelleşmesi, mobilizasyon gücünün ve savaş yeteneğinin arttırılması, operasyonal niteliğinin yükseltilmesi ve modernizasyonu, yeni silah alımı ve silah sanayinin geliştirilmesi yönündeki hamleler finans kapitalin yeni açılımına uygun düzenlemeler olarak dikkat çekiyor.
Bu yönelimin diğer bir adımı “ılımlı İslam” modelinin bölgenin yeni dizaynında temel bir ideolojik zemin olarak devreye sokulması oldu. Yeşil kuşak doktriniyle ve Afganistan’ın Sovyet işgali sonrası müdahalelerle İslam emperyalizmin Ortadoğu politikalarında önemli bir politik enstruman haline geldi. İslam’ın, ABD’deki cemaatlere ya da Endonezya’da son derece etkin olan cemaat örgütlerine benzer bir dönüşüme uğratılarak antikomünist ve kapitalizme içkin ve uygun hale getirilmesi hedeflendi. İslamın ve İslam coğrafyasını emperyalist-kapitalist sisteme daha yoğun, derin ve kompleks bir şekilde içselleştirilmesine yönelik bu adımlar titizlikle hayata geçirildi, geçirilmeye devam ediyor.
İslam’ın kapitalizm ruhuna uygun hale getirilmesi ve kapitalist rasyonalizasyonu ve rıza mekanizmaları üreten bir ideooljik politik zemine oturtulması yönünde AKP ve Fethullah Gülen cemaati önemli bir rol oynadı. İslam’ın bu “özgün” biçiminin ya da yorumunun etkinlik alanının geliştirilmesi yönünde uygulamalar (Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya, Balkanlar ve Afrika’ya kadar) yaygınlaştı. Böylece İslam coğrafyasının küresel sermayenin güncel, somut ve tarihsel hareketi için pürüzsüz ve sorunsuz coğrafyaya dönüştürülmesi hedeflendi. Sermayenin ihtiyaç ve yönelimlerine yönelik bu “mekan” düzenleme hareketlerinde “ılımlı islam” son derece belirleyici işlev gördü. Bu sürecin bütünü, devlet, toplum, birey ilişkilerinde muazzam altüst oluşlar yarattı.
Ekonomik, kültürel, askeri, siyasi ve sosyo-politik yönleri olan bu gelişmeler egemen klikler arasında sert çatışmalara ve gerilimlere yol açtı. Referandum ve seçim süreci AKP’ye muazzam bir kitle desteği kazandırdı. Atacağı adımların daha radikalize olmasının önünü açtı.

GOP bataklığındaki TC
TC’nin üçüncü dönem yeni jeo-politik konumlanışı Neo-Osmanlıcılık üzerinden şekillendi. Neo-Osmanlıcılık ılımlı İslam artı BOP/GOP angajmanı (2) ve Vietnam-Çin çalışma rejimi olarak biçimlendi. Vietnam-Çin çalışma rejimi AB angajmanın- sürecinin dışavurumu oldu. BOP/GOP’a angajman, emperyalizm lejyonerliği ve aktif taşeronluk olmak üzere iki ayakta yürütülüyor. Bunu şöyle formüle edebiliriz. TC pantürkizm ya da Neo-Enverizmle, Neo/pan İslamizmi kaynaştıran bir yönelimi devlet politikası haline getirdi. Neo-Osmanlıcılık’ta konsantrasyonu bulan bu yönelim TC’nin bölgesel güç olma arzusunu yansıttı. Osmanlı’ya gönderme BOP/GOP uygun bir düzenlemeydi. Aynı coğrafyanın ABD ve AB tarafından yeniden dizaynının gündemde olması TC’nin yönelimleriyle aktüel ve reel politika olarak çakıştı. Arkasını iki emperyal güce dayayarak TC ataklar yapmaya çalıştı. Ayrıca Neo-Osmanlıcılık ülke içinde neoliberal politikalarla açlık, yoksulluk, sefalete itilmiş, sosyal enkaza çevrilmiş kitlelerin komplekslerine hitap etmesi yanında, faşizm kitle ruhunu tetikleyecek milliyetçi/şoven/ırkçı ve islamcı yönelimleri içinde barındırıyordu. AKP politik çizgisini İslamcı/muhafazakar/milliyetçi eksenlerde kurdu. Bütün bu süreç dış politikada agresyon politikaları izlemeye, içerde ise şiddetli gericilik ve militarizasyon sürecine girilmesine yol açtı. Bu dönemde bazı gelişmeler TC’ye kısmi de olsa “bağımsız” davranma olanakları sağladı.
