TEMEL DEMİRER | 03 – 01 – 2010 |
“Hakikât pratik olarak kullanılan
hakların sonuncusundan ibarettir.”[1]
Meta fetişizminin insafına terk edilmişlik hâli sanatı sanat, sanatçıyı da sanatçı olmaktan çıkartırken; Clive Hamilton, ‘The Book Growth Fetish’de, “İnsanlar sevmedikleri insanları etkilemek üzere sahip olmadıkları parayla istemedikleri şeyleri satın alırlar,” derken; William Shakespeare, “66. Sone”sinde ekler: “Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,/ Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,/ /Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,/ Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,/ Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,/ Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,/ Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,/ Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e…”
Evet, durum bu ve bu kadar vahim…
PARANIN “SANATI”
Artık kapitalist pazarın biçimlendirdiği paranın “sanatı”ndan, “sanatçı”sından söz etmek zorundayız…
Kolay mı? ‘Galeri Nev’den Haldun Dostoğlu, “Pazar olanaklarının cazibesi”nden söz ediyorken; Jeff Koons da ekliyor: “Sanatçı para ve güç sever”!
Evet, “Andy Warhol, 1975’te yayınlanan ‘Warhol’un Felsefesi’ adlı kitabında sanat nedir sorusuna, ‘sanat para yapmaktır’ yanıtını verir. Kapitalist sistemin totaliter bir gerçeklik hâline geldiği, değer üretmenin tek amacının para olduğu günümüzün kısır dünyasında, ne yazık ki sanat dediğimiz Warhol’un felsefesinden öteye geçemiyor.”[2]
Ne yazık ki bu böyledir bugün!
Örneğin, Philip Morris, “Bir şirket ancak sanatla büyür” diyor; Tiffany Şirketleri Başkanı ve Metropolitan Müzesi mütevelli heyetinden Thomas Hoving ise, “Sanat seksidir! Sanat para getiren seksi bir şeydir. Sanat para getiren, seksi, sosyal statüyü yükselten, harika bir şeydir,”[3] diye ekliyor!
İyi de Piyasaya sürülüp, kapitalizm, para ve medyayla el sıkıştığında sanata ne olur mu? Andy Warhol’un “Kârlı iş en iyi sanattır/ Good business is the best art” kışkırtıcı deklerasyondan sonra, pop sanat akımının bu en güçlü figürünün açtığı yoldan ilerlemeyi seçen bir sonraki kuşak, Warhol’un bıraktığı kültürel mirası günümüze kadar nasıl getirdiler? Bunu kavradığınızda neyin ne olduğunu ve ne hâle getirildiğini görürsünüz!
John Jordan’ın, “Son birkaç yıldır müzelerde, dergilerde ve piyasada popülerleşen politik sanatın dünyayı gerçekten değiştirmekle hiçbir ilgisi olmadığını artık anlamamız gerekiyor. Sanat çerçevesinde risk almanın, biçimin sınırlarını zorlamanın, kültürün kurallarına itaatsizlik etmenin, politika hakkında sanat yapmanın hiçbir şeyi değiştirmediğini görmemiz gerekiyor. Artık, sanat sermaye ve güç ilişkilerinden bağımsız, otonom ve özgür bir alanmış gibi davranamayız,”[4] diye betimlediği bir serbest piyasa bataklığının çirkefidir bu!
Yani her şeyin alınıp/ satılarak, sanatı sanat yapan tüm asli niteliklere yabancılaştırıldığı durum!
Bunu tam da “Yaşasın sanat pazarı devrimi!” vurgusuyla, “Sadece 2008 yılında 4.5 milyon müzayede satışı kaydı tutan Artprice’ın raporuna göre 1998’den 2009’a çağdaş sanat müzayede satışlarında yüzde 620’lik bir büyüme gözlenmiş. 2008 yılında Damien Hirst sadece İngiltere’de 134.7 milyon avroluk satış yapmış” diyen Ayşegül Sönmez’in saptamaları bir kez daha doğruluyor!
NEMALANMA
Paranın “sanatı”, “sanatçısı” burjuva boyunduruğun yani Devletin İdeolojik Aygıtları’nın (DİA) bir taşıyıcı olarak egemenliğin bir parçasıdır; bu konumu da onun kapitalizmin kendini yeniden tekrar ürettiği sömürüden nemalanmasını devreye sokar.
