Home , Köşe Yazıları , "Resmi Hakikât" Vaazları Ve Gerçek[*]

"Resmi Hakikât" Vaazları Ve Gerçek[*]

temeldemirer„Hakikâtin yalan,
yalanın da Hakikât gibi göründüğü
bir dönemeçteyiz şimdi.“[1]

„Mustafa Suphi de Bizim Mustafa Kemal de!“[2] yaygaraları arasında; radikal sosyalistlerin durmadan konuşması gereken soru(n)lardan birisi de, kaçınılmaz olarak resmi ideoloji yani Kemalizm oluyor…
„Ulusal solculuk“ biçiminde rehabilite edilmeye kalkışılan resmi ideoloji (yani Kemalizm) son zamanlarda bir çılgınlık hâline dönüştü.
Facebook sayfalarında on binlerce genç arasında müthiş bir Atatürk mesajı trafiği yaşanıyor. Atatürk köşeleri, Atatürk özdeyişleri, Atatürk fotoğrafları…
İş bununla da „sınırlı“ değil; tarih, „ulusal solcu“ söylence ile alt üst ediliyor!
„Resmi tarih“ deyip geçmeyin… O bir şeyleri örten egemenlerin kaleme aldığı yalanın „tarihi“dir…
Onun karşısına, ezilenlerin/mağdurların/ ötekilerin „resmi olmayan“ tarihini koymalıyız; bu elbette doğası gereği, bir başka „tarih“ talebidir; ezilenlerden yana yazılan bir tarihtir; bu talepse „evrensel“ olanın yazılacağı „alanın“ ele geçirilmesi, hegemonya altına alınması çabasından başka bir şey değildir. Bunun içinde son derecede siyasi bir çabadır…

KEMALİZM HAKKINDA

„Atatürk Devrimleri“nin, böyle „tanımlananlar“ın Türkiye’de bir „kurucu ideoloji“ olduğu kesindir.
Muhtevası gereği, „Homojen, korporatist bir toplum hayalinin kurucu unsuru“ olan Kemalizm konusunda; „En belirgin yanı, bir çağdaşlaşma (modernizasyon) projesi olmasıdır,“ diyen Türker Alkan’ın toptancı görüşlerini kabul etmemiz mümkün değildir…
Kemalizm, Türk(iye) burjuvazisinin „ulus devlet“ini kurduğu; pozitivist, ulusçuluğa önem ve öncelik veren, askeri ve sivil bürokrasiye dayanan, etnik çoğulculuğu inkâr ederken sermayeyi Türkleştiren bir otoriterliktir…
Evet, CHP PM üyesi ve Siyaset Bilimcisi Prof. Dr. Tülay Özüerman’ın, „Cumhuriyet devrimciliktir. Devrimcilikten vazgeçmek Cumhuriyeti devirmektir,“ diye tanımladığı „Cumhuriyet“ bir otoriterliktir!
Bilindiği üzere Erik Jan Zürcher, „Cumhuriyet“i hem dayatıcı, hem de „çok başarılı“ bir proje olarak gördüğünü belirterek, „Cumhuriyet, tepeden inmeci ama dünyanın en başarılı ülke kurma projesidir,“ diyor.
Zürcher’e göre „1924’e kadar ülkede kimlik denildiğinde Müslümanlık akla geliyordu. Sonra Atatürk ani bir değişimle seküler Türk milliyetçiliğine geçirdi halkı…
Söz konusu süreçte Mustafa Kemal’in „Sezarist“ bir işlevi olduğundan söz edebiliriz…
Bunun için tek bir örnek dahi, neyin ne olduğunu ortaya koymaktadır: „Nuri Ulusu’nun çocuksu bir heyecanla kaleme aldığı ‘Atatürk’ün Yanı Başında‘ adıyla piyasaya çıkan kitabında, aydınlık bir ülke inşa etmeye çalışan Atatürk’ün yolculuk hikâyesi anlatılıyor.
‘Atatürk’ün sofrası ilim sofrasıydı… Tarih, dil, matematik, geometri vb. gibi ilmi mevzulara söylediklerini bir de karşısında tahtada görebilmesi için döner, muşamba yazı tahtaları yaptırıp Dolmabahçe Sarayı, Florya Deniz Köşkü ve Çankaya Köşkü’ne getirilirdi. Yazdırır, okutturur, tartıştırır, kısacası herkesin belleğine o konuları çıkmayacak şekilde yerleştirir ve bundan da haz duyardı. Her akşam için lüzumu olan kitaplar, kâğıt ve kalemleri ben hazırlar ve tahtanın başında, elimde tebeşir beklerdim. ‘Yaz cucuk‘ diye emir buyururlarsa derhâl işe başlar…‘ diye devam ediyor.
Ulusu, Fransızca yayınları da takip eden Atatürk’ün ‘Türklerin ilk anayurdu Orta Asya’dır. Türkler orada göçebe hayatı yaşıyorlardı‘ sözlerine karşı çıktığını ve ‘Türk Tarihi Tezi‘ çalışmaları sırasında, kayıp Mu kıtası ve Mayaların Türklerle ilişkisi üzerine yaptırdığı araştırmaları hatırlatıyor.“[3] Mesele buydu; ancak bu kadar değil…
„Mustafa Kemal büyük bir pragmatist,“ diyen İlhan Tekeli onun tarihin tanık olduğu önemli pragmatistlerden, reel-politikerlerden birisi olduğuna işaret ederken; „Atatürk bir siyaset adamıydı. Güncel duruma göre karar alıyordu. Fikrini değiştirebiliyordu,“ vurgusuyla Prof. Dr. Zafer Toprak ise ekliyor:
„Atatürk de İttihatçı’ydı. Çevresindekiler de İttihatçıydı. Celal Bayar, Yunus Nadi hep İttihatçı gelenekten geliyorlardı cumhuriyet rejimiyle birlikte evrildiler onlar…
Kelle koltukta ulus kimliğini oluşturmaya yönelik her türlü çabayı göze almaktır İttihatçı zihniyet…
Ordu ana omurgasıyla İttihatçıydı ama şunu da unutmamalı. İttihatçıların savaşı da, Milli Mücadele de aslında bir bütündür. Türkiye’yi inşa eden savaş on yıllık bir savaştır. Bu savaş 1912’de başladı. 1922’de bitti. Bu savaşı 1919 öncesi ve 1919 sonrası diye bölemezsiniz. O yüzden bu on yıla sahip çıkmak zorundalar. 1912’den itibaren yaşanan bütün siyasal gelişmeye sahip çıkmak durumundalar…
Atatürk’ün Milli Mücadele’nin ilk döneminde İttihatçı liderlerle çok yakın ilişkisi vardı. Ermeni katliamıyla suçlanmış ve hatta idam edilmiş kişilerin ailelerine sahip çıktı ve onlara maaş bağladı…“[4]

