Home , Takvim , Kongre: ATİK 20. Olağan Kongresi

Kongre: ATİK 20. Olağan Kongresi

Mali ve iktisadi  nedenleri, etkileri bağlamında küresel  krizin; Avrupa işçi sınıfına ve göçmen emekçilere yansıması

ABD’de emlak piyasasında başgösteren mali kriz 2008’in son çeyreğinden beri kredi tekelleri ve New York borsası üzerinden uluslararası pazarlara yayılmakta, her gün yeni boyutlar ve derinlikler kazanarak adeta bir çığ misali büyümektedir. 

ATIK 20 Kongre Taslağını İndir

Aslında değişmeyen (sabit) sermayenin değişen sermayeye orantısı ve değişmeyen sermayenin birikim meseleleriyle alakalı olan bu kriz, artçı dalgalar gibi gelen yansımalarıyla birlikte sistemin bütün gözeneklerinde etkileri çok ciddi hissedilir izler bırakmaya başladı. En geç 2009 başından beri bütün metropol emperyalist-kapitalist ülkeler artık resmen açıklanan ekonomik durgunluk (resesyon) dalgası içine girdiler.

Ekonomik büyüme hem küresel çapta hem de ülkesel düzlemde eksilerle açıklanır oldu. Gelir dağılımdaki 80’ler sonrası açılan uçurumlar tümden ayyuka çıktı. Tekelci kapitalizmin tipik bir devresel krizi olma özelliği yanında ve yine buna bağlı olarak (tekelci) kapitalist sisteme içkin krizlerin yapısal nedenleri geniş düzlemde kabul edilir oldu. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası sermayenin dolaşım sürecindeki en büyük mali krizlerden birine tarih 2008’de tanık oldu.

Krizin derinlikli bir buhran ve bunalıma dönüşmesini engellemek adına emperyalist devletlerin sermaye kuklası hükümetleri eliyle trilyonlarca dolarlık kurtarma paketleri peş peşe çıkarılmaya başlandı. Bu paketler yetmediğinde tekellerin devletleştirilmesi veya kamulaştırılması politikaları yeniden devreye konulur oldu. Bir anda 74 mali krizinden beri dünya çapında dayatılan neo-liberalist serbestleşme, deregulasyon, özelleştirme sanki unutuluverdi.

Ortaya çıktı ki; keynesyen tekelci devlet kapitalizmi modelide, friedmacı  neo-liberalist tekelci serbest piyasa ekonomiside emperyalist devletlerin iktisadı politik açıdan yönlendirme müdahaleleri ve devletsel sömürü politikalarıdır. Gelinen aşamada her ikiside iflas etmiştir. Sistem içi bir alternatif model bulunamamaktadır/bulunamayacaktır. Keynesyen ve friedmancı modellerle bazı sosyalist biçimlerin iç içe geçtiği bir yeniden yapılandırma egemenlerin iktisat ideologları tarafından şimdiden savunulmaktadır bile. Buna rağmen söylenebilinir ki; sosyalizm gerçek bir alternatif olarak emekçi kitlelerce -bütün olumsuzlamalara rağmen- yeniden önemsenecektir.

Kapitalist sistem, iflas eden neo-liberalist ekonomik politikalar tartışması üzerinden dünya çapında yeniden ’sorgulanmaya‘ başlanmış bulunmaktadır. ‚Pazarın kendi kendini düzenleyebildiği’ne olan ilahi inanç yerle yeksan oldu. Yine emperyalist ‚küreselleşme‘ ilk defa bu süreçte korkakça dillendilir oldu.

Çevre ülkelerden (yarı sömürgeler, az gelişmiş kapitalist ülkeler) metropol ülkelere (emperyalist ülkeler) maddi ve mali daha fazla kaynak aktarım tasarısı olan neo-liberalizmin 2008’deki iflasıyla birlikte, egemen emperyalist sistem kendi merkez üssü ABD’de tam bir ekonomik deprem yaşadı.

