Home , Köşe Yazıları , Paris Katliamı Avrupa Uygarlığı Tehdit Altında /Zahit ATAM

Paris Katliamı Avrupa Uygarlığı Tehdit Altında /Zahit ATAM

 

Zahit Atam2015 içinde Fransa’da iki büyük saldırı oldu, bunların arasında da Türkiye’de iki saldırı oldu: Avrupa’da merkez Paris iken, Türkiye’de Suruç ve Ankara idi. Saldırıların ortak özelliği bir örgütün bir devlete ya da bir başka örgüte saldırısı değil, dördünün de tümüyle sivillere yönelik olmasıdır. Bu anlamıyla saldırılar bir anlamda uygarlık-modernizm ve halk karşıtıdır. Kimilerine göre ise bunlar kutlu cihat savaşçılarıdır, ilahi düzeni yeryüzünde kurmaya çalışan şehitlerdir. Ama gelin görün ki bu insanların tamamına yakını kendini tanımaktan, bilmekten ve aklı başında bir insan olmaktan uzak, asosyal ve saldırganlık taşıyan toplum düşmanı insanlardır. Bırakın bunları Allah yolunda şehit düşen insanlar olmalarını, bunların gerçekten kendilerine bile faydası olmayan zavallı insanlardır ve kapitalizmin atıklarıdırlar.

Sosyalist Hareketin o uzun ve kanlı mücadele tarihinde, halklara karşı saldırı düzenlememeyi, halk düşmanlığı yani en büyük suç olarak görüyorlardı. Bu nedenle itinayla karşı-devrimci olarak nitelediler, uzak durdular. Oysa Yeni Dünya Düzeni ilan edildiğinde, batılı medya bir yalan şebekesi halinde sosyalistler ile katliamları özdeş tutmak için çırpınıp durdular. Mesela sosyalist sol, hiçbir zaman camilere ve ibadethanelere, halkın kullandığı merkezlere, meydanlara ve kültür merkezlerine saldırmadılar.

Tarihte bu konuda kırılma noktası, ABD-İngiltere ve İsrail’in merkezde durduğu Yeşil Kuşak projesi ile giderek örgütleri ideolojilerden ve halk temelinden çıkarıp, dine, fundamenalizme kaydırdı ve halka yönelik saldırılar da büyük artışlar görüldü.

1970’ler boyunca İran’da şah-karşıtı hareket içinde de bu tip saldırıları kökten dinciler yaptılar. Mesela İran’da batılı filmleri gösteren bir sinemayı, yüksek oktanlı benzinle, yani uçak yakıtıyla, içindekiler ile birlikte şah-karşıtı kökten-dinciler yaktılar.

Tarihsel ezilmişlik sendromunun ifadesi olarak, batılı sivil halkın düşman olarak görülmesi ve doğrudan onlara saldırılması işi de genel olarak içindeki eziklik psikolojisiyle beraber Cihatçı mücadelenin özelliğidir ve özünde insanlık düşmanıdır.

  1. yüzyılın sonlarından başlayarak, İslam topraklarını sömürgeleştiren Fransa ve İngiltere’nin halk düzeyinde yaptığı katliamlarda kendi köklerini buluyor. Nitekim bugün Fransa’da ikisi de tamamen sivil halka yönelik ciddi katliamların ardında net olarak Fransa’nın Müslümanları yaklaşık yüzyıl boyunca sömürgeleştirmesinin bir payı var. Unutmayın Napolyon Fransa’sı Mısır’ı işgal ettiğinde halka Arapça bildiri dağıtmıştı ve metin kelime-i şehadet getirerek başlıyordu. Yaptıkları ilk şey ise yüzyıllardır duran Memlükleri yani Kölemenleri katletmek idi.

Aynı şekilde Fransa’nın İslam Ülkelerindeki büyük kültürel yatırımları sonucunda, Fransızcayı büyük oranda öğretmeleri ile Kuzey Afrika’dan aldıkları milyonlarca göçmen arasında ciddi bağlar var. Ama bu insanlar zaman içinde asimile olmak bir kenara, zaman içinde banliyölerde biriktiler, örgütlendiler, silahlandılar ve büyük toplumsal sorunların merkezleri haline geldiler. Bu banliyölerdeki insanlar büyük oranda toplumdan dışlanmış, toplumun kültürel kimliğiyle ilişkileri sınırlı ve aynı zamanda egemen değerleri ve sınıflara karşı yabancılaşmış konumdaydılar: Bu kesimler için din zaman içinde kimliğin ve kültürün kendisi haline geldi. Bunların bir bölümü ise radikalleşti ve saldırılar için bir odak haline geldiler.

AVRUPA UYGARLIĞININ ŞİDDETİN TOPRAĞI HALİNE GELMESİ

Özellikle 1980 sonrasında Avrupa’nın büyük devletlerinin çabasıyla, ortak bir Avrupa büyük sermayesi çatısı altında, Avrupa Uygarlığının tek bir merkez haline gelmesi, bunun siyasal ve yönetsel sonuçları, bugün Cihatçı ya da Fundementalist örgütlerin saldırıları karşısında, net olarak zafiyet gösteriyor. Sistem aynı kaldığı sürece de içinden bir yanıt bulamayacak: Sonuçta II. Dünya Savaşından sonra ilk kez Fransa sınırlarını kapattı zaten.

Avrupa Birliğinin zaman içinde bizzat kimi büyük devletlerin başbakanlarının sözleriyle bir Hristiyan Kulübü olarak nitelenmesi,

İçindeki azınlık olan ama ihmal edilemeyecek bir nüfusu barındıran Müslüman nüfus düşünüldüğünde,

Özellikle Müslümanların belirli bölgelerde yoğunlaşması,

Batılı toplumlarla temasının sınırlı olması da göz önünde bulundurulduğunda, toplumsal çatışmalar ve yabancılaşma için de odak haline gelmeleriyle sonuçlandı.

 

Bu anlamda giderek sivilleşen ve halkın büyük oranda silahsızlandığı, gündelik hayatın modernizme göre yeniden şekillendiği Avrupa’da, başta parçalanan Yugoslavya olmak üzere, kendi içindeki fundamentalist hareketler giderek uygarlık içinde filizlendiler. Bu toplumlar içinde oluşan alt-kültürler içinde modernizm reddedilmeye ve hatta bir kimlik kazanmanın önündeki engel gibi görülmeye başlandı. Ciddi sayıda insan „çatışmanın merkezi“ne yıkıcı potansiyeli olarak girdi. Bu potansiyel Fransa’da ilk önce banliyö isyanlarına büründü, ardından ise yakın tarihte siyasal bir talep olarak bizzat Sarkozy’nin istifasını istemişlerdi. O yıllardaki olaylarda binlerce araba yakılmıştı Paris’te: Sarkozy henüz bakandı ve istifa etmedi, geleceğin Cumhurbaşkanı olarak görülüyordu. Ki Sarkozy gerçek anlamda II. Dünya Savaşından sonra, Fransa’nın dış politikasında net bir yarılma anlamına geldi, bir dönüm noktasıydı. Seçim konuşmalarında çok açık biçimde Fransız dış politikasıyla çelişerek İsrail ve özellikle Amerika lehine açıklamalar yapıyordu. Bu anlamda banliyö isyanlarında yer alan çoğu Müslüman kökenli isyancıların henüz bakanken Sarkozy’nin istifasını istemeleri olağandı, çünkü Sarkozy’nin söyleminde siyasal önyargıları besleyen, ayırımcı görüşler rahatlıkla yer bulabiliyor, ideal Fransız Sarkozy için ilkel azgelişmiş olarak Müslümanları kodluyordu. Bugün için bakıldığında, yaklaşık 40 yıl boyunca savaş sonrasındaki Fransız politikası önce Chirac ve ardından Sarkozy döneminde iki kez sağa çark etti, sorunlar büyüdü ve dışlanma arttı, sonuçta Fransa’nın kapısını halka yönelik şiddet çalmaya başladı.