ABD 11 Eylül sonrası imparatorluk projesiyle hareket etti. Bu emperyal hamlenin başarısızlığı ve kapitalizmin yapısal krizinin yarattığı zaaflar, TC’nin tırnak içinde bazı bağımsız hamle girişimlerine yol açtı. TC’nin Ortadoğu’ya yönelik “derin” stratejileri, bölgesel hegemonya girişimleri hızla etkisizleşti. Bunun bir nedeni tırnak içindeki bağımsız hamlelerin sınırlılığıydı. Diğer nedeni ise Arap dünyasının TC’ye yaklaşımı, özellikle Kürt federe devletine yönelik çeşitli düzeylerde diplomatik, ekonomik, askeri operasyon girişimlerinin bizzat ABD tarafından bloke edilmesi ve Talabani ve Barzani’nin TC’ye mesafeli yaklaşımları oldu. Ayrıca bir dizi Arap ülkesi bütün iddialı ve diplomatik girişimlere rağmen TC’yi muhatap kabul etmedi. Kısaca süreç bağımsız davranma girişimlerini boşa çıkardı ve kısa bir süre içinde TC ABD’yle bütünüyle uyumlu hale getirildi.

Bölgenin yeni dizaynının ABD açısından taşıdığı stratejik öneme paralel olarak, TC’nin iç politik sürecine ABD daha direk ve derin müdahalelerde bulunmaya başladı. Ayrıca iç politik süreçteki her türlü gelişme ABD’yi dünkünden daha çok ilgilendirmeye başladı. ABD BOP’u aksatacak her iç politik salınıma müdahale edecek noktaya geldi. ABD-TC ilişkilerinin tarihsel arka planı yeni sömürgecilik ilişkilerinin yarattığı olanak ve zeminler ABD’nin hamle gücünü arttırıcı faktörler oldu.
ABD TC’nin yaşadığı transformasyon sürecinin yönlendiricisi ve şekillendiricisi olarak rol oynuyor. Bugün AKP’nin hegemonik atakları ve performansıyla yürütülen sürecin realizasyonunu engelleyecek tüm faktörler, ABD’nin farklı operasyonlarıyla devredışı bırakıldı. Bir anlamda AKP, ABD’nin her düzeydeki desteğiyle “yol alıyor”. AKP’nin varlık zemini bir boyutuyla bu desteğe bağlı. Fethullah Gülen Cemaati, AKP (bir cemaatler koalisyonu olarak) ilişkisinin ve rezonansının zeminleri Washington’da örüldü. Çok kısa bir zamanda ılımlı İslamın ekonomik, politik, ideolojik ataklarına muazzam olanaklar yeni bu merkezlerde hazırlandı. Ordunun istenen hizaya sokulması, Soğuk Savaş devlet yapılanmasının bazı aparat ve oluşumlarının etkisizleştirilmesinde Pentagon fiilen rol oynadı. Ayrıca ordunun AKP iktidarı dönemindeki darbe girişimlerine ABD tarafından onay verilmedi. Tabiki bu operasyon ve hamlelerin bir başka yönünü ise kapitalist entegrasyonun derinleşmesi ve rasyonalizasyon ihtiyacı oluşturdu.
Tüm bu adımlar ABD-TC ilişkilerinde pürüzlü noktaların temizlenmesini, ordu gibi Weberyan bir ifadeyle statü gruplarının yarattığı problemlerin aşılması ya da hizaya sokulmasını, TC’yle ilişkilerin daha doğrudan ve derinden yürütülmesini içeriyor.
Bu gelişmelerin başka bir yansıması ise Anadolu coğrafyasının küresel sermayenin yeni üssüne dönüştürülmesi oldu. Bu durum GOP için gerekli hamlelerin son derece kompleks ve çok boyutlu (diplomatik, ekonomik, politik, askeri) yürütülmesi anlamına geliyor. İzmir’in NATO’nun yeni operasyonel üslerinden biri haline dönüştürülmesini bu bağlamda ele almak gerekir.