Kapitalist azami kar dürtüsüne ve aşırı birikim hırsına bağlı olarak; faiz, kredi, borsa değerleri, bono ve tahviller üzerindeki spekülatif oyun piyasalarındaki müthiş tekelleşme ve kızışan rekabet sonucu ortaya çıkan çürüme ve asalaklaşma tarih tarafından bir kez daha tescil edildi. Şimdiye kadar toplam 10 trilyon dolar üzerinde bir meblağ batık sistemi ve sermaye tekellerini kurtarmaya yatırıldı. Paraziter yollardan para üzerinden para kazanma eğilimi,  gerçek sosyalistlerce bir asır  öncesinden öngörülmüş ve teorik açıklaması yapılmıştı. Marx ve Lenin’in öngörüleri tarihte bugün olduğu gibi  bir kaç kez kanıtlandı.

Ancak günümüzde spekülatif sermaye üretim sermayesine oranla çok güçlü ve başat bir rol almaya başladı. Bu krizde kaybedildiği, buharlaştığı söylenen mali değerler 1929 krizindeki kayıpların Ekim 2008 itibarıyla tam 400 katıydı. Küresel çapta spekülatif piyasalardaki değer 2007’de 600 trilyon doları bulmuştu. Bunların reel değeri veya karşılığı ise en fazla 15 trilyon olarak tahmin ediliyordu. Bu derece şişirilmiş spekülatif sermaye iskambil kağıdından yapılan bir ev misali çökeçekti süphesiz ve öyle de oldu.

Fakat yine de krizin ne olduğu, neler yaratacağı ve yansımalarının neler olabileceği üzerine bu yazıyı biraz daha derinleştirmek ve detaylandırmak gerekiyor.

KRİZ NEDİR? 

Kapitalizme özgü en belirgin siyasal kavramlardan biridir kriz… ABD’de patlak veren konut kredilerinde yaşanan çöküşün tüm dünya’ya yayılmasıyla birlikte bu kavram yeniden ve daha çok kullanılmaya başlandı. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde tarihsel olarak krizleri belli başlıklar altında inceleyeceğiz. Ancak bugünüde doğru ve açık olarak ifade etmek önemlidir.

Zira Lenin; ‚Emperyalizmin ekonomik özü  incelenmedikçe modern savaşı ve modern siyaseti anlamak ve değerlendirmek olanaksızdır‘ diyordu. Emperyalizmin bu niteliğini anlamadan, bugünkü krizin neden ve sonuçlarını anla(t)mak  mümkün olamaz.

Nedir bu sistemin özü, nelere dayanıyor?:

Ticari kapitalizm döneminde sermaye birikimi üzerinde yükselen sanayi devrimiyle kapitalizm, batı Avrupa’da tamamen hakim oldu. 16.yy ile 18. yy arasında batı Avrupa’da ortaya çıktığını söyleyebileceğimiz yeni ekonomik ve toplumsal düzen olan kapitalizm, görülüyor ki, daha yükselişinin şafağından itibaren gelişme koşullarını dünya çapında yaratmaya yönelmiş, talanla birlikte halkları da katliamdan geçirerek tarih sahnesine çıkıyordu.

Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde üretim hızla büyük işletmelerde yoğunlaştı. Özellikle 19.yy ortasından başlayarak; maden, işletme, kimya ve makine sanayinde çok büyük teknik ilerlemeler kaydedildi. Bu gelişme büyüklerin ayakta kalmasını ve gelişmesini, küçüklerin ise yok olmasının önünü açıyordu.