Örnek mi? İşte en “taze” ve “yeni”si…
‘İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti’ için yaygaraları arasında kurulan ajansa yapılan 1595 ayrı başvuru ve onayın belgelerini ortaya çıktı. Özel vergiler ve çeşitli ödeneklerle devasa bir bütçeye sahip olan ajansın jüri konumundaki yöneticilerinin kendilerine ya da tanıdıklarına milyonlarca lirayı dağıttığı ortaya çıktı…
Örneğin Orhan Pamuk’a, ‘Masumiyet Müzesi’ için 754 bin TL verildi. ‘İstanbul Rüyası’ belgeseli için 1.9 milyon TL istenildi…
‘Yeni Şafak’ yazarı Ayşe Böhürler, Danışma Kurulu’na girdi. ‘İstanbul’un Sırları’ belgeseli için 210 bin TL aldı…
Tayfun Talipoğlu, ‘İstanbul’da Kadın Olmak’ belgeseline 1 milyon 349 bin TL istedi. Talebinin 1 milyon 295 bini onaylandı..
Deniz Türkali, ölen eşi anısına kuracağı ‘Atıf Yılmaz Stüdyosu’na destek istedi, 490 bin TL aldı…
Ajans’ın Görsel Sanat Yönetmeni Beral Marda, kendi üç projesi için 583 bin TL ödenek aldı…
Bitmedi… Sünnet töreninde 1.5 milyon TL, iki camideki halılara 4.5 milyon TL dağıtan İstanbul 2010 Ajansı’na başvuru yapanların çoğunluğunu da liberal aydınlar oluşturdu. Onay bekleyen projeler arasında da Beral Madra’nın akrabası Cem Madra ve yakını Jak Kohen’in projeleri dikkat çekiyor…[5]
Satılık “Sanat” sevicilerinin nemalanması… dediğimiz tam da budur!
Bu arada 2010’un görsel yönetmeni Beral Marda’nın, “Kendi projelerime para aktarmam söz konusu bile değil. Bu projeler benim değil; ajansın,” demiş olması da bir şeyi değiştirmez; “Ajans kimin?”, “Ajansta çalışan kim?” diye sorarlar…
SPONSORLUK NEYE YARAR?
Gelelim, “sanatın sermaye ile ilişkileri”ne…
Denilmesi gerekeni, hemen diyerek başlayalım; “Sponsorluk neye yarar” mı? Gayet basit; sanatı bir özgürlük alanı olmaktan çıkarmaya yarar…
Bu bağlamda çokuluslu şirketlerin ve büyük sermayedarların sponsorluklar, müzeler, kişisel koleksiyonlar ve sanat ödülleri yoluyla sanat alanına (piyasasına!) damgalarını vurdukları günümüzde sanat ve hayat, sanat ve sermaye ilişkileri üzerine yeniden düşünmek gerekiyor.
Julian Stallabrass, ‘Sanat A.Ş.’ başlıklı yapıtında sanatın bir özgürlük alanı olarak kabul edilip edilemeyeceği sorusunu dillendirir.
Ona göre, “serbest ticaret/ free trade” ile “özgür sanat/ free art” göründüğü kadar taban tabana zıt değildir.
Ardından da yazarın temel tezi de ortaya çıkar: Şok etkisi yaratan, tabuları yıkar gibi görünen imge repertuvarına rağmen çağdaş (denilen!) “sanat”, devletin ve sermayenin gönüllü kölesidir; bütün renklerinin ve çeşitliliğinin ardında yatansa ölümcül bir tekdüzeliktir: Uzlaşımlardan sürekli kopan özgür sanatın cüretkâr yeniliği, bizzat sermayenin ürettiği, kesinliklerin buharlaşmasının soluk bir tercümesinden ibarettir; bu buharlaşma, fonların, verilerin, ürünlerin ve nihayet milyonlarca göçmenin dünyanın dört bir yanına sınırsızca akışı karşısındaki her türlü direnişi yok eder.
Böylece hâkim küresel neo-liberal ekonomi ile onu bütünleyen çağdaş sanat arasındaki ilişki belirir: Liberalizmin, kültürel sentezin veya melezliğin yararlarını öven (özellikle 1989 sonrası) çağdaş sanat, aslında sermayenin, küreselleşme rüyasını gerçekleştirmesine destek olmaktadır.