TC’nin transformasyon sürecini etkileyen faktörlerden biri de AB-TC ilişkileridir. Kapitalizmin yapısal krizinin yansımalarından biri emperyalist özneler arasında çelişki ve çatışkıların artması oldu. Emperyalist özneler arasında hegemonya savaşları, hamleleri şiddetlendi. GOP bu anlamıyla da şiddetli gerilim alanı ya da coğrafyası olarak öne çıktı. Kapitalizm yapısal krizi kıta Avrupası’nda kendini devletlerin mali/borç krizi olarak dışavurdu. Özellikle 2009 itibariyle Yunanistan’da başlayan bu süreç senkronize bir şekilde Avrupa’nın Akdeniz havzasını sardı. İrlanda Avrupa’nın toksik bankacılık/zombi bankacılık merkezi olarak çöktü. İrlanda iflasın eşiğinden döndü. Portekiz borç krizi dalgasıyla sarsılmaya başladı. İspanya’nın toksik bankacılık merkezi olan Portekiz’in krizi İspanya’da borç krizi hatta iflasın önünü açtı. Borç krizi senkronunun şiddetlenmesi İtalya’yı mali kriz sarmalına soktu. İtalya’nın ardından Belçika’nın da krize girmesi bekleniyor. İtalya Avrupa’nın üçüncü İspanya Avrupa’nın beşinci büyük ekonomisi olarak kıtadaki tüm dengeleri sarsabilir. Bu gelişme finans sisteminin büyük sarsıntılar geçirmesi demektir. Süreç sadece kıta Avrupasını değil dünya finans sistemini etkileyecek boyuttadır. Devletlerin mali krizinin küreselleşmesi finans sisteminin çöküşünü ifade edebilir.
Bugün burjuva iktisatçıları tarafından bile küresel stagflasyondan hatta küresel depresyondan bahsedilmesi boşuna değildir. Kıta Avrupa’sında emek cephesinde büyük ayağa kalkışlara da neden olan bu gelişmeler, AB’nin yeniden yapılanma zemini olarak değerlendirildi. Özellikle Almanya borç krizi senkronizasyonundan yararlanıp hegemonyasını pekiştirmeye, AB’yi kendi güdümünde daha homojenleştirmeye ve AB bölgesini bütünüyle periferisine dönüştürmeyi hesaplıyor. Avrupa’nın “Almanlaştırılması” diye tanımlanan bu süreç, AB’nin birinci periferisinin Çinleştirilmesi ve yeniden sömürgeleştirilmesi şeklinde biçimleniyor.
Yunanistan bu politikaların en acımasızca uygulandığı coğrafya olarak öne çıkıyor. Benzer politikaların borç krizindeki her ülkeye uygulanması kaçınılmazdır. Kısaca, kıta Avrupası’nı saran borç krizi AB’nin Almanya’nın öncülüğünde yeniden yapılanması ve daha homojenleştirilmesine yol açıyor. Bu yön bir başka anlamda Almanya’nın hegemonya savaşlarına hazırlığını ve iddiasını ortaya koyuyor. Almanya ile Fransa arasındaki gerilim ayrıca Fransa’nın Libya’ya yönelik (NATO kanalıyla) izlediği agresyon politikaları, anglosaksonlarla Sarkozy’nin ilişki düzeyinin artması, hegemonya mücadelesinin AB içi yansımaları olarak dikkat çekti.
Almanya AB’yi, çekirdek emperyalist ülkelerin dışında, iç periferi halkalarına bölerek hem nüfuz hem de ekonomik alanlarını geliştirmeyi arzuluyor. Alman emperyalizminin tarihsel politikası olan ‚Doğu politikası‘, doğuya yayılma stratejisi, içinde TC’nin önemli bir yeri var. AB, TC’yi hem Kafkasya hem Ortadoğu hem Arap coğrafyasına sıçramada bir zemin olarak görüyor. Öte yandan TC, AB’nin tedarikçisi ve ucuz emek pazarı olarak konumlanıyor. Avrupa’nın Çin’i olarak öne çıkıyor. AB içinde TC’nin üyeliği (farklı vurgulara rağmen) bu eksende tartışılıyor ve TC’ye AB’nin periferisinde bir yer veriliyor.
TC AB’yle ilişkilerinde yeni adımlar atarken, Çin gibi farklı emperyalist öznelerle de ilişkiler kuruyor. Yeni küresel dengeler içinde önemli bir yer tutmaya ve rol almaya uğraşan TC’nin, son yıllarda Çin ile girdiği ilişkiler dikkat çekiyor. TC-Çin ilişkileri 90’lı yılların ikinci yarısında, küresel düzeyde Çin’in etkisinin artmasına paralel olarak derinleşmeye başladı. Çin emperyalist bir güç olarak 90’lı yılların ortalarından itibaren, özellikle 2000’li yıllarda son derece ciddi ataklar yapmaya başladı. Yeni yükselen hegemon güç olarak uluslararası düzeyde etkisi hızla arttı. ABD’nin yaşadığı hegemonya krizi “meşruiyet” yitimi ve kapitalist krizin yarattığı tahribat (3) ve eşitsiz, birleşik gelişim yasasının yıkıcı kuralları Çin’i sadece Doğu’nun değil dünyanın yükselen yıldızı haline getirdi.
Çin bürokratik kapitalizm ve bir işçi cehennemi olan çalışma rejiminin olanaklarıyla dünyanın atölyeliğinden yeni küresel bir güç haline dönüştü.