Bu özellik üretimin belli yerlerde yoğunlaşmasını getirdi. Bu yoğunlaşma kaçınılmaz bir şekilde sanayide de tekelleşmeye götürdü. Bu aynı zamanda kapitalizmin temel iddialarından biri olan ’serbest rekabet’in yine kendisi tarafından yok edildiğini ortaya çıkardı.Ve Lenin bu gelişmeyi; ‚tekellerin doğması, kapitalizmin gelişmesinin içinde bulunduğu evresinde genel ve temel bir yasası‘ olarak belirledi. Serbest rekabetçi kapitalizmde tekelleşme sürecini yaşayan sadece sanayi değildi, sanayideki yoğunlaşmanın bir bezeri de bankacılıkta yaşanıyordu.

Bankalar da bir birlerini yutarak, az sayıda banka ortaya çıkıyordu. Sanayide ve bankacılıkta  tekelleşme karşılıklı ilişkiler ve bağımlılık nedeniyle bu iki alandaki tekelci sermaye kaynaşmaya ve iç içe geçmeye başladı. Böylece bu iki alandaki sermayelerin kaynaşması ve iç içe geçmesinden oluşan mali-sermaye ortaya çıktı. Kapitalist serbest rekabetin yerine, kapitalist tekellerin geçmesine yol açan tüm bu gelişmelerle birlikte, kapitalizmin serbest rekabetçi evresi kaçınılmaz olarak sona ermiş ve kapitalizmin mali-sermayenin eğemen olduğu tekelci evresi, yani emperyalizmi doğurmuştur. Görüldüğü gibi emperyalizme geçiş, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin serbest rekabetçi dönem boyunca gelişmesiyle hazırlanmıştır. Emperyalizm genel anlamda kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan doğruya devamı olarak ortaya çıkmıştır.

Kapitalizmin belli başlı özellikleri emperyalizmde de devam etmektedir. Ve kapitalizmin iktisadi yasaları tekelci kapitalizm içinde geçerlidir. Tekelleşme sermaye birikimini dev ölçülere ulaştırdı. Böylece emperyalist aşamaya ulaşmış ülkelerde muazzam bir sermaye fazlası oluştu, sömürgeler, yarı-sömürge ve geri kapitalist ülkelere sermaye ihracı oluştu. Serbest rekabetin hüküm sürdüğü dönemde, kapitalizmin ayırtedeci niteliği meta ihracıydı, sermaye ihracı ise emperyalist kapitalizmin ayırtedeci özelliği olarak belirdi.

Bu teorik belirlemeyle, sistemin özünü ortaya koyduktan sonra genelden özele yani bugüne gelebiliriz.

Nedir kriz?

En özlü ifadesiyle kriz, bunalım demektir. Kriz, dengelerin bozulduğu bir dönemi ifade eder. Kriz kavramını bir çok gelişme için kullanmak mümkünse de, krize en uygun şeklini veren mali ve ekonomik krizde ifedesini bulan anlamıdır. Krizi ele alıp değerlendirirken bu kavramı iki farklı  anlamda  kullanmak  doğru olacaktır. Mali kriz ve ekonomik kriz.

Bu anlamda mali kriz ile ekonomik krizin aldığı biçimi doğru bir ifadeyele ele alarak değerlendirmek konumuzun anlaşılması açısından doğru olacaktır. Bu iki kavram kapitalist sistemin yapısal bunalımının ifadesi olarak anılsa da, anlamları ve içerikleri bakımından belli farklılıklar içermektedir. Mali kriz olmadan da ekonomik krizlerin yaşandığına çokça tanık olmuşuzdur. Özellikle yarı-sömürge ülkelerde mali krizler yaşanmadan da ekonomik krizlerin yaşandığını belirtmek gerekir.  

Mali krizin anlamı:

Birikim yada sermaye diye adlandırılan servetin toplamını içine alan mali kavramı, tüm servet türlerini içine alır. Kıymetli kağıtlar, hisse senetleri ve döviz. Bunların işlem gördüğü yerde tüm ülkelerde borsadır. Borsa 1980 sonrası çok daha önem kazandı. Sükülatif para kazanmanın en büyük yeri günümüzde artık borsalardır. Buradan çıkan sonuç şudur ki, döviz, kiymetli kağıtlar ve hisse senetlerinin işlem gördüğü borsalarda değer yitirmesi, sermayenin ülkeden kaçışı, ve kredi ödemelerinin yerine getirilmemesiyle başlayan mali krizle birlikte borsa çöker ve kriz giderek yaygınlaşır. Bunun sanayiye yansımasıyla, yatırım ve üretimi etkiler, bu durum ekonomik bir krizi birlikte getirir. 