ÇARPITMALAR?!

Müthiş çarpıtmalara konu olan Kemalizm konusunda denilenlere bakıp da, „Neymiş?!“ dememek elde değil…
Örneğin Erol Manisalı, „Kemalist devrim, ‘dincilerin ve sömürgecilerin egemenliğine karşı bir savaştır’…“
Hayır bu kocaman bir yalandır! Kemalist hareket, şu’râlara dayanan Anadolu Mukavemet Hareketini devre dışı bırakarak, İttihat ve Terakki artıklarının örgütlediği işgal karşıtı bir mücadeledir… Söz konusu hareket, tarihsel Türk(iye) ulusçuluğunun taşıyıcısı/ sürdürücüsüdür…
Kemalist ulusçuluk için Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Suna Kili’nin,[5] „Etnik amaçlı düşünce ise bölücü bir işlev görmektedir. Atatürk, Yugoslavya’da Tito’nun yaptığının tam aksini, ‘ayrılıkları‘ değil, ‘benzerlikleri‘ kurumsallaştırmıştır. Atatürk ulusal kimlik bilincini yaşanmış ve yaşanmakta olan ‘ortak tarih‘, ‘ortak kültür‘ ve ‘Türk milleti mensubiyetine‘ dayandırmıştır. Atatürk ulusçuluğu çağdaş ve ‘çağdaşlaştırıcı bir ulusçuluk’dur. Batı’da bu anlayış ‘modernizing nationalism‘ olarak tanımlanmaktadır. Bu ulusçuluk öbür devletlerin bağımsızlığına saygı gösteren bir ulusçuluktur ve irredentist değildir. Atatürk ulusçuluğu her türlü emperyalizme karşıdır,“ demesine gelince; soru(n) tam da onun ifadesiyle, „ayrılıkları değil, benzerlikleri kurumsallaştırması“ndadır…
Çünkü otoriter rejimler „benzerlikleri kurumsallaştırır“; demokrasiler ise „ayrılıkları bastırmadan kabullenir/ meşru görür“. Yani farklı olanı inkâr ve imha etmez! Oysa Kemalizmin yaptığı, (Kürtler’e ve Anadolu’nun ötekilerine reva gördüğü üzere!) farklı olanı inkâr ve imha etmektir…
Bu konuda; „Atatürk Türkiye’si ile bugünkü ülkemiz arasındaki farkı görmemek, görüp de kabul etmemek, kabul edip de Atatürk’ü eleştirmek ‘TEHLİKELİ CEHALET’tir,“ türünden Erdal Atabek’vârî itirazlara gelince: Demokrasi ilkelerinin ve uygulamasının „dünü“/ „bugünü“ olmaz; bundan söz etmek, buna dikkat çekmek ise, „cehalet“ olmadığı gibi, bunun tam tersidir cehalet olarsak addedilmesi gereken…