Çin bugün yeni jeo-politiğe uygun ve kendi emperyal ihtiyaçları doğrultusunda enerji ve doğal kaynaklar üzerinde denetim sağlamaya, sanayi yapısında değişiklikler yapmaya (özellikle teknolojik gelişmeye, teknolojiye dayalı malların üretimine geçmeye) (4) ve izlediği ekonomik politikaları ısrarla sürdürmeye çalışıyor.
Çin 1979-2009 arasında yılda ortalama 9.8 oranında büyüme gösterdi. Kriz koşullarında ABD ve AB sıfır büyüme bandındayken Çin yüzde 8’lik büyümeyle büyük bir atak yaptı. Yıllık dış ticaret fazlası (2009 yılında) 160 milyar doları buldu. Toplam döviz rezervleri 2,5 trilyon dolara ulaştı. Çeyrek asırda dünyanın en büyük ihracat kapasitesine sahip ülke olarak öne çıktı. 2009 yılında, 2008 yılına göre üretimini yüzde 48 oranında arttırdı. Çin 2012’de ihracat ve sanayi üretiminde dünyada ilk sırayı alacak.
Dünyanın 500 çokuluslu şirketinin içinde Çin şirketlerinin sayısı 38’e çıktı. Japonya’nın ilk 500 sıralamasında 10 şirketi olduğu düşünülürse Çin’in atağı daha iyi anlaşılır. Yine çokuluslu şirketlerin ilk beş şirketi ABD’nin elindeyken bu ilk beşe Çin yerleşti.
Şanghay İşbirliği Örgütü, Çin’in Asya üzerindeki hakimiyetini sağlayan önemli bir gelişme oldu. Ayrıca ŞİÖ’nün kendi askeri paktını kurma yönündeki adımlar da atmaya başladı. Bu gelişmeleri Çin’in askeri gücünü yetkinleştirme olarak değerlendirmek gerekir. ŞİÖ ayrıca Rusya’nın liderliğindeki Bağımsız Devletler Topluluğu ve Kolektif Güvenlik Anlaşması ve ASEAN ile resmi ilişkiler geliştirdi. Böylece ŞİÖ’nün etki gücü arttı.
Bir hegemon güç olarak Çin’in özellikle enerji, hammadde, gıda ve su ihtiyaçları artıyor. Bu durum, diğer emperyalist öznelerle Çin’in yeni pazarlar ve yeni kaynaklar üzerindeki rekabetini ve çelişkilerini şiddetlendiriyor.
Çin küresel düzeyde hamle üzerine hamle gerçekleştiriyor. Özellikle ABD’nin tartışılmaz nüfuz alanlarında etkisini arttırıyor. Latin Amerika’da Çin’in girişimleri bunun somut göstergelerinden biridir. Bu hamleler ekonomik, siyasi, diplomatik ve askeri içerikte kompleks bir karakterde gerçekleşiyor. Çin’in TC’yle ilişkilerini de bu paralelde değerlendirmek gerekir.
AB’nin içine düştüğü borç krizi sarmalı Çin’i harekete geçirdi. Çin hükümetinin son AB ülkeleri ziyaretinde izlediği politika; gösterdiği manevra kabiliyeti ve politik esnekliği  “soft” hegemonya inşaa etme taktikleri açısından önem taşıdı.
Çin AB bölgesine yaptığı 64 milyar doları bulan toplam yatırımının büyük kısmını 2010 yılında gerçekleştirdi. İflas içindeki Yunanistan’ın devlet borçlanma kağıtlarını satın alma isteği, Macaristan ve Norveç’te yaptığı yeni yatırımlar, İngiltere ile imzaladığı yatırım ve ticaret anlaşması ve özellikle Almanya ile flörtü dikkat çekti. Çin hükümeti Merkel hükümeti ile 15 milyar dolarlık yatırım anlaşması imzaladı. İki ülkenin ticaret hacminin 2020’de 200 milyar dolara çıkarılması kararlaştırıldı.
Çin’in, Almanya merkezli AB’yle kurduğu ilişki bir başka yönüyle, ABD karşısında konumunu dengeleyici, güçlendirici kutup arayışının ifadesi oldu.
TC-Çin arasındaki ilişkiler ağırlıkla askeri ve ekonomik boyutlarda gelişti. TC küresel  dengelerden yararlanma ve bölgesel güç olarak konumlanma çabalarının bir yansıması olarak Çin’le son yıllarda iddialı ilişkiler geliştirdi.

Çin ilk defa bir NATO ülkesiyle askeri tatbikat gerçekleştirdi. Anadolu Kartal’ı adıyla  ABD ve İsrail ile düzenli bir şekilde yapılan tatbikata (2010 yılında) Türkiye İsrail’in katılmasını istemedi. ABD İsrail’in katılmamasından dolayı tatbikata iştirak etmeyeceğini açıkladı.
2010 yılında Anadolu Kartalı tatbikatı Çin’le birlikte yapıldı. Tatbikatın gerçekleşmesi Çin’le girilen ilişkilerin boyutunu gösterdi. Ayrıca Çin, Türkiye ile stratejik ortaklık kurmayı istediğini açıkladı. İki ülkenin arasında ticaret hacminin hızla yükselmesi için çeşitli anlaşmalar imzalandı. Ekonomik ilişkilerin yuan ve lira üzerinden yürütülmesine karar verildi. Demiryolu, köprü ve enerji alanlarında Çin’in Türkiye’de önemli yatırımlar yapacağı açıklandı. Özellikle nükleer, termik ve hidroelektrik santrallerinin yapımında Çin devrede olacak. Sık sık gündeme getirilen Sincan sorunu (Doğu Türkistan) görüşmelerde esgeçildi.
ABD’nin kendi içpazarında da etkili olan Çin, TC gibi ABD’nin nüfuz alanındaki bölgelere de aktif müdahalelerde bulunuyor. Geliştirdiği hukukla da hegemonyasına çekim alanı oluşturuyor. Daha önce Çin ŞİÖ’ye, Türkiye ve Japonya’nın başvurusunu ABD’nin truva atı misyonuyla hareket edeceklerini düşündüğünden dolayı reddetmişti.
Fakat Çin son yıllardaki atağı ve kapitalist krizin yarattığı olanaklarla ve ABD’nin içine düştüğü ekonomik sorunlardan dolayı yalnızca TC’yle değil, ABD hegemonyasındaki birçok ülkeyle ilişkiler kurmaya başladı.
Çin TC ile hızlı, derin ve çok boyutlu ilişkiler geliştiriyor. Yarattığı “cazibeyle”, izlediği esnek politikalarla TC’nin sınırlı, “bağımsız” davranma eğilimlerini tetikliyor.
Bütün bunların yanında TC Rusya ile de özel ilişkiler kurdu. 1991’deki ‚Büyük Çöküş’ten sonra, Sovyet coğrafyası şiddetli bir altüst oluş içerisine girdi. Kapitalist restorasyon sürecinin bir parçası olan kriminal kapitalizm coğrafyaya hakim oldu. Geçmişin nomenklaturası kapitalist entegrasyonun mimarı olarak hareket etti. Rusya bu dönemde nüfuzunu ve etki gücünü yitirdi. Çöküşün ve “vahşi kapitalizmin” yıkıcı etkileri mafyatik bir kapitalizmin palazlanmasına yol açtı. Geçmişin parti kodamanları, gizli servis şefleri, generalleri ve bürokratları kriminal kapitalizmin aktörleri olarak rol oynadı. Özellikle Yeltsin döneminde etkisiz bir konumda olan Rusya, Putin iktidarında hızla toparlandı. Putin, Rus milliyetçiliğini körükleyen, tarihsel köklere sahip Rus şovenizmini tetikleyen politikaları hayata geçirdi. Rusya hızla eski Sovyet coğrafyasında nüfuzunu yeniden kurmaya başladı. Özellikle küresel enerji tedarikçisi ve şebekesi konumunda hızla ekonomik toparlanma süreci içine girdi. Kriminal kapitalizmin yarattığı yağma ve radikal özelleştirmeler “özel” bir sermaye birikim tarzı olarak işlev gördü. Oligarklar arasında rekabet savaşları son derece sert geçti. Putin içerde tam bir polis devleti kurdu. Dışarda ise Çeçenistan’da olduğu gibi agresyon politikaları izledi. İşgal, tehdit ve stabilizasyon taktikleriyle nüfuz alanlarını yeniden genişletti. Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) bu yönde atılmış bir adımdı. Başta Kafkasya bölgesinde nüfuz alanı savaşları sürdürdü. Çünkü aynı alanlarda ABD ve AB’nin hegemonya atakları yaşanıyordu. Bu bakir alanlar küresel sermayenin yağmasına ve talanına açıldı.
Putin’in devlet başkanlığı ve başbakanlığı döneminde Rusya hızla (geçmişin altyapısının sunduğu olanaklarla) toparlandı ve şekillendi. 20 yıllık bir süreç içinde emperyalist bir özne olarak küresel düzeyde ağırlığını koymaya başladı. Önce Eski Sovyet coğrafyasında hegemonyasını yeniden inşaa eden Rusya, giderek diğer coğrafyalara yöneldi.
Orta Asya’da Çin’in bölgedeki etkinliğini kırmak için önlemler aldı. Ama aynı zamanda ŞİÖ kapsamında Çin’le flört etti. Son olarak Avrasya Ekonomik Topluluğu’yla etki alanını yeniden şekillendirmeye çalıştı. Kökleri 1994’lere dayanan bu oluşum bir dizi evreden geçti. BDT pratiğinin yarattığı negatif sonuçlardan da yararlanan Rusya, Beyaz Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan’ı ekonomik topluluğun içine aldı. Topluluğa Ermenistan, Ukrayna ve Moldova gözlemci statüsüyle katıldı.
Rusya bu hamlelerle kendine bir nevi koruma duvarı ve etkin ekonomik ve nüfuz alanı yaratırken, TC ile özel ilişkiler geliştirdi. Finans kapitale başta inşaat sektörü olmak üzere birçok sektörde yeni olanaklar sundu. Rusya’nın enerji tedarik tekeli olması, TC ile özel ilişki zeminlerini yarattı. TC ile Rusya’nın ticaret hacmi hızla arttı. Son anlaşmalarla, 2015 yılında ticaret hacminin 100 milyar dolara yükselmesi hesaplanıyor. TC Rusya ile kuracağı özel ve yoğun ilişkiyle, bölgede inisiyatif arttırmaya çalışıyor.
Arap devrimlerinin etkileri, TC’nin yeni denge ve pozisyon arayışları
Kapitalist kriz, yıkıcı etkilerini 2009 ve 2010’da kıta Avrupasında gösterdi. Kıtanın Akdeniz havzası borç kriziyle sarsılmaya başladı. AB’nin birinci periferisini saran mali/borç krizi senkronizasyonu devam ederken 2011 yılının başında bu sefer kıtanın karşı kıyısı, Kuzey Afrika ayağa kalktı. Tunus ve Mısır’da isyan ve ayaklanma, Arap devrimlerini ateşledi. Arap halklarının mücadele birikimi ve deneyimleriyle beslenen Arap devrimleri kapitalist krizin yarattığı olağanüstü koşullarda kendini dalgasal olarak hissettirdi. Arap halkları son 30 yıllık süreçte bir karşıdevrim programı olarak uygulanan neoliberal politikalarla açlık, işsizlik ve geleceksizliğe mahkum edilmişti. Yapısal krizin sınıfsal antagonizmayı keskinleştirmesi, Arap halklarını yeniden bir diriliş sürecine soktu. Mısır’da ve Tunus’ta isyan ve ayaklanmanın başından beri içinde yer alan işçi sınıfı asürecin bir aşamasında toplumsal bir aktör olarak devreye girdi. İşçi sınıfının bu hamlesi diktatörleri hızla alaşağı etti ve tüm coğrafyayı ihtilalin ruhu sardı. Birçok Arap ülkesinde statükolar sarsıldı, hükümetler değişti. Ortadoğu’nun en temel dinamiklerinden biri olan Filistin sorunu yeni boyut kazandı. İsyan ve ayaklanmaları yaygın kitle gösterileri izledi. Halen daha Arap devrimlerinin yarattığı aura ve anafor coğrafyaya hakim. 21. yüzyılın ilk devrimleri olarak dikkat çeken bu gelişmeler, bugün devrimci süreçlerin doğasına uygun biçim alışlar yaşıyor. Devrim ve restorasyon süreci veya diyalektiği kendini Arap coğrafyasında bütün çıplaklığı ile gösteriyor. Aslında bugün daha Arap devrimlerinin birinci aşamasındayız. Devrimci süreç devam ediyor. Arap halkları devrim deneyimleri ile, isyan ve ayaklanmanın yarattığı katarsisle sürece müdahale ediyor. Önümüzdeki yıllar Arap devrimlerinin derinleşmesine ve yeni Arap devrimlerine gebedir. “Sıradan insanların” tarih yazımı ve yapımı devam ediyor.
Öte yandan emperyalist-kapitalist sistem hem bu devrimci dalgayı kırmak, hem de kitle mobilizasyonunu mutasyona tabi tutmak için önlemler alıyor. Kapitalist stabilizasyonu sağlama yönünde farklı taktikler izliyor.
Coğrafyanın bütününde kapitalist stabilizasyonu sağlayacak ve kapitalist entegrasyonu derinleştirecek adımlar atılmaya başlandı. Küresel sermayenin hareket serbestliğine olanaklar sunacak “mekan” düzenlemeleri yapılarak, bölge yeniden dizayn ediliyor. Obama’nın Ortadoğu’da sivil toplumun inşaası ve geliştirilmesinden ve bölgeye yönelik yeni Marshall yardımından bahsetmesi boşuna değildir. Bu program kapitalist yeniden yapılanmayı ve hegemonyanın yeniden tahsisini içeriyor. Bundan dolayı bölgede bugüne kadar ABD uşaklığı yapan ve ABD sayesinde iktidarda kalan Arap monarşilerinin ve despotik Arap rejimlerinin tasfiyesi gündemdedir. Bu yönde kapitalist entegrasyonu derinleştirecek hem altyapı hem de üstyapı düzenlemeleri gerçekleşmektedir.