Mali krize bir örnek olarak ABD’deki konut kredileri:

ABD’de yaşayanlar doğrudan bir gelir göstermeden hatta peşinat bile ödemeden alım güçlerinin ötesinde ev satın almaya başladırlar. Ev alanların birçoğu kredi taksitlerini düzgün ödeyebilecek bir gelir düzeyine sahip değillerdi. Tabii burada önemli bir risk söz konusuydu. Fakat ABD’de hiç durmadan yükselen konut fiyatları (2002 ile 2006 arası) sistemi bu şekilde sürdü. Buda konut alanların bunları satması suretiyle elde ettikleri önemli bir kazançları oluyordu. 100 bin dolara alınan bir ev, bir yıl içinde 120 bin dolara satılabiliyordu. Ancak ekonomik durgunlukla birlikte evler satılmamaya başlayınca alınan kredilerde ödenemedi ve bankalar bir biri ardına iflas etmeye başladı.   

Konut piyasalarındaki sarsıntıların ardından yaşanan durgunluğun hayra alamet olmadığı ve finanssal krizin büyük boyutlar alacağı öngörülmeyecek bir durum değildi. Konuya dikkat çekenlerin başında gelen piyasaların efendisi George Soros’un sürecin arka planına açıklık getiren beyanı anılmaya değer saptamalar içeriyordu.  8 Ocak 2008 Finacial Times’te Şöyle diyordu; “Amerikan ekonomisinin şu anda yaşamakta olduğu durgunluk basit bir dalgalanmadan ibaret değildir. Söz konusu kriz bununda ötesinde, Amerikan doları’nın hakimiyeti altında geçen 50 yıllık savaş sonrası kapitalist dünya sisteminin dengelerinin artık yitirilmesinin ve Amerikan Doları’nın dünya mali piyasasında yerini yeni para birimlerine bırakmakta oluşunun sancılarının doğrudan yansımasıdır“ diyordu.

Mali krizle birlikte başta ABD olmak üzere borsaların arda arda çökmesi, bankaların iflazları sanayii de vurmaya başladı. Bankaların kredileri kesmeleri, tekelleri etkileme sürecine doğru ilerliyor,bu durum üretim kapasitesinin düşüşüne ve devamında ekonomik krize dönüşmeye evrilliyor. Ekonomik krizle birlikte üretimin kapasitesinin altına düşmesi, işsizlik ve metların satışındaki azalış, ekonomik krizin yansımaları olarak tüm dünyayı sarmalamaya başlamış bulunmaktadır . Dünyayı sarmalamaya başlayan bu  krizle büyük tekeller General motor, Opel, Ford, vb büyük tekellerin iflazın eşiğine gelmesi mali krizin ekonomik krize doğru evrilmeye başlaması emperyalist bunalım sürecini derinleştireceğini kısa süre içerisinde hep birlikte göreceğiz .

Sistem neden krize giriyor?: 

19. yy başında, yani makinelerin ortaya çıkmasından beri kapitalist yeniden üretimin gidişatı periyodik olarak iktisadi bunalımlar tarafından kesintiye uğratıldı. Kapitalist bunalımlar aşırı üretim bunalımlarıdır. Fazla meta üretildiğinden, metaların pazar bulamamasından ileri gelir. Kapitalist aşırı üretim bunalımları her şeyi kapsayan bir karaktere sahiptirler. Herhangi bir üretim dalında başlayarak hızla tüm iktisadı kapsar. Bunlar bir yada birkaç ülkede ortaya çıkarlar, ve tüm kapitalist dünyaya yayılırlar. Her bunalım üretimin güçlü bir şekilde kısıtlanmasına topatan ticaret fiyatlarının ve borsa kurlarının düşmesine iç ve dış ticaretin gerilemesine yol açar.  ABD ve bir dizi Avrupa ülkelerini kapsayan 1847 ve 1848 krizi ilk dünya bunalımıydı.