Söz konusu dönemde, sanat kurumları ve sanatçıların ürettiği işler de hızlı bir değişimden geçer; bienaller ve diğer sanat etkinlikleri tüm küreyi sarar, kentlerini dünya sahnesine tanıtmayı misyon edinen müzeler kurulur. Sanat kurumları “ticarileşir”: Çoğunlukla kâr amacı gütmeseler bile, piyasanın dilini, değerlerini, şirketlerin çalışma prensiplerini benimserler, “kütüphanelerden ziyade mağazaları ve temalı parkları model alarak” yapılanırlar.[6]
Küresel “sanat” piyasasına yolculuk tam da böyle başlar…
Yani küresel “sanat” piyasasının bir getirisi olarak bienallerin ekonomileri kalkındırmak, kentleri tanıtmak, şirketlerin prestijini artırmak veya birtakım başka politik amaçlar uğrunda tezgâhlanarak araçsallaştırılır.
11. İSTANBUL BİENALİ
Kendisine, her ne “hikmet”se, “solcu” diyen diyen birisi, “Bu yazıyı sıkıntıyla yazıyorum, yazdım” notunu düşen Süreyya Evren, “WHW Bienali dolayısıyla sol muhafazakârlığı eleştiriyor,”[7] diye buyursa da; 11. İstanbul Bienali’nin de yapmak istediği ve yaptığı, tüm mülahazaların ötesinde, tam da budur!
Evet, evet budur; çünkü 11. İstanbul Bienali küratörlerin Amerikalı Marksist düşünür Fredric Jameson’un ‘Brecht ve Yöntem’ başlıklı kitabından yaptıkları alıntı, onları ve 11. İstanbul Bienali’ni anlatır gibidir: “Eğer Brecht, Soğuk Savaş sonrası piyasa retoriğine teslim olmuş, eski günlerden daha da anti-komünist olan böyle bir zamanda, büyüklüğü bakımından anılmak yerine yararlı olduğunu bilseydi, mest olurdu.”
“İşte bizim küratörler kolektifinin derdi de budur; Brecht’i mest edecek şekilde ondan yararlanmak,” diyen Ali Artun’a sormak gerek: Nereden biliyorsunuz? Kerameti kendinden menkul iddianızın, “öznel bir iddia” olmaktan ötedeki değeri nedir?
Devam edelim…
11. İstanbul Bienali’ni Koç’un sponsorluğunda, 12 Eylül’de açarak, B. Brecht’i “kullanmaya” kalkışanlar; tarihi nasıl unutup, unutturabilirsiniz? Bu mümkün mü?
Anımsayın: Askerler/ sermayedarlar 24 Ocak’ın eksik kalan ayağını, 12 Eylül darbesi ile tamamladılar. Ve gelir gelmez DİSK’i kapadılar, grevleri yasakladılar. Türk-İş genel sekreterini hükümete alıp yanlarına çektiler. Partileri kapadılar, en ılımlılara bile kan kusturdular. TÜSİAD ve çevresi çok mutluydu. Patronlar dünyasının duayeni Vehbi Koç’un 3 Ekim 1981 tarihinde Kenan Evren’e yazdığı mektuptaki şu satırları nasıl unutabiliriz:
“Şimdi, faşist ordu iktidara geldi, kapitalistlerle birleşerek Türk işçisini istismar ediyor propagandası yapılmaktadır. Böyle bir iftira karşısında işçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar, taraflar için adilane bir şekilde ve asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bu düzenleme yapılırken, bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır…
İşçi sınıfını ayaklandırmak amacıyla, Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır. Bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri muhakkak engellenmelidir… Basının kalemine tenkit fırsatı verilmemelidir.”[8]
Bunu unutmadan devam edelim…
“11. İstanbul Bienali burjuvazinin kendi imkânlarını kullanarak burjuvaziye küfreden ve yaşanan sorunların nedeni olarak yine burjuvaziyi sunmaktadır. Şirketler, özellikle yenidünya düzeninde ‘sevimli birer işletme olduklarını’ kültür ve sanat aracılığı ile toplumsal bellekte oluşturma gayretindeler. Genel hatları ile bu bienalin çizmeye çalıştığı ise bunun tam tersi olarak, ‘izleyici için oluşturulan okunabilir görsel ve yazılı metinlerde savaş kapitalizmin motoru olduğundan, kapitalizmin egemenliği sürdükçe savaş da asla bitmeyecektir, bunun sorumlusu da sistemi devam ettiren şirketlerdir’ anlayışı ortaya çıkmakta. Oluşturulan dil ve iş seçimlerdeki bütünsel uyum açısından bakıldığında Marksist temellere dayanan küratöryal oluşum What How & for Whom/WHW’un katkısı ortadadır,” diyen Erkan Doğanay, dediklerinin pratik bir anlamı ve karşılığı olduğunu gerçekten de düşünüyor mu?
Bu bir manipülasyon olmaktan öte mümkün mü?
Hem de “çağdaş sanat” piyasasının etkili isimlerinden küratör Vasıf Kortun, 11. İstanbul Bienali’yle ilgili “Biraz kıskanıyorum, mükemmele yakın. Bu sefer sahiden dünyanın en iyi bienali İstanbul’da” vurgusuyla “Neo-liberal ekonomik düzende, bienaller nasıl bir rol oynuyorlar? Venedik ya da İstanbul gibi şehirlerde ne gibi etkileri oluyor?” sorusuna şu yanıtı veriyorken: “Bienallerin Venedik’e ya da İstanbul’a getirisi finansal anlamda çok ciddi. Çok ciddi miktarda harcama kapasitesi yüksek bir izleyici grubu da geliyor. Bunun çok büyük, hesaplanması güç, kongre turizminin çok ötesinde bir ekonomisi var. (…) 12 Eylül’den sonra aslen ve neredeyse sadece özel sektörün taşıdığı bir kültür sanat ortamı var.”
Dikkat edin; sözü edilen; “özel sektörün taşıdığı bir kültür sanat ortamı”dır; yani 11. İstanbul Bienali’dir!
ASLI ASTARIYLA BİENAL ELEŞTİRİSİ
Öncelikle Bienalin sloganıyla “İnsan neyle yaşar” diye sorduğunuzda, Koç’tan alacağınız yanıt diğerlerine yaşama şansı bırakmayabilir. Rosa’nın vereceği yanıt ise Mustafa Koç’ların var olmayacağı bir dünyanın övgüsüdür.
Bunu asla unutmadan ve durmadan anımsatmak, sanatın asli görevleri arasındadır; bu bir…
İkincisi; 11.İstanbul-Bienal küratörlerinin teorik açıdan içine düştükleri açmazları, Brecht’e sarılmaları ve dahası “şenlikli muhalefetin” ne olup olmadığına hiç dokunmadan ve Brecht’in bu kavramın neresinde durduğuna dair en küçük bir işaretleme noktasına değinmeden, bizlere inanılmaz derecede önemli bir “happening” gibi sunulan “eğlenceli” perde açılışları artık (hiç -mi- hiç) ilginç gelmiyor…
Bienal çevrelerinin sosyo-orgazm yönelimli şenlikleri ise asla son bulacak değil, böylesine sınırsız bir sosyo-orgazmın eleştiriye değil, kelimenin tam anlamıyla ve de tersinden, içsel tepkime zincirine ihtiyaçları var! Sanat’ın derisine sızdırdıkları “kir tabakası” için bu elzem, ve kendi sessizliklerinde “utanç”, “yarım kalmışlık”, “iç sırlar”, “gereksiz ısrarlar” ve tahakkümün sağladığı bitmez haz-eğlence durumuyla (Apollon tuzağı) yüz yüze gelmeleri için bu gerekli, hakikâtin çöküşünü başka ne karşılar ki?
Dünyevi kralların, sermayenin acımasız kurgusuyla yozlaştırılmış sözde kültür endüstrilerini şaha kaldırmak, gerçek yaratıcılığı, karşıt yaratıcılığı, arsız gerçeğin kendisini bile baskı altında tutarak, hakikâti içten içe sınırlayan, anlamını boşaltan ve itiraz eden, çelişkiler üzerinden tavır koyan tüm sanat yönelimlerini yenilgiye uğratma çabalarını gelmişler İstanbul’un orta yerinden zavallı Brecht’e yükleyerek kendilerini tüm sorumluluklardan sıyırmaya çabalıyorlar.[9]
Üçüncüye gelince: “Bu Bienal’in en çok dikkat çeken yanı, sistem karşıtı politik bir içerik taşımasına rağmen, bir holdingin tüm sürecin önüne geçmiş, süreci sahiplenmiş olması. Bir holding durmadan ve ısrarla bizi Brecht’ci ve dolayısıyla Marksist bir sergiye davet ediyor” diyen Rahmi Öğdül ekliyor:
“Günümüz sanat ve kültür ortamının irili ufaklı şirketler tarafından desteklendiği bir gerçek. Radikal, hatta yıkıcı bir içeriğe sahip pek çok film ya da serginin arkasında sponsor olarak şirketleri görüyoruz.
Bir holding durmadan ve ısrarla bizi Brecht’ci ve dolayısıyla Marksist bir sergiye davet ediyor ve üstelik bu sergi ‘her suçlu bir burjuva, her burjuva bir suçludur’ savına dayalı Brecht’in ‘Üç Kuruşluk Opera’sından alıntılanan bir soru üzerine kurulmuş; bu durum ister istemez, şirket-sanat ilişkisi üzerinde daha fazla düşünmeyi gerektiriyor.
Hal Foster’ın ‘Kültürel Direniş’ başlıklı yazısı tam bu noktada aydınlatıcı olabilir.[10] Foster yazısında burjuva kültürünün bütünlüklü yapısını yitirdiğini ve diyalektik bir modernizm ile kitle kültürü karışımından oluştuğunu öne sürüyor; burjuva kültür pratiğinin, başka sosyal grupların anlamlandırma biçimlerinin temellük edilmesine dayandığını belirtiyor. Açıkçası burjuvazi, ‘öteki’nin söylemini aşırıp farklı bir bağlama, bambaşka bir yere taşıyarak, yıkıcı olabilen bir söylemi bir tür evcilleştirme işleminden geçiriyor ve neticede bir tüketim nesnesi olarak dolaşıma sokabiliyor. Barthes’e göre bu ele geçirmenin iki özelliği var: birincisi, ötekinin zararsız hâle getirilerek özümsenmesi; diğeri ise ötekinin temsil yoluyla cisimleştirilmesi; burada temsil, etkin varlığın yerine geçiyor.
Bu temellük etme işleminde bir toplumsal gruba ait özgül bir içerik ya da anlam, soyutlama aracılığıyla, başka bir toplumsal grubun genel bir kültürel formuna ya da üslubuna dönüştürülüyor. Barthes bu işleme ‘mitleştirme’ adını veriyor; aşırılıp başka bir yere yeniden yerleştirilmiş sözden oluşuyor mit. İşte, söylemlerinin mitleştirilmesi yoluyla toplumsal gruplar sessizleştirilip sonuçta seri tüketicilere dönüştürülüyor.
Söyledikleri çarpıtılmış ve dolayımlanmış bir şekilde yankılanıp duruyor havada. Velhasıl, burjuva/şirket kültürü yıkıcı söylemleri mitleştirip dolaşıma sokma konusunda bir hayli deneyimli.
Dördüncüye yani “asli soru(n)” denilebilecek noktaya gelince: “Günümüzde burjuva kültürünün en radikal, en yıkıcı söylemleri bile temellük edip tüketim nesnelerine dönüştürmesi gerçeği…”[11]
Gerçekten de günün güne eklemlenmediği, belleksizleşen, unutmaya evrili ya da şizofren bir dönemden geçerken; hızla tüketilen, terk edilen yaşamlar tıpkı matrix gibi sanal ortamlar ve algılara sürüklenmekte…
Tam da bu koordinatlarda sermayenin bienali gerçeğin içeriğini boşaltıyor; manipüle ediyor…
Yeri gelmişken “Siyasi olduklarını iddia eden küratörlere Henri Lefebvre’nin sözünü hatırlatarak bitiriyorum yazıyı: ‘Etrafımız boşlukla sarılı, ama göstergelerle doldurulmuş bir boşluk bu’…
i) Konuya hemen, lafı hiç dolandırmadan, gireyim: İstanbul Bienali’nin Koç Holding gibi bir kapital devi tarafından finanse ediliyor olması sanatın artık egemen sınıflar tarafından bir tehdit unsuru olarak görülmediğini ortaya koyuyor. Bu sanat seyirliktir. Seyredilecek ve hiçbir etkide bulunmaksızın unutulup gidecektir. Seyredildikten sonra geride herhangi bir tortu bile bırakacak mıdır, bilmiyorum. Bıraksa bıraksa bir lolipop lezzeti kalacaktır ağızlarımızda. Lolipop, hem eğlenceliktir, hem de şekerdir, biçimiyle ve tadıyla.
ii) Bienal, aşağı yukarı son elli yılda ortaya çıkan, ama giderek yerini sağlamlaştıran ‘çağdaş sanat’ların sergilendiği bir sergi. (Demek ki sanatın ‘çağdaş’ı ve ‘çağdaş-olmayan’ı oluyor.) Çağdaş sanat kavramı üzerine epey düşünmüşümdür; sanırım nasıl adlandıracağımızı bilemediğimiz ‘iş’lere çağdaş sanat diyoruz. Gözünüzden kaçmamıştır, ‘iş’ dedim, eser demedim (kimileri ürün de diyebiliyor), demek ki bu çağdaş sanat işleri klasik sanat biçimlerinin herhangi birisiyle sınırlandırılamayan melez çalışmalar; sanat ürünü demek yeterli değil, ‘iş’ diyoruz onlara.