Süreç, bütün bu yönleriyle devrim diyalektiği içinde devrim ve restorasyon süreçleriyle bağlantılı gelişmektedir.

Arap halklarına yönelik oryantalist ve kültüralist yaklaşımlar Arap devrimleri ile birlikte iflas etti. Arap devrimlerinin yıkıcı sarsıntıları dünya jeo-politiğinin bir düğüm noktası olan Ortadoğu’da II. Paylaşım Savaşı sonrası belirlenen statükoları altüst etti. Bu gelişmeler, emperyalist-kapitalist sistemi acil önlemler almaya itti. Yukarı dabahsettiğimiz restorasyon ve karşıdevrimci taktikler bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Arap devrimleri ve yarattığı dalga TC’yi tahmin edilenden daha fazla etkiledi. Arap devrimleri TC’nin küresel ve bölgesel düzeyde konumlanma arayışlarını sarstı. TC oluşan yeni dengelere ve izlenen yeni emperyal politikalara uygun bir konumlanış içine girmeye zorlandı. TC’nin çok yakın döneme kadar Ortadoğu ve Arap dünyası için geliştirdiği politikalar hızla etkisizleşti. Birkaç ay içerisinde yaşanan bu altüst oluş TC’yi tam anlamıyla kontrpiyede bıraktı.
Bölgedeki dengelerin altüst oluşu özellikle Kürt sorununun yeni bir evreye girmesine (5) neden oldu. Suriye’de içsavaş sürecinin ateşi TC’yi sarmaya başladı. İran ile ilişkiler şiddetle gerildi.
ABD kitle mobilizasyonunu manipüle ederek ve içeriğini boşaltarak Arap dünyasındaki eski işbirlikçilerini tasfiye için kullanmaya çalışıyor. Bu mutasyon operasyonları rafine bir şekilde toplum mühendisliğine uygun adımlarla birlikte yürütülüyor. Gerçekleştirilen emperyal varyasyonların bile TC’yi bloke edici etkisi oldu.
Yeni pozisyon alma uğraşında olan TC, ABD’yle daha dolayımsız angajmanlara girdi. ABD’nin bölge politikalarında yeni dayanak araması ya da aktif taşeron ihtiyacı TC’yi öne çıkardı. TC’nin hem bir yerel güç hem de Müslüman bir ülke olması ve taşıdığı kapasite bu öne çıkışı sağlayan temel faktördü. Böylece TC’nin bir güç merkezi olarak yönelimleri ABD’nin bölgeye ilişkin politikalarıyla bütünüyle uyumlulaştırıldı.
İsrail’in, hem kapasitesi hem de Arap dünyasındaki imajı ve pratikleriyle yeni süreçte TC’den daha atıl bir pozisyona girmesi muhtemeldir.
TC’nin NATO’nun müdahalesine aktif katılımı, Arap dünyasındaki gelişmeleri ABD eksenli okumaları, Suriye ve İran’la ilişkilerin gerginliği ABD’nin istediği ve belirlediği rotadadır. TC hızla GOP bataklığı içine giriyor.
Ortadoğu’daki dengelerin tarih boyunca kaygan bir zeminde kurulması ve her zaman bu dengelerin hızla altüst olma potansiyeli taşıması ve yine bu coğrafyanın büyük, küresel anaforlar yaratması TC’de büyük kırılmalara ve altüst oluşlara yol açabilir.
TC bu jeo-politik bataklığın içine finans kapitalin yönelimlerine bağlı olarak giriyor. Her şeyden önce Arap devrimlerinin gelişim seyri ve hiç beklenilmeyen devrimci sonuçlar yaratma ihtimali Ortadoğu coğrafyasında yeni bir tarihin yazılması anlamını taşıyabilir. Bugün Ortadoğu birçok paradoksi gelişmenin yaşandığı, birbirini iten, tetikleyen ve dıştalayan karmaşık ve kaotik sürecin içindedir.
TC finans kapitalin stratejik yönelimine bağlı olarak transformasyon yaşıyor. Arap devrimlerinin gelişim dinamiği ve özellikle Kürt özgürlük hareketinin ulaştığı evre ve işçi sınıfının nesnel ve öznel şekillenme süreci bir karşıdevrim niteliğinde gelişen TC’nin transformasyon sürecini bertaraf edebilir. Coğrafyada muazzam devrimci imkanların önünü açabilir.

Dipnotlar…


(1) Arap coğrafyasında devrim ve karşıdevrim sarmalının tipik dışavurumu olan bu gelişmeler; Arap devrimlerinin yeni bir evreye girmesiyle boyut kazanacaktır. Özellikle işçi sınıfının (başta Mısır ve Tunus’ta) yaratacağı dinamizm bundan sonra Arap devrimlerinin yönelimini ortaya koyacaktır. Ama her şeyden önce muktedir olma duygusunu hisseden ve bir devrim tecrübesi yaşayan Arap halkları, kazanımlarını kolayca terketmeyecektir. Uzun vadede Arap devrimleri daha yeni başlıyor ya da başka bir ifadeyle birikiyor. 21. yüzyılın ilk devrimleri olarak şekilleniyor. Fransız İhtilali’nin 5 yıl, Alman Devrimi’nin yine 5 yıl, İspanya İç Savaşı’nın 3 yıl sürdüğü unutulmamalıdır. Arap coğrafyasındaki devrimci süreç salınımlı bir şekilde sürmektedir. Ve asıl olarak bu birikimlerin patlamalarını görmek ve beklemek gerekir. İşçi sınıfı tarihsel rolünü daha yeni kavrıyor ve bu role uygun donanıma giriyor. Tunus’ta 28 gün, Mısır’da 18 gün süren devrim günleri sınıfa birçok şey öğretti. Mısır’da Nil Vadisi, Mahalla bölgesi, Tunus’ta maden bölgesi ve büyük şehirler Arap coğrafyasının yeni Petrogradları olarak öne çıkıyor. İsyan ve ayaklanmalar ve Arap devrimleri buralarda mayalanıyor. Karşıdevrim ise aşağıdan devrimi restorasyon taktikleriyle engellemeye çalışıyor. Kısaca her şey, devrimin doğasına ve ruhuna uygun gelişiyor. Asıl bundan sonra büyük devrim dalgası gelecektir.
(2) TC kuruluş süreciyle birlikte üç jeo-politik evre geçirdi. TC’nin birinci jeo-politiği petro-politiğe bağlı biçimlendi. TC’nin kuruluşunda emperyalizmle Bolşevizm arasında bir tampon bölge olarak konumlandı. TC’nin ikinci jeo-politik dönemi 1945-1990 arasında yaşandı. İki kutuplu dünyadaki makro dengelere bağlı olarak biçimlendi. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu olarak işlev gördü. Kürt sorunun varlığı TC’nin soğuk savaş devlet yapılanmasını ve reflekslerini bir müddet daha sürdürmesine yol açtı. TC’nin üçüncü jeo-politik konumlanışı 11 Eylül konseptine bağlı ve ABD’nin imparatorluk projesine uygun biçimlendi. TC’nin BOP angajmanı yeni jeo-politiğin yönelimini belirledi.

(3) Çin bir nevi sosyal piyasa uygulamalarıyla, finanslaşmaya getirdiği önlemlerle, sanayi üretimi ve ihracatı güçlendiren hamleler ve öncelikle kendi kaynaklarına dayanmasıyla kapitalist krizin yarattığı tahrifattan en az etkilendi. Hatta krizi farklı düzeylerde olanağa çevirmeyi başardı.

(4) 1970’lerde, sermaye birikim rejiminde yaşanan krizle birlikte, kapitalizm yeniden yapılanma sürecine girdi. Bu sürecin bir yansıması olarak Uzak Asya dünyanın yeni üretim merkezine dönüştü. Çin bu merkezde yer alan en önemli ülkelerden biri olarak öne çıktı. Ucuz ve boyunduruk altına alınmış işgücü deposu olması, başta ABD ve AB kökenli çokuluslu şirketleri Çin’e yöneltti. Finans kapital hızla ve yıkıcı bir tarzda kapitalistleşen ve derin bir iç pazarı olan Uzak Asya’da üslendi. Özellikle yeni sermaye birikim rejiminin yönelimine bağlı olarak, artık kar oranları istenen seviyede olmayan, sabit sermaye yatırımlarını yükselten demir-çelik, petrokimya ve madencilik gibi sektörler ya da ağır sanayiler Uzak Asya’ya ve Çin’e kaydırıldı. Bunun yanında yine ucuz işgücünün cazibesiyle bilişim sektörü ve bazı hizmet alanları bu ülkelerde odaklandı. Çin 2000’li yılların içinde giderek teknolojiye dayalı malların üretimine önem vermeye başladı.

(5) TC’nin transformasyonu ve bir siyasal analiz olarak devlet biçimindeki değişiklikler başka bir makalenin konusu olduğundan Kürt sorunu burada bir vurgu olarak belirtilmiştir. Kürt sorununun gelişimi ve etkisi diğer makalede irdelenecektir.