Buna karşın burjuva iktisatçıları “kapitalizmde bunalımların kaçınılmazlığını yadsır; Bunlar bunalımları kapitalist iktisat sisteminin ayakta kalması koşullarında güya ortadan kaldırılabilecek rastlantısal nedenlerin sonuçları olarak ilan ederler. Bunalımların son nedeni olarak üretim dalları arasındaki oranın rastlantısal olarak bozulması ya da ‚tüketim azlığı‘ (unterkonsumtion) gösterilir ve bunun ortadan kaldırılması için de aşırı silahlanma ve savaş gibi araçlar önerilir. Gerçekteyse kapitalizmde üretim oransızlığı ve ‚tüketim azlığı‘ bir rastlantı değil, tersine, burjuva düzeni  var olduğu sürece ortadan kaldırılamayacak kapitalist temel çelişkinin zorunlu tezahürleridir“

Bir krizin başlamasından diğerinin başlamasına kadar olan zaman kesitine devre denir. Devre dört aşamadan oluşur; Bunalım, durgunluk, canlanma ve kalkınma

Bunalım;  Bunalımı Karl Marx çok özlü olarak şöyle izah ediyor “Bunalımlar, var olan çelişkilerin sadece anlık, zora dayanan çözümüdür, bozulan dengeyi o an için yeniden kuran zora dayanan patlamalardır.“ Bunun anlamı; bu dönem açısından üretim kapasitesinin büyümesiyle ödeme gücü arasında bir gerilemenin ortaya çıkmasıdır. Bu aşamanın en belirgin özelliği, üretilen metaların pazar bulamaması, satış oranlarının düşmesi, metaların depolarda birikmesi, ard arda  gelen iflaslar, borsaların iflasları, artan işsizlik kapitalist bunalımın sonuçları olarak ortaya çıkar.

Durgunluk; Bu dönem bunalımın ardından gelen aşamadır. Metaların fiyatların aşırı düşmesi üretimdeki durgunluk, bu dönemin temel özelliği sanayi üretiminin düşmesi ve meta fiyatlarının göreceli düşüklüğüdür.

Canlanma; Durgunluk devrisinin atlatıldığı ve üretimim yavaş yavaş yükseldiği dönemdir. Fiyatlar yükselir, kar oranı artar ve kalkınma dönemi başlar.

Emperyalizmin genel bunalımı;  Bu aşamanın temel özelliği emperyalist sistemin çelişkilerinin artması, kapitalizmin genel bunalımının ön koşullarını oluşturdu. Buna bağlı olarak emperyalist sistemin kendi içindeki çelişkilerin artması, emperyalist güçlerin kendi aralarındaki savaşlar, kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadeleleri, sömürgelerdeki ulusal kurtuluş mücadeleleri emperyalizmi zayıflattı. Emperyalizmin genel  bunalımı  teorisini, Lenin hazırlayıp ortaya koydu “kapitalizmin genel bunalımı, tüm kapitalist dünya sisteminin, savaşlar ve devrimle, can çekişen kapitalizmle yükselen sosyalizm arasındaki mücadele tarafından belirlenen çok yönlü bunalımdır.

Kapitalizmin genel bunalımı, kapitalizmin tüm yönlerini, hem iktisadi hem de politikayı kapsar.“ Ve devamla “Kapitalizmin genel bunalımı, emperyalizm çağının bir bileşeni olan tüm bir tarihsel dönemi kapsar. Daha önceden de ortaya konduğu gibi, emperyalizm çağında kapitalist ülkelerin ekonomik gelişmesinin eşitsizliği yasası, sosyalist devrimin çeşitli ülkelerde çeşitli zamanlarda olgunlaşmasını beraberinde getirir.

Lenin kapitalizmin genel bunalımının eşzamanlı bir eylem değil, tersine uzun süren bir şiddetli ekonomik ve politik sarsılmalar dönemi, keskin bir sınıf mücadelesi dönemi, ‚kapitalizmin tüm çizgi boyunca çöküşü ve sosyalist toplumun ortaya çıkması‘ dönemi olduğuna işaret etti. Bu, iki sistemin, sosyalist ve kapitalist sistemin uzun bir süre yan yana var olmasının tarihsel kaçınılmazlığını belirler“

Emperyalizmin genel bunalımı Birinci Dünya Savaşı döneminde başladı ve özelliklede Sovyetler Birliğinin kapitalist sistemden kopması sonucu gelişti. Bu emperyalizmin genel bunalımın ilk aşamasıydı. 2. Dünya savaşı döneminde kapitalizmin genel bunalımının ikinci aşaması başladı ve özelliklede Avrupa ve Asya’da halk demokrasisi ülkelerinin kapitalist sistemden kopuşuyla ağırlaştı.

1920’lerden günümüze kriz yönetimleri:

Birinci Dünya savaşından önce bunalım genel olarak her 10-12 yılda bir ve ancak bazen her 8 yılda patlıyordu. İkinci dünya savaşı arasındaki dönemde; 1920’den 1938’e kadar yani 18 yıl içinde üç iktisadi bunalım kaydedildi. 1920’den 1921’e 1929’dan 1933’e 1937’den 1938’e 1929-1933 iktisadi bunalımı en derin aşırı üretim bunalımıydı. Kapitalizmin genel bunalımının etkisi kendisini burada gösterdi. Bu bunalım kapitalist dünyanın istisnasız bütün ülkelerini kapsadı. Bunun sonucu olarak bir takım ülkelerin diğerleri lehine manevra yapması mümkün olmadı. Tüm kapitalist dünyada sanayii üretimi %36 tek tek bazı ülkelerde ise daha da düştü. Dünya ticaret cirosu üçte bire indi. Sanayii işletmelerinin kronik bir biçimde kapasitesinin altında çalıştırılması ve kitlelerin aşırı yoksullaşması bunalımdan çıkış yolunu zorlaştırdı.

Böylelikle 1929-1933 yıllarındaki dünya iktisadi bunalımı ve 1937-1938 bunalımı, gerek kapitalist ülkeler içindeki, gerekse de bunlar arasındaki çelişkilerin özellikle şiddetli bir şekilde keskinleşmesine yol açtı. Emperyalist devletler bu çelişkilerden çıkış yolunu dünyanın yeniden paylaşılması için bir savaş hazırlamakta aradılar. 2. emperyalist savaş bu bunalımın ardından çıktı. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalist sistemin bunalımı bitmedi. Doğu Avrupa ve Çin’in emperyalist dünyadan kopmasıyla emperyalistlerin pazarları daraldı. 1950’lerin ortalarından başlayan canlanma 1970’lere doğru yeni bunalımları doğurdu.

Emperyalist sistem 2. emperyalist paylaşım savaşı sonrasında yıkılan ekonomiyi Keynes’in ileri sürdüğü ekonomik modelle aşmaya çalıştı.

Teori şuydu;

Emperyalizmin 29-33 yılları arasında yaşadığı kriz üzerine Keynes devletin ekonomiye müdahalelerini önermişti. Çünkü meta arzı talebin devamlı üstündeydi. Bunun nedenlerinden biri emekçilerin ücretlerinin düşük olmasıydı. Buda ihtiyaçlarını karşılamıyordu. Üretilen metalar tükenmeyince, kapitalistlere kar olarak dönmüyor, buda iflasları birlikte getiriyordu. 

Keynes 1929 bunalımından yola çıkarak, sistemin liberal politikaları bir yana bırakarak, devletin işe el koymasını önerdi. Politikası şunları içeriyordu; Kredi faizlerinin düşürülmesi ve tekellerin daha çok kredi alma imkanına kavuşması, tekellerin yanı sıra devletin de yatırımlara girmesi,vergilerden toplanan paraların tekellere verilmesi, kamu iktisat teşkilatları önerisi üzerinden hem devletin hem de tüketicilerin alım gücünün yükseltilmesi v.s….

Br ekonomi profesörü Keynes’in 1929’da önerdiği bu politika ancak 2. emperyalist paylaşım savaşı sonrasında uygulanabildi. Ve sistem tarihinin en ‚istikrarlı dönemini yaşadı“ Bu dönem boyunca sistem üretimde en yüksek seviyeye ulaştı. İstihdam artış göstermiş, ekonomide büyüme olmuştur. Sömürge ve yarı sömürgelere olan sermaye ihracı  bu dönemde daha çok gerçekleşmiş ve orantılı olarak sömürü daha da artmıştır. Neo-liberalizm yine o dönemlerde krizleri aşma ve sistemi onarma anlamında çeşitli önermeler getirmesine karşın keynesyen ekonomik-politik model savaşın yıkımlarıın yarattığı genel güvensizlik tablosu içinde hakim hale gelmişti.

Bu dönemin ayırt edici bir diğer olgusu da, emperyalist kapitalist ülkelerde, işçi sınıfı ‚lehine‘ sayılabilecek kısmi gelişmelerdir. Sosyal devlet olgusunun altında yatan gerçek, emperyalist sistemin karşısında güçlü bir sosyalist sistemin olmasıydı. Sosyalist ülkelerdeki refah ve demokratik haklar, emperyalist-kapitalist ülke insanlarının dikkatini çekiyor, kitlelerde bir sempati yaratıyordu.

Bunun kırılması ve geriletilmesi için emperyalist sistem, kendi lehine sosyal devlet teorisini geliştirmek zorunda kaldı. Bu politika 1980’lere kadar şu yada bu şekilde sürdü. 1974 sonrasında yaşanan mali, enerji ve aşırı üretim krizi emperyalistleri sistemi gözden geçirmeye ve yeni ekonomik-politik çıkışlar aramaya itti. İşe önce Keynes’in 2. Dünya savaşı sonrasında uygulanan ekonomik önermesinin neo-liberalistlerce mahkum edilmeyle başlandı. Friedmanncı ekonomik politikalar üstünlik kazandı. Bu sistemin önündeki en büyük tıkanma olarak keynesyen ekonomik politikalar görüldü. Çıkış yolu olarak da ’serbest ekonomik‘ modele geçilmesi yeniden önerildi,  bu sefer de tersinden devletin ekonomiden elini çekmesi krizden çıkışın tek alternatifi olarak savunuldu.

Bu yeniden yapılandırmada serbest piyasa ekonomisi önünde en ufak bir sınırlamanın, kural ve yasanın olmaması, devletin üretime, pazara, satışa ve hiçbir şeye karışmaması, her çeşit sağlık,eğitim, ulaşım, kültürel sosyal kurumların, imkan-olanak ve kaynakların bir bütün olarak tekellere devredilmesini içeriyordu.  Neo- liberalizmin bu politikası 1990’lara doğru  iyece şekillenmeye başladı.

1990’da Rus sosyal Emperyalizmi’nin klasik kapitalizme dönmesiyle birlikte Kafkaslar da büyük bir pazar ortaya çıktı. Buna Doğu Avrupa da eklendiğinde, emperyalist sistemin iştahı iyice kabardı. Krizden çıkış yolu bu pazarlara girmede arandı. Nihayet ortaya yeni dünya düzeni politikası atıldı. Bunun anlamı, ortaya çıkan bu pazarların yeniden paylaşılması, neo-liberