YILDIRIM TÜRKER | 22 – 02 – 2011 | Riyakârlığı bir kenara bırakın. Faşist bir işadamının muhalif bir basın emekçisi olarak portresini yutturamayacaksınız.
İşte gene suçüstü yakalandım.
Şu canım memlekette yıllardır yazı yazarak ekmeğini kazanmaya çalışan; örnek bir demokrat olarak tanınmak için çırpınan bir insanım. Ama beklemediğim bir anda tökezleyeceğimi hissediyordum bir yandan da. Nitekim gün geldi. Tökezledim.
İçimden oturup % 10 barajı üstüne yazmayı geçiriyordum. Kürtlere yaranmak için. Olur a, bir gün devlet kurarlarsa, onlardan gelecek bir fahri vatandaşlık beratını güvence altına almak fena mı olurdu?
Bu balta değen her karışından toplu mezarlar çıkan, bir karışını vermemek için kurdunu kuşunu, köyünü ormanını yaktığımız memleketin hayati meselesinin, tam da şu yoksul seçim arifesinde, kimsenin artık pek tartışmaya değer bulmadığı %10 barajı olduğuna kalıbımı basabilirdim, daha birkaç gün öncesine kadar.
Oysa muhalif bir yazar tutuklandı. Benim de aslında onun fikirlerini paylaşmadığım halde göğsümü siper edip basın özgürlüğünden, demokrat olmanın erdemlerinden söz etmem icap ediyor.
Çünkü ben, kısaltılıp basitleştirilmiş bir cep Voltaire’i olarak onun sözünü dolaşıma sokabilmesi için hayatımı fedaya hazır olduğumu haykırmalıyım.
Çünkü artık tartışılmaz bir hakikat ki Soner Yalçın muhalif bir yazardır.
Muhalif olmak, aslanlar gibi çıkıp insanların soy kütükleri üstüne olmadık buluşlarla araştır araştır kitaplar yazmak, kim bilir hangi katillere hedef almaları gereken insanların listelerini sunmak, Bedrettin Dalan ve Ertuğrul Özkök ve Kılıçdaroğlu’nu arkasına alıp gözü dönmüş bir halde ırkının, milletinin neması için saf tutmaktır.
Bu küçük nefret yumağı tutuklanırken Uğur Mumcu’dan, Abdi İpekçi’den el aldığını, mücadelesinden yılmayacağını haykırmış. Tüyleri diken olmuş milli kirpiler kıyameti koparıyor. “Sıra kime gelecek?”
Şimdi ben, muhalif kahraman küçük adamın hedef gösterdiklerinden biri olarak en büyük parsayı, aslında onun düşmanı olduğum halde hakkını savunan yazar müsameresiyle toplayabilirim.
Hatta bir fırsatını bulup sırtını sıvazlayabilseydim, nemli gözlerle memlekete uzaktan bakıp birlikte iç geçirebilseydik.
Bu toplumun en büyük ihtiyacının utanç duygusu olduğunu daha önce de yazmışlığım var. Ben zaten hemen her şeyi ısrarla tekrar eden, döne dolana aynı herzeleri yazan, kahraman basın mücahidinin aksine Yalçın Küçük ama mide bulandırırın ne mal olduğunu iyi bilip uzak duran bir yazar parçasıyım.
Kahramanın zamanında beni suçüstü yakaladığına inanarak işaret etmiş olduğu paralara hiçbir zaman sahip olmadığım gibi demir kapılı villalarda oturmuyorum. Türklük şuuruna hiçbir zaman sahip olamadım.
Lafı dağıtmayayım; insan utanır demek istiyorum. Bir kez daha.
İnsan utanır
Gerçekten bu toplum, bu kadar sakil bir vicdan muhasebesini hak ediyor mu? Gerçekten bu toplum, basın özgürlüğü konusunda bu kadar hassas mı?
Gerçekten bu toplum, ırkçı faşist bir işadamının demokrasi ve fikir özgürlüğünü temsil ettiğine inanıyor mu?
Keşke sözgelimi bundan daha birkaç ay önce Suzan Zengin’in mektubunu yayımlamasaymışım. Hani, “Ben 10 aydır Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi’nde tutuklu bulunan bir çevirmen-gazeteciyim. Bu süre içinde hiç mahkemeye çıkarılmadım. İlk duruşmam 26 Ağustos 2010’da. Yani tutuklanmamdan tam bir
yıl sonra. Bu tarihin adli tatile denk getirildiğini de ayrıca vurgulayayım.
Tutuklanmamdan tam 8 ay sonra hazırlanan iddianamede ‘yasa-dışı örgüt üyeliğ ile suçlanmaktayım. Ancak ne iddianamede ne de dosyada yöneltilen suçlamaya dönük tek bir ‘kanıt’ bile yoktur. “Kanıt” olarak sunulmaya çalışılan-sunulan materyallerin tümü çalıştığım İşçi-Köylü Gazetesi’nin çalışmaları kapsamındadır.
Bunlar, gazetede yayımlanmış haber, röportaj, gazetenin açıkça belirtilen büro kirası, telefon vb. hesapları ve de gazetenin irtibat telefonu üzerinden yapılan, gazete çalışması kapsamında görüşmelerdir. Bunların tümü de yasal-meşrudur.” cümleleriyle başlayan.
Ne de İrfan Aktan’ı yazsaymışım. Yazmış olduğu haber nedeniyle ceza yiyen.
Çünkü onlar girişimci-muhbir-tetikçi değiller.
Onların durumunu yazınca herkes bir anda twit twit ederek sistemin vahşetine uyanamıyor. Çünkü onları bencileyin birkaç kırık kalem dışında yazan da umursayan da yok.
Sınav zamanı
Hak ihlalleri konusunda yazan; devlet eliyle kısıtlanan, yok edilen özgürlükler konusunda bir itiraz oluşturmaya çalışanların ikide bir başına gelir.
Onların samimiyetleri sorgulanır, soluk aldırmadan.
Ya oradan buradan para almışlardır ya da bir yerden kalma kuyruk acıları vardır. Yalçın ve gibileri onların listelerini çıkarır. Milliyetçi-ulusalcı katil adaylarına rehberler oluştururlar. İtibarsızlaştırmak amacıyla hayali kazançlarından söz ederler. Onlara yepyeni birer hayat senaryosu yazar Yalçın ve gibileri.
Sonra havaya uçan çoban kızının, anasının gözü önünde işkence edilen bebeklerin hesabını sordukları için bir gün köşeye sıkıştırılacaklardır. Yalçın ve gibilerinin iş hayatlarındaki bir aksilik sonucu ayakları kayıverdi mi, onlar samimiyetlerini kanıtlamaya çağrılırlar.
Ne de olsa hukuk hepimiz için gereklidir. Onun gibi düşünmesek de… Basın özgürlüğüne vurulan darbe vb. klişelerle yine o soğuk çiğ ışığın altında sorguya alınırlar. Hani hak savunucusuydun? Hani basın özgürlüğü dendi mi mangalda kül bırakmıyordun? Buyur, Soner Yalçın’a sahip çık da senin ne tatlı bir Gandicik olduğunu görelim. Belki o zaman inanırız Ceylan’ın havaya uçtuğuna. Azat’ın iki yaşında işkence gördüğüne. Mutki’de, Kulp’ta ve onca yerde çıkan kemiklerin varlığına. Kayıp edilenlere, yok sayılanlara, SDP Genel Başkanı’nın hapiste olduğuna. İşçilerin yedikleri dayaklara.
Odatv adresli bataklığın bekası için mücadele etmezsen yarın sıra sana da gelecek.
Sıra zaten hep bizdeydi. Yalçın ve gibilerinin gayretleriyle.
Riyakârlığı bir kenara bırakın.
Faşist bir işadamının muhalif bir basın emekçisi olarak portresini yutturamayacaksınız.
Onun kahramanlığının tescilini de potansiyel kurbanlarından beklemeyin bari.