iii) Bir tür eğlence, sanat ürünleri panayırı. Adorno şöyle diyor: ‘Eğlenmek her zaman bir şey düşünmemek, gösterildiği yerde bile acıyı unutmak demektir. Haz daima direnişe ilişkin son düşünceden kaçmaktı; eğlencenin vaat ettiği özgürleşme, yadsıma gibi düşünceden de kurtulmaktı.’[12] Bu cümlede, bir zekâ ve ilginç buluşlar/keşifler silsilesi olarak düşündüğüm bienal ürünlerinin çözümlenmesine yardımcı olacak kilit kavramlar var: Eğlence, acı, haz, direniş, düşünce, özgürleşme, yadımsa, kurtulmak. Bu kavramlara bu çerçevede şöyle bir bakalım.
iv) Eğlence: Günümüzde insanların yaşamla ‘gerçek’ olduğunu düşündüğümüz bağlarını kopartmak, kendilerini ve dünyayı unutmak, aslında ağır olan zamanı hafifletip hızla akıtmak için sığındıkları bir etkinlik. Eğlenerek kaçarız. Acı ise eğlencenin tam aksi, yaşamla yüzleştiğimiz yerde uç veren bir gerçekliğe dönüş hâli. Eğlence duyuları uyuşturmak iken acı duyuların bir türlü uyuşmamasından, aksine her zaman hassas kalmasından hasıl olan bir şey. Acı kurtulamamaktır. Direniş, günümüzde giderek kaypaklaşan sınıfsal konumlarla birlikte kimin neye karşı göstereceğini bilmediği bir duruş, bir tavırdır, diyebiliriz. Direnmek isteyenler karşılarında somut olarak direnebilecekleri bir kütle göremiyorlar. İktidar her yerde. (…)
v) Bütün bu kavramların hepsi de teker teker kilit kavramlar. Ve gerçek sanatın bir insan olarak bizi bu kavramlarla yüzleştirmesi gerekir. Oysa, sadece örnek olsun diye söylüyorum, bienallerde sergilenen ‘çağdaş sanat’ ürünleri bizi kendimizle yüzleştirmekten çok, bizi kendileriyle oyalıyorlar.”[13]
Dördüncüyle bağıntılı beşinci noktayı ‘Burjuvazinin Bienal’ı Burjuvaziye Hizmet Ediyor’ başlıklı yazısında Kaya Karan şöyle anlatır:
“Bienal sanatı nedir? Özet olarak Bienal, küratörler tarafından belirli kodlarla düzenlenen ve onun dışına çıkmayan, sanatın bir disiplin ve sınırlar içerisinde sunumudur…
Başta Koç Holding olmak üzere bienal sponsorları Arçelik A.Ş., Koç Enerji Grubu şirketlerinden Aygaz, Opet ve Tüpraş, Ford Otomotiv Sanayi A.Ş., Polisan Boya Sanayi ve Tic. A.Ş.; gerçekleşmesinde katkısı olanlar ise Foundation for Arts Initiatives, The Christensen Fund, Ford Foundation, British Council-Creative Collaboration, Mondriaan Foundation, Institut für Auslandsbeziehungen e. V., The Danish Arts Council, Bureau of Educational and Cultural Affairs, U.S. Department of State, Washington, Australian Government-Australia Council for the Arts gibi çok sayıda Finas Kapitalin (Sanayi-Banka sermayesi) baba şirketleri, tekeller,sermaye devleti destekli kuruluşlardan oluşmaktadır.
Etkinliğin tanıtım afişleri için Brecht’ten cımbızlama sözlerle seçilen şiarlar dahi İKSV’nin, Koç Holding gibi kapitalistlerin, azgın işçi sınıfı düşmanı MESS patronlarının Brecht’i boşuna tercih etmediklerini, Marksizm’i ehlileştirmek, sosyalizmin içeriğini boşaltmak için bienali politik bir sanat etkinliğine çevirmeye çalıştıklarını göstermektedir…
İstanbul Bienal’i örneğinde olduğu gibi burjuvazi devrimci değerlere saldırmak, Marksizm’i ehlileştirmek, sosyalizmin içeriğini boşaltmak, giderek sertleşen sınıfsal çelişkilerini yumuşatmak, vahşi kapitalizmi ‘insancıl’ göstererek kutsamak için her yolu denemektedir. Kültür, sanat, spor vb. her türden eylem ve etkinliği bu doğrultuda kullanmaya çalışmaktadır.
Burjuvazi devrimci içeriğini boşaltmak için bu yıl Brecht’i, onun sanatını ve politik kimliğini seçmiştir. Bienal’de sergilenen eserlerin biçimleri bu açıdan önemsizdir ve üzerine en ufak bir söz söylemeyi dahi hak etmemektedir. Zira bienal içeriğiyle tümüyle burjuvaziye hizmet etmektedir.
Burjuvazi bugün ‘toplumcu gerçekçi’ sanat anlayışının karşısına ‘postmodern sanat’ adı altında egemen sınıfın çıkarlarını ve iktidarını korumayı, onun ideolojisini yaymayı hedefleyen burjuva sanat anlayışını çıkarmaktadır.
Oysa, toplumsal zenginlikler bir avuç kapitalistin tekelinde toplanırken yoksulluk ve yoksunluk milyonların hayatını zehir etmektedir. Emek ve sermaye çelişkisinin yaşandığı toplumumuzda, sanatın, sanatçının ve aydının bu toplumsal çelişkinin dışında kalması bilimsel gerçeklikten, maddi yaşamdan kaçmasından başka bir şey değildir. Sanatın, sanatçının ve aydının ilericiliğinin, devrimciliğinin biricik ölçütü, bu bilimsel gerçeklik karşısında tavrını ezilen sınıflardan yana koyup koymadığıdır.”
Kaya Karan haksız değil…
Aynı konuda Feyyaz Yaman, “Beni asıl rahatsız eden de bienalin sanat ve kültür kavramlarını kullanılarak tehlikeli sularda gezinir tavrıdır. Zaten bienallere baktığımızda eski fuarcılık sisteminin daha evrensel konjonktürde yeniden sunulması olarak karşımıza çıkmakta. Gelenler ne getiriyor, geldiği yeri nasıl görüyor gibi sorulara yanıt bulamıyorsunuz, sanatı turistik birer eşyaya dönüştürme işi gibi görev üstleniliyor,” derken; Emre Zeytinoğlu da ekliyor: “Sanatın özerk olması ya da bunun korunması en önemli sorunlardan biri. Sanatçı siyasi erklerden, sistem savunucularından uzak olmalı. Politik bir enstrümana dönüşmemeli, sanatçı hangi koşulda olursa olsun öncü vasfını, değiştirip dönüştürme gücünü diri tutmalı. Ancak buradan baktığımız vakit beklenilen, olması gereken sanat anlayışının varlığından söz edebiliriz. Sanatçının atölyesine kapanıp yalnız başına üretimsizliğe sürüklenmesinin nedeni ütopyanın olmayışıdır. Bu da sponsorlukla falan aşılabilir bir durum değildir, ütopyanız yoksa üretemezsiniz.”
Evet Bienal’in, Brecht’in sözünü tema olarak seçmesini “eleştiri çalmak” olarak yorumlayan Feyyaz Yaman, krizin ve kapitalizmin bunalımının Marksizmi ve işçi sınıfını geri çağırdığı bir ortamda bu eleştiri hırsızlığının anlamlı olduğunu düşünüyor.
11. İstanbul Bianeli’nin sorgulayıcı yanı, politik çağrışımlarla yüklü soru(n)ları karşın Zeki Coşkun’un çok haklı saptamasıyla, “Post radikal Marksist muhalif estetik sanat böyle bir şey olsa gerek”!
Ve nihayet bu durumu en iyi özetleyen de Yücel Sayman’ın şu satırlarıdır:
“11. İstanbul Bienali’nin açılışına katıldım; küratörlerin (daha doğrusu onların manevi şahsiyetlerinde başkalarının) devrimci konuşmaları sona erdiğinde içim şişmişti, eve döndüm.
Evde aklıma şu soru takıldı: Bienal’i özellikle büyüklerden sponsor bankanın ve holdingin çalışanları, işçiler, kaybedecekleri bir şeyleri olmayanlar (küratörlerin konuşmasında ve bienalin temasında Komünist Manifestosu vardı) her söyleneni ve sergilenen eserleri dikkatle izleseler, kendilerine söylenenleri ve izlettirilenleri sadakatle uygulamaya kalksalar ne olurdu?
Nostalji biter, gerçek yaşam başlardı; sanat kalmaz,’siyasi kaos’ boy verirdi.
Ve bu siyasi ortamda, küratörlerin dediklerine göre bienal sponsorluğuyla ‘imajını iyileştirmeye çalışan şirketin (holdingin)’ gerçek yüzü ortaya çıkar; nice Picasso’lar, nice ‘Guernica’lar resmederdi.”
SANAT NE, SANATÇI KİM?
“Sanat ne, sanatçı kim” mi?
Öncelikle anımsatalım: “Bugün 1980 sonrası sanat dediğimizde, Türkiye’nin kültürel ikliminde gerçekleşen köklü değişimlerin önemli yansımalarını içeren yapıtlarla karşılaşıyor olmamız bu anlamda şaşırtıcı değil. ‘Dönemin ruhu’ sanatçının da, yapıtın da ruhuna işliyor. 12 Eylül sonrasında depolitizasyonun da etkisiyle bireysel hikâyelerin peşine takılan, takılmak zorunda bırakılan sanatçı, yepyeni kavramlar ve bağlamlar içinde buluyor kendini.”[14]
Aynı konuda “Hangi Dünyada Yaşadığını Bilmeyen Sanatçı Olur mu?” sorusuyla ekliyor Jülide Kural: “Politikadan hiç anlamam, ben Çehov oynuyorum” diyebiliyor mesela birileri. Politikadan anlamıyorsan Çehov’u nasıl oynuyorsun ki? Çehov’un kendisi politik zaten; aristokrasinin yıkılışını, gelen proletaryanın sesini veriyor… Bunu anlamıyorsan sen, çok vahim zaten durum. Sen ne yapıyorsun ki orada?”
Bu soru(n) orta yerdeyken; Veysel Yiğit, “Sanatçı toplumun vicdanıdır… Sanatçı bir çocuk saflığıyla dünyanın bütün çirkinliklerine karşı ‘Kral çıplaktır’ diyebilen insandır,” derken; John Berger de ekler: “Günümüzün egemen kültüründe, tüketim kültüründe acı yok sayılıyor. Ama sanat acıyı yok saymaz, sayamaz, başkalarının acısına kayıtsız kalamaz…”
Sanat, toplumsal ve kişisel belleğin süzgecinden damıtılıp alıntılanan pek çok olayın bir dışavurumu olmanın ötesinde, Varoluşun hayalin, ütopyanın peşinde koştuğu bir yaratıcılık/ özgürlük alanıdır…
13 Kasım 2009 13:23:31, Ankara.
N O T L A R
[*] Çoban Ateşi, Yıl:3, No:114, 17 Aralık 2009…
[1] Veselovski.
[2] Çağla Cömert, “Sanat İmparatorlukları”, Evrensel Kültür, No:215, Kasım 2009, s.18.
[3] Chin-Tao Wu, Kültürün Özelleştirilmesi, çev: Esin Soğancılar, İletişim Yay., 2005, s.212.
[4] John Jordan, ‘Deserting the Culture Bunker’, Journal of Aesthetics and Protest, no. 3 (www.journalofaestheticsandprotest.org/new3/jordan.html)…
[5] Kutlu Esendemir, “2010 Yağması”, Haber Türk, 21 Ekim 2009, s.1-12-13.
[6] Julian Stallabrass, Sanat A.Ş., Çev: Esin Soğancılar, İletişim Yay., 2009, ss.29-30-16-23.
[7] Süreyya Evren, “WHW Bienali Dolayısıyla Sol Muhafazakârlığın Eleştirisi”, Birikim, No:247, Kasım 2009, s.85-93.
[8] Tam metin için bkz: M. Sönmez, Kırk Haramiler, Arkadaş Y. 1990
[9] Cavit Mukaddes, “Brecht Ayna Bahçelerinden Neyi Kurtarabilir?”, Birgün, 2 Ekim 2009, s.15.
[10] Bkz: Hal Foster Sanat/Siyaset, İletişim Yay.
[11] Rahmi Öğdül, “Yılaşırı (Bienal) Isınmaya Bağlı Kültürel İklim Değişiklikleri”, Birgün, 17 Eylül 2009, s.15.
[12] T. Adorno Kültür Endüstrisi, İletişim Yay., 2007, s.79.
[13] Osman Çakmakçı, “Gösteri Olarak Sanat”, Birgün, 29 Eylül 2009, s.15.
[14] Esra Aliçavuşoğlu, “Bir ‘Sanatçının’ Darbeci Olarak Portresi”, Cumhuriyet Hafta Sonu, 10 Ekim 2009, s.10.