TARİHİ „ÖZELLİKLER“ KONUSU

Kemalizmin „tarihi özellikleri“ne geçmeden önce, bu sorunu irdeleyebilmek için anımsanması gereken uyarıların şunlar olduğunu düşünüyorum:
* „Tarih nedir? sorusuna cevabım şu olacaktır: Tarihçi ile olgular arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalogdur,“ der E. H. Carr….
* „Tarihçi, tarihsel bir bilincin, çoğul ve kaçınılmaz olarak çatışmalı bir belleğin oluşumuna yardım eder…
* „Geçmiş, kültürel duyarlılıklara, etik sorgulamalara ve şimdiki zamanın politik beğenilerine göre ayıklanıp yeniden yorumlandıktan sonra kolektif belleğe dönüşüyor,“[6] der Enzo Traverso…
* „Ancak mutlak yalan doğruyu söyleyebilir bugün. Doğruyla yalanın ayrım yapmayı neredeyse imkânsızlaştıracak ölçüde birbirine geçmesi ve en basit bilgi parçasına tutunmanın bile bir Sisyphos emeği gerektirmesi, savaş alanında yenik düşen ilkenin mantıksal örgütlenme alanında zafere ulaştığının işaretidir. Yalanların uzun bacakları vardır: Kendi zamanlarının önünde giderler,“ der Adorno, ‘Minima Moralia’da…
Evet, bu uyarılar ışığında kaç noktaya dikkat çekebiliriz: „Sezarist“ özellikleriyle Kemalizm’in tek parti yönetiminin oluşturulduğu güzergâhta, „Birinci Meclis’in kendisini feshetmesinden sonra yapılan 2. Meclis seçimlerindeki adayların hepsi Mustafa Kemal’in süzgecinden geçmişlerdi, dolayısıyla Halk Fırkası kurulduktan sonra da, onun üyesi olmuşlardı.“[7] Bunların uzantısı olarak, tek parti rejiminin en önemli organı ve kararları bütün parti üyeleri için kayıtsız şartsız bağlayıcı olan CHP Genel Başkanlık Kurulu, yani Genbaşkur diye anılan heyetin -Mustafa Kemal ve İnönü ile birlikte Recep Peker’den oluşmaktaydı- kimlerin milletvekili olacağını belirlerdi.
Ayrıca bu kurulun genel sekreteri olan Peker 1931’de mer’i olan CHF tüzüğünün ikinci maddesine göre partinin daimi umumi reisi Atatürk adına konuşma ve iş yapma yetkisine sahipti.
Nitekim CHP’nin 1931 ve 1935 senelerine ait program taslakları onun tarafından hazırlanmış, programa ilişkin açıklamalar onun tarafından yapılmıştı.
Keza, Peker, 1935 CHF programında yer alan ulusçuluk ilkesini açıklarken, bu ilkenin yalnızca partiye ait olmayıp devlete hâkim zihniyet olması gereğine işaret ettikten sonra kongre konuşmasında „Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletidir“ diyerek durumu özetler.[8] „Devlet örgütlenmiş ulustur“ düşüncesinden hareketle ve Atatürk’ün adı etrafında oluşturulan lider kültüne dayanarak, ideolojik ve ekonomik muhalefetin tasfiyesini ulusal misyon olarak ortaya koyan; devlet karşısında bireye özgürlük alanı bırakmamayı idealize eder Recep Peker.
Ona göre Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı herkes CHP’nın doğal ve potansiyel üyesidir.Türkiye’de din telakkisinin vatandaşların teninden içeri nüfuz etmediğini söyleyen Recep Peker’in gerçek kutsalın din değil cumhuriyet inkilabı olduğu kanaatini taşıdığını, laiklik politikasının temelini ise dinden bahsetmemenin oluşturduğu görüşünde olduğunu da ekleyeyim.
Ayrıca Peker, Kemalizmin ideolojisini yapmaya çalıştığı Ülkü Dergisi’nde Atatürk’ün Büyük Nutuk’unun Türkün yeni mukaddes kitabı, Halkevleri’nin de bu inancın mabedleri olduğu fikrini savunuyordu.
Bu noktada „Kemalizm bir din değildir, aydınlanma geleneğine ait tarihsel bir olgu ve siyasi bir akımdır,“ diyen Ergin Yıldızoğlu’nun, Kemalizmin işlevi üzerine kafa yorması gerekmektedir…
„Gerekmektedir“ çünkü; „Bütün dünyanın Müslümanları Allah’ın son Peygamberi Hazreti Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hazreti Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli; İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler,“ der Mustafa Kemal… Bu sözler ‘Urduca Yayınlarda Atatürk‘ başlıklı kitaptan alınmıştır. 1979 yılında A. Ü Dil ve Tarih Coğrafya yayınları arasında çıkan kitabın ‘Atatürk’ün Son Mesajı‘ bölümünden… Yazar Nedim Sehbâi’dir.
Yine Mustafa Kemal, Fransız gazeteci Mavrice Perno ile yaptığı söyleşide de şunları diyor: „Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikâte nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki Türkiye’ye istiklâlini veren bu Asya milleti içinde daha karışık, sun’i, bâtıl inanışlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu âcizler sırası gelince aydınlanacaklardır. Eğer ışığa yaklaşamazlarsa kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.“[9] Yine Mustafa Kemal, bir kitap vesilesiyle Şemsettin Günaltay’a der ki: „Hazreti Muhammed’in bir avuç imanlı Müslüman ile mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir meydan muharebesinde kazandığı zafer fâni insanların kârı değildir. O’nun Peygamberliğinin en kuvvetli delili işte bu savaştır. O, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun için de bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir; fakat sonuna kadar o ölümsüzdür.“[10] Özetle Namık Kemal Zeybek’in ifadesiyle, „Atatürk İslâm’ın özüne inançlı, bağlı ve saygılıdır.“[11] O hâlde? Balzac’ın, „Gökyüzü ile yeryüzü çıkarları arasında sürekli bir düello vardır“; Burton’un, „Her din, öteki dinler kadar doğrudur,“ uyarıları eşliğinde Ergin Yıldızoğlu’nun, Kemalizm konusuna biraz daha kafa yorması gerekiyor…
Tıpkı „devletçilik“ konusunda olduğu gibi; yani kalpaklı Mustafa Kemal’in işgal karşıtlığı „anti-emperyalist“ olmadığı gibi, kapitalist devletçiliği de „toplumcu“ falan değildir…
Bir şey daha: „Kemal Atatürk’ün evlatlıklarından Afet İnan’ın Cenevre’deki doktorası kafatasçıydı. Tezinin adı ‘Türk Irkının Vatanı Anadolu’ydu.
Yatıp kalkıp ‘Atam sen kalk, ben yatam‘ diye tapanlar, tapındıranlar 64 bin yurttaşın kafatasının devlet eliyle kumpasta ölçüldüğü (antropo-matriks yapıldığı) bu tezi bugün yüz binlerce basıp niçin okutmazlar, oysa tam da zamanı değil mi?[12] İnan tarih profesörüydü, arkasında hangi birikim bıraktı, bugün onun görüşleri hakkında 3 dakika konuşabilecek 300 kişi var mıdır, merak ediyorum. [Diğer manevi evlatlardan Sabiha Gökçen Dersim’e bombardıman için gönderilen iki uçaktan birinin pilotu olduğu için dünyanın ilk kadın savaş pilotu diye ün yaptığından bir hava limanına adı verildiğinden biliniyor, ama Afet İnan’ı kim ne kadar tanıyor bilemem.]“ diyor Yalçın Yusufoğlu…
Haksız mı?

KEMALİZM VE KÜRTLER

Elbette değil; Kemalizm ve Kürtler gerçeği boylu boyunca karşımızdayken…
Mustafa Kemal Samsun’a ayak bastığı andan itibaren her ağzını açışında Kürtlerin özelliklerine ve haklarına saygı taahhüdünde bulunuyordu. İşte kronolojik sırayla birkaç örnek:

 

MUSTAFA KEMAL’İN KÜRTLERİN ÖZELLİKLERİNE VE HAKLARINA SAYGI VAATLERİ

Kürt ağa, bey ve şeyhlerine telgraflar (Mayıs ve Haziran 1919) „Kürt kardeşlerimin… hürriyeti ve refah ve ilerlemesinin vasıtalarını sağlamak için sahip olmaları gereken her türlü hak ve imtiyazların verilmesine tamamen taraftarım.“ (Cemilpaşazade Kasım Bey’e, 16 Haziran 1919.)
Erzurum ve Sivas kongreleri beyannameleri (7 Ağustos 1919 ve 11 Eylül 1919) Erzurum „[Doğu illerinde] yaşayan bütün İslâmi unsurlar, yekdiğerine karşılıklı bir fedakarlık duygusuyla dolu ve ırkî ve toplumsal durumlarına saygılı öz kardeştirler“.
Osmanlı Hükümeti’yle yapılan Amasya Protokolü no. 2 (22 Ekim 1919) „…Kürtlerin gelişme serbestisini sağlayacak şekilde ırksal ve toplumsal haklar bakımından desteklenmelerine, daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine…“
Misak-ı Milli (28 Ocak 1920) Bu temel belgenin 1. maddesi bir bütün oluşturan milli toprakları „… dinen, ırken ve emelen birbirine bağlı, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen, birbirlerinin ırksal ve toplumsal hakları ile bölgesel koşullarına tamamen saygılı Osmanlı-İslâm çoğunluğu“nun oturduğu yerler diye tarif ediyor.
TBMM’deki sözleri/ 24 Nisan 1920 „Erzurum Kongresi’nin çizdiği [milli hudut] dahilinde yaşayan İslâmi unsurların her birinin kendisine özgü olan bölgesine, âdetlerine, ırkına özgü olan imtiyazları … kabul ve tasdik edilmiştir“. Taahhüt ediyor: „İnşallah, varlığımız kurtulduktan sonra (inşallah sesleri) kardeşler arasında çözülüp sonuçlandırılacağından… teferruata girişilmemiştir“.
TBMM’deki sözleri / 3 Temmuz 1920 „Milli hudutlar… içinde yaşayan ve çeşitli İslâmi unsurlar birbirlerine karşı ırkî, bölgesel, ahlâkî bütün haklarına saygılı öz kardeşlerdir. Dolayısıyla onların arzularına aykırı bir şey yapmayı biz de arzu etmeyiz“.
TBMM’deki sözleri/ 1 Temmuz 1922 „Türkiye halkı… gelecek ve menfaatleri ortak olan bir toplumdur. Bu toplulukta ırkî haklara, toplumsal haklara ve bölge şartlarına saygı, iç siyasetimizin esas noktalarındandır‘.

Evet; Mustafa Kemal’in dediklerinin bir kısmı bunlar; ancak durmayıp, ekleyerek devam edelim:
Milli Mücadele’nin başlangıcında Mustafa Kemal’in Sıvas Kongresi sonrası 1919 senesi Haziran ayında Amasya’da Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuad Cebesoy’la bir araya gelip ulusal direnişin esaslarını müzakere ettikleri ve aldıkları kararları tamimle bütün ülkeye yaydıkları toplantıdan itibaren Kürt meselesinin gündemde olduğunu biliyoruz. Mustafa Kemal, aynı sene İstanbul’da Damat Ferit Paşa hükümetinin düşüp yerine Ali Rıza Paşa kabinesinin geldiği Ekim ayının 22’sinde yine Amasya’da Bahriye Nazırı Salih Paşa, padişahın başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa, Rauf Orbay ve Bekir Sami (Kunduh) paşalarla bir araya geldiğinde de gündemdeki konulardan biri Kürtlerdi. Faik Reşit Unat’ın 1961’de Tarih Vesikaları Dergisi’nde açıkladığı Başbakanlık Arşiv belgesine göre üçü kayıt ve imza altına alınmış, ikisi ‘gizli‘ kaydıyla not seviyesinde tutulmuş beş protokoldan birinde Kürtler konusunda izlenecek yol şöyle özetleniyordu:
„Beyannamenin (Sivas Kongresi bildirisi) birinci maddesinde, Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkânsızlığı izah edildikten sonra bu sınırın en asgari bir talep olarak kabul edilmesinin temini lüzumu müştereken kabul edildi. Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü…“
Konu orada da kalmadı 22 Temmuz 1922’de BMM zabıtlarına meclisin Elcezire (Irak) cephesi kumandanlığına yazılmış 15 Temmuz 1922 tarihli talimatta da yer aldı. Bu talimatın nüteaddit maddelerinden birinde: „Aşamalı olarak, bütün ülkede ve geniş ölçekte doğrudan doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu bir biçimde yerel yönetimlerin oluşturulması iç siyasetimizin gereğidir. Kürtlerle meskûn mıntıkalarda ise, hem iç politikamız ve hem de dış siyasetimiz açısından aşamalı bir yerel yönetim kurulmasını savunmaktayız“ denilmekteydi.
Atatürk’ün Cumhuriyet’in ilanı öncesi 1923 senesi Ocak ayında yaptığı Batı Anadolu gezisinin İzmit ayağında bir araya geldiği gazetecilerle sohbetinde söyledikleri de o zamana kadar izlenen siyasetin esasta bir değişiklik olmadan devam ettiğini gösteriyordu…
Vakit’ten Ahmet Emin (Yalman), Tevhid-i Efkar’dan Velit Ebuzziya, İleri’den Suphi Nuri (İleri), Tanin’den İsmail Müştak (Mayakon), Akşam’dan Falih Rıfkı (Atay), İkdam’dan Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), İzmit İleri’den Kılıçzade İsmail Hakkı ve Kızılay Derneği Başkanı Dr. Adnan (Adıvar) ile Halide Edip (Adıvar)’ın katıldığı bu toplantının Meclis kâtipleri tarafından zabıt altına alındığı da biliniyor. Bir bütün gün devam eden sohbetin bir yerinde Ahmet Emin Yalman’ın, „Paşam Kürt sorununa temas buyurmuştunuz. Kürtlük sorunu nedir? Bir iç sorun olarak temas buyurursanız çok iyi olur“ diye sorması üzerine Mustafa Kemal’in söyledikleri şöyle:
„Kürt sorunu bizim yani Türklerin çıkarına olarak da kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi bizim milli sınırımız içinde var olan Kürt unsurlar o şekilde yerleşmişlerdir ki pek az yerlerde yoğundur. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurunun içine gire gire öyle bir sınır doğmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek türlüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Sözgelimi, Erzurum’a kadar giden Erzincan’a, Sivas’a kadar giden Harput’a kadar giden bir sınır aramak gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilât-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikle oluşacaktır. O hâlde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz.“[13] Tüm bunlar böyleydi; sonra da „Ne mutlu Türküm diyene“ dedi Mustafa Kemal… Sonrası da Kemalizmin icraatlarıyla malumun ilamıdır…
Ayrıca da Kürt meselesinden, ötekilere Mustafa Kemal pragmatizmi aynı zamanda da, „diğeri“ne imkân tanımayan mutlakçı bir „temizlik“tir…
Bu kadarı yetmez mi?