IRAK, SURİYE VE LİBYA: ARAP SOSYALİST DEVLETLERİ PARÇALANINCA

Şunu unutmayalım: Irak, Libya ve Suriye, Arap devletleri içinde en sivil ve hayatın düzenlenişi modernizm ile en uyumlu ülkeleri idi. Ama her üç ülkenin liderine batılı sosyoloji „diktatör“ sıfatını uygun bulmuştu. Bugün her üçünde de iktidar erki parçalandı ve içeriden gelen bir örgütlenme ulus-içi bir meşruiyet elde edemedi. Kan gölüne döndüler ve şiddet ihraç eder hale geldiler. Bu toplumların üçü de batıdan gelen saldırılar ve batılı devletlerin desteğindeki örgütler ve silahlar ile yıkım yaşadılar, sonuçta şiddetin yalnızca merkezi değil, şiddet ihracının da merkezleri haline geldiler. Libya’da Kaddafi’nin yıkılmasında Fransa’nın aktif manevralarını ve askeri müdahalesini unutmayın, ama kuşkusuz Kaddafi sonrası Libya’da yaşam, bugünküne kadar çok daha modernist, bilim yanlısı ve Aydınlanma ile tutarlı idi, şimdi ise nefret söylemi ve başı-bozukluk sistemin bir parçası haline geldi. Bu anlamda Sarkozy’nin egemenlik anlayışının çürümüşlüğü net olarak görülebilir.

Avrupa Uygarlığı bir kriz içindedir, çünkü uygarlığın ayarları ile bu saldırılar ile oynanmakta, toplumun psikolojik zemini yeniden tanımlanmaktadır. Toplumlar bir korku ideolojisi işte yeniden dizayn ediliyor. Sivil halk tedirgin, bu anlamda artık pek çok konuda hareket ederken, aklı yerine psikolojik güdülenmesi, soğukkanlılık yerine pek çok kez psikolojik korkuları devreye girecek: Halka ayar verilmesi dediğimiz budur. Toplumun kolektif belleği ve duygusal ortak zemini farklılaştırılıyor bu saldırılar ile birlikte.

Saldırıların tümü sivil olana, uygar olana ve elbette doğrudan halka yönelik ve nefret ifadesi ile şekillendiği için, giderek ayrımcılık-şiddet sarmalı peşinden gelecek gibi görünüyor.

Belirli halkçı iktidarların yıkılması, yerlerine merkezi ve meşru iktidarların kurulmaması, sivil toplumun dengeleriyle oynanması, uzun dönemli, halkı doğrudan etkileyen ve her eylemin arkasında kirli merkezi ve çoğu kere batılı bir güç odağının olduğu saldırıları düşündürmektedir. Arap ülkeleri bu çıkmazla karşı karşıya, dikkat edin son 15 yıllık zaman dilimi içinde İslam ülkelerinde şiddet arttı, mezhep çatışmaları şiddetlendi. Aynı zamanda bölge içine terörist olarak dünyanın değişik yerlerinden ciddi göçler oldu.

IŞİD VE MEDYA

İşid’lilerin yaptığı basın açıklamalarına baktığımızda ne görüyoruz? Sanki bin yıl öncesinden kalma insanlar dünyaya dönmüş, öfke ve nefret diliyle, akıl-ahlak dışı konuşmalarını yapıyorlar.

Ama görsel dile baktığımızda, bizim TRT’nin yapamayacağı bir teknik bilgiyle videolar yapılmış. Kullandığı silahlar çok ileri düzeyde ve yakın dönemde üretilmiş, öyle çağdışı bir şey yok. Pek çoklarının hayallerini süsleyen Toyota’nın arazi jeepleri süreci tamamlıyor. Işid gerçekten büyük bir sermayeyi de yönetiyor. Sonuç olarak Işid ve onun harekete geçirdiği insanlar da sanki dünyadan seçilip toplanmış gibi… Bu sürecin kendiliğinden oluştuğunu, iki farklı dinin çatışması olarak okunabileceği bir yalandır: Bu tip örgütleri Irak, Suriye ve Libya içindeki muhalif kanatlar kendiliğinden kurmadılar, ihraç edilen teröristlerin bölgeye getirilmesi, silahlandırılmaları, sonra da bölgeden başka yerlere ihraç edilmelerinin arkasında Batılı militarist devletlerin gerçekten ciddi rolleri var. Biz Türkiye’de yaşadığımız için, siyasi iktidarın neler yaptığını şu ya da bu düzeyde biliyoruz zaten, ama Batılı kimi emperyalist devletlerin bizden daha masum olduklarını kim söyleyebilir?

Fransa, Avrupa Kıtası içinde, bir tür terör eylemi üssüne dönüştü, Avrupa’nın bu en sivil ülkesi, Avrupa Uygarlığının ve Aydınlanmanın toprakları, Avrupa’da Evrensel İnsan Hakları Beyannamesine ilham kaynağı olmuş bu ülke, şimdi saldırılarda kendi masum insanlarını kurban veriyor.

Bu yıkımın kökenlerine baktığımızda, Türkiye’de dahil, dünyanın sayılı devletlerinin bu çatışmaların merkezinde durduğu ve onları şu ya da bu şekilde yönlendirdikleri açıktır. Yıkım hakikaten insanlık düşmanı biçimine bürünüyor ve etkileri özellikle sivil toplumun ayarlarıyla radikal oynamaya yöneliktir.

Sonuç olarak, bu tip kanlı ve insanlık düşmanı saldırıları sevinç ve dinsel kutlama ile karşılayan on binlerce tweet atılıyor, düşmanlık uzun sürecek ve Fundamentalist bönlük insanlık için bugün gerçek anlamda dünya çapında bir terör odağı haline gelecek gibi.

TARİHSEL NOT: FRANTZ FANON VE SARTRE ÜZERİNE KISA BİR HATIRLATMA…

1961 Yılında Fanon ilik kanserinden ölmeden önce Yeryüzünün Lanetlileri kitabını yazmıştı, yüzyıldan daha uzun süren kolonileştirme süreci üzerine, bu kez tam tersi olarak kolonileştirilenin dilinden, kültüründen ve psikolojisinden esinle yazıyordu. Eğitimliydi, zekiydi, bilgiliydi, bilim adamıydı ve ruhu yangın yeriydi.

Sartre Fransa’da o yıllarda yasak olan bu kitabı basılmadan önce okudu, kitap Fransa’da basıldı ve yer altında, bu arada Seine Nehri üzerindeki kitapçılarda da satıldı. Sartre kitaba çok ünlü ve önemli bir önsöz yazmıştı. Bu önsözde kolonileştirileni insan olarak görmeyen Avrupalının kendi kültürüne ihanet etmesinden başlayıp, kolonileştirilenin duygularından devam edip, bir Uygarlığın ikiyüzlülüğünden devam edip, koloni topraklarında kullanılan şiddetin Avrupa’ya taşınacağını sezdirerek çıkıyordu.

Bugün için Fransa’daki öfke ve nefret diliyle masum insanların kanına giren anlayışın kökenlerinde, hem geçmişte ekilen şiddetin payı vardır, hem de azgelişmişin kendini ifade edemediği koşullarda, kendini bulma sürecinin bir şiddet ile kendini ifade etme dönüşeceği de bilimsel bilginin “normallerindendir”.

Bu anlamda kan kusanlar, aynı zamanda gerçekten modernizmin, uygarlığın Lanetlediği ve dışladığı ve çağdışı kültürlerin bugünkü arkaik fakat güçlü bir toplumsal zemine sahip, neredeyse kitlesel bir tabanı olan hareketlerdir.

Şiddet azgelişmişin kendine iyi hissettiği yıkıcı ve insanlık dışı bir eylemdir, ama aynı nedenle, normaldir, o dilden başkasını bilmediği için.