KEMAL KUTSAMASI

Ana hatlarıyla buraya kadar ifade ettiğimiz kapsamda Cumhuriyet için bir Kemal kutsaması da kaçınılmaz olmuştur…
Kemal kutsamaları, her türlü benzerinde olduğu üzere, skolastik bir dogmatizmden başka bir şey değildir; olamaz da…
Bilindiği üzere, skolastik kelimesi, tabuların hüküm sürdüğü, değişmez doğruların bilimsel gerçek diye öğretildiği „skola“ adını taşıyan okullardan üretildi.
Ortaçağ’da, skola adını taşıyan okullarda ilâhi bir kisveye bürünen dogmalar, „değiştirilmesi mümkün olmayan doğru“lar olarak öğretilirdi.
Bu kapsamda örneğin „Atın kaç dişi var?“ diye hayvanın ağzına bakılacağına, kutsal metinlere müracaat edilirdi; gerçeğin yerine „kutsanan“ ikame edilirdi…
Tam da bu noktada Hasan Bülent Kahraman’ın belirttiği üzere, „Atatürk konusunda da mesele: Mutlaklaştırmak kutsallaştırmaktır. Bu da mistifikasyonu gerektirir.“
Söz konusu „mutlaklaştırmak“/ „kutsallaştırmak“/ „mistifikasyon“ resmi ideolojinin „olmazsa olmazı“yken; kaçınılmaz olarak da Kemalizm konusunda rasyonel, analitik bilgiye erişmeyi engeller…
„Nasıl“ mı? İşte birkaç örnek…
„Görgü tanıkları Atatürk’ü nasıl anlatıyorlar?“ sorusunu Turgut Özakman şöyle yanıtlar:
„Zarif, nazik, terbiyeli, dâhi, belleği çok güçlü, gerçekçi, dikkatli, çok çalışkan, ateş altında korkusuzca duran, iyimser, düzenli, temiz giyinen, savaşta bile her gün tıraş olan, her gün yıkanan, görev anında ciddi, genel olarak neşeli, bazen muzip, güzel ve etkili konuşan ve yazan, sanatsever, kadınlara çok saygılı, insancı, çok kitap okuyan, onurlu, vefalı, duygulu, şefkatli, utangaç, sohbetten hoşlanan, doğa âşığı, çocukları seven, halkın arasına karışmaktan hoşlanıp mutlu olan, halkına güvenen, ahlâkça demokrat, çağdaşı liderlerin aksine demokrasiyi öven, bütün komşularıyla ve dünya milletleriyle barışık, güzel dans eden, zeybek oynayan, türkü, şarkı söyleyen, kendisiyle alay etmesini de bilen bir bilge, halkına hesap veren, kitap yazan, durmadan yurdu dolaşan bir önder, kendinden sonra da işleyecek, demokrasiye açık bir rejim kurmuş ileri görüşlü, sahici bir devlet adamı, bir öğretmen, bir öncü, bir devrimci, askerlik sanatına katkıda bulunmuş bir büyük asker; rahatı değil, milletinin yararı için suikast ve iftiralarla dolu çetin bir geleceği göze almış bir sosyal kahraman, bir insan, adam gibi bir adam…“[14] Bu satırlardaki „kutsallaştırılmış mistifikasyonu görebiliyor musunuz? „Tanrı“ ya da „peygamber“ dedikleri bu galiba!
Ancak bu kadarla da „sınırlı“ değil; üstüne üstlük Ataol Behramoğlu da şunları ekliyor: „Mustafa Kemal çapında bir insan betimlenirken ona yapılabilecek en büyük kötülük, onun pısırık, silik bir insan gibi gösterilmesi, sıradanlaştırılması olabilir. Mustafa Kemal sıradan bir insan değildi… Putlaştırmanın karşıtı sıradanlaştırmak olamaz…“
Gerçekten de bu tür „kutsamalar“ın abartısının sınırı yoktur. Örneğin „Atatürk hayranı İşadamı“ İnan Kıraç’a göre, „Asrımızın tek lideri Mustafa Kemal“dir! Ya da İsmail Özcan için de, „Dünyada Atatürk kadar milleti tarafından sevilen bir lider yoktur veya çok azdır“!
Bunlar gerçekten „gerçek“ mi?!
Elbette değil!
Tıpkı Mustafa Kemal’in özellikleri konusunda „1. Olağanüstü bir devrimci, 2. Sömürgecilik ve emperyalizme karşı açılan savaşların ilk lideri, 3. Tüm yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayrımı gözetmeyen bir uyum ve işbirliği çağının doğacağına inanan, 4. Eylemi her zaman barış, uluslararası anlayış ve insan haklarına saygı yönünde gerçekleşen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk olarak tarihe geçirdi. Onu kutsadı,“ diye haykıran Alev Coşkun’un sarıldığı „kutsanmış yalanlar“ da olduğu üzere…
„Kutsanmış yalanlar“a sarılanlar; aynı zamanda „Çözümü geçmişte Atatürk göstermişti… Geleceğin çözümü de ATATÜRK’ÜN YOLUNDADIR…“[15] diyen skolastik dogmatizmin ruhbanlarıdırlar…
Çünkü Kemalizm onlar için izah ettiklerine göre, kapsayıcı/ kılıktan kılağa gire(bile)n bir din (resmi ideoloji)dir…
Buna örnek olarak, bana Hitopadesa’nın, „Bu dünyada insanlar bir kere aldatılınca, gerçekten bile şüphe duymaya başlarlar“; Manés Sperber’in, „Bir eylem, sonuçları bakımından, eylemde bulunanın amaçladıklarının ve dahası kestirdiklerinin çok ötesine uzanabilir. Bu, kötü bir yazgıyı engellemek için gerçekleştirilen trajik nitelikteki bir eylem için geçerlidir. İkinci olarak, yüceleştirilmiş eylem diye bir eylem türü vardır; bu eylem, yapılması gerekenin tersine, nedenler bağlamında değil, fakat eylemde bulunanın üstüne tutulan projektör ışığında değerlendirilebilir,“ sözlerini de anımsatan ‘Mustafa‘ filmi „tartışmaları“ gibi…

„MUSTAFA“ FİLMİ

Ve nihayet ‘Mustafa‘ filmi…
‘Mustafa‘ filmini „olumsuz“ bulanlardan ‘Atatürkçü Düşünce Derneği‘, „Mustafa’nın Atatürk Devrimlerini yıkmaya yönelik bir film“ olduğunu öne sürerken; „Bu film olsa olsa, aydınlıktan korkan hilafetçileri biraz sevindirecektir,“ diye haykıran Ece Vahapoğlu’nun saptamalarına Haluk Şahin de şunları ekliyordu: „Can Dündar Atatürk’ü siyasetten soyutlayıp insanlaştırmaya çalışırken tarihsel figürü fazla arka plana atmış. Mustafa’nın insani yalnızlığı özellikle sonlarda bir zaafa dönüşmüş…“
Bir filmle „yıkılmasından korkulan Atatürk Devrimleri“ veya „insanlaştırmaya çalışılırken tarihsel figürü geri itilen Mustafa Kemal“ kaygılarıyla kavrulanlar… Veya „Can Dündar’ın, dürüst bir yaklaşımın eseri olan ‘Mustafa’sı ile TC’nin kurucusunun halkı tarafından fazlaca bilinmeyen iç dünyasına ışık tutuyor,“ diyen Ali Murat Güven’in satırlarındaki üzere filmi olumlu bulanlar… Soru(n) böyle konuluyor… Ancak bu doğru değil… ‘Mustafa‘ filmi ekseninde böylesine bir „iyi/ kötü“ kamplaşması bizi bir yere götürmez… Mesele Kemalizmin, resmi ideolojinin (Can Dündar’ın ‘Sarı Zeybek ve Abdullah Öcalan’ın çözümlemeleri de dahil!) tartışılmasındadır…
Aslı sorulursa ‘Mustafa‘ filminde yola çıkarak kopartılan gürültü, Kemalistlerin, Mustafa Kemal’i putlaştırmalarının somut bir verisidir.
‘Mustafa‘ filmi tartışmalarına The Independent gazetesi de 7 Kasım 2008’de yayımlanan ‘Mustafa filmi ‘gerçek‘ Atatürk’ün portresiyle Türkiye’yi ikiye böldü‘ başlıklı haberiyle katılıp, „Belgesel tabu yıkmıyor ama Atatürk’ü yaşam koşulları ağır, aşırı alkol tüketen, kendisini kurduğu ülkeden giderek daha ayrık hisseden, melankolik bir adam olarak resmediyor. Bazı radikal laikler filmi Batı’nın, Türkiye’nin Kemalist ordusunu zayıflatma komplosunun parçası olarak görüyor,“ derken yol açtığı „kavgalar“, suç duyuruları[16] ve yasaklanma talepleriyle Türkiye’deki resmi ideolojik zihniyeti çok yansıtmaktadır…
Tıpkı çok vahim özellikler taşıyan Turgut Özakman örneğindeki üzere!
Bakın; „Araştırmayanlar, bu konulardan elini, dilini çeksin; çocuklarımızın aklını kirletmesin“ diye haykıran -„Prof.“ sıfatına da sahip olduğu söylenen!- Turgut Özakman, „Sözü kanun değildi,“ dediği „Atatürk’e Yakarış“ın ne(ler) diyor ki?!
„Bizi affet
Ey sevgili Atatürk!
Sana padişah/halife olman teklif edilmişti. Kabul etseydin haremin olacaktı, hazinen olacaktı, sarayların olacaktı, mutluluk ve keyif içinde bir ömür sürecek, içkini (afiyet olsun!) sarayında, gizli içeceğin için kimse de bu konuda olur olmaz konuşmayacaktı…
Ama biz seni, idealini, başarılarını, halkımıza, gençlerimize anlatmayı beceremedik. Araştırıp öğrenebilirlerdi ama doğruyu, gerçeği araştırma hevesini de, alışkanlığını da veremedik.
Bizi affet…“[17]

KEMALİST AYİN NEDEN GEREKLİ?

„İyi de Kemalist ayin neden gerekli“ mi?
Gayet basit; Gökhan Yücel’in ifadesiyle, „Mustafa Kemal… bir ‘ebedi egemen‘ şeklinde tanıtıldı“ da ondan…
Bunun için de Yağmur Atsız’ın saptamasındaki üzere, „Kemalistlerin en büyük korkularından biri, kendi yarattıkları abus çehreli, lanet ve itici… bir ‘Atatürk Putu’nun devrilmesi. Varlıklarını ancak o putun gölgesine sığınarak sürdürebileceklerine müdrikler“!
Bu tabloda Kemalizm böyleyken; Che Guevara’nın, „Bir yalan, hangi amaç için söylenmiş olursa olsun, her zaman, en kötü gerçekten daha kötüdür“; Bertolt Brecht’in, „Hatalar kötü değil. Onları düzeltmemek bile kötü değil. Kötü olan, onları gizlemektir,“ sözlerinin unutulmayıp, durmadan yüksek sesle telaffuz edilmesinin önemi çok büyüktür…
Bu tablo değiştirilene dek; hâlâ ve daima…

21 Mart 2009 11:24:22, Ankara.

N O T L A R
[*] Devrim Yolunda Kurtuluş Dergisi, No:5, Nisan 2009…
[1] Adorno, „Minima Moralia“.
[2] Enver Aysever, „Mustafa Suphi de Bizim Mustafa Kemal de!“, Cumhuriyet Dergi, No:1180, 2 Kasım 2008, s.8.
[3] Serpil Yılmaz, „İçki Sofrasında Karatahta da Bulunurdu“, Milliyet, 2 Kasım 2008, s.9.
[4] Zafer Toprak, Neşe Düzel’le söyleşi, „Atatürk Fransa’nın 3. Cumhuriyeti’ni kurdu“, Taraf, 10 Kasım 2008, s.11.
[5] Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, 11. Baskı, İş Bankası Kültür Yay., 2007.
[6] Enzo Traverso, Geçmişi Kullanma Kılavuzu, Çev: Işık Ergüden, Versus Kitap, 2009, s. 64-29-2.
[7] Ali Sirmen, „Tek Partiden ‘Tek Adam Partisi’ne…“, Cumhuriyet, 6 Aralık 2008, s.4.
[8] Geçerken „Kemalizmi tekparticilik gibi sergilemeye çalışıyorlar. Demek ki Kemalizm hakkında toplu iğne başı kadar bir şey bilmiyorlar,“ (Turgut Özakman, „Bu Nasıl Yalnızlık?“, Cumhuriyet, 19 Aralık 2008, s.7.) diyenlerin de var olduğunu anımsatalım…
[9] Sadi Borak, Atatürk ve Din, s.85-86… Prof. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Düşünceleri, s.210… Prof Dr. Enver Ziya, Atatürk’ten Düşünceler, s.66.
[10] Aktaran: Prof. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Düşünceleri, s.208.
[11] Namık Kemal Zeybek, „Atatürk ve İslâm“, Radikal, 19 Kasım 2008, s.8.
[12] Afet İnan. l’Anatolie, le Pays de la Race Turque, Cenevre, 1939.
[13] Avni Özgürel, „Vilayet Manevi Şahsiyeti ve Muhtariyeti Haizdir“, Radikal, 16 Kasım 2008, s.13.
[14] Turgut Özakman, „Adı Bile Atatürk’e Yabancı“, Cumhuriyet, 13 Aralık 2008, s.7.
[15] Erdal Atabek, „Atatürk Geleceğimizi de Değiştirebilir mi?“, Cumhuriyet, 10 Kasım 2008, s.4.
[16] ‘Mustafa‘ filminde Atatürk’ün sigara içtiği sahnelerle ilgili olarak, ‘Sigarayla Savaşanlar Vakfı‘ Onursal Başkanı Prof. Dr. Orhan Kural ve Atatürkçü Düşünce Derneği üyesi Prof. Dr. Ahmet Ercan, sigara ve içki tüketilen sahneler nedeniyle Dündar hakkında suç duyurusunda bulundu. („Ata Kurdu, ‘Mustafa‘ Böldü!“, Radikal, 8 Kasım 2008, s.3.)
[17] Turgut Özakman, „Bilmeyenler Anlatmasın“, Cumhuriyet, 20 Aralık 2008, s.9.

| 06 – 04 – 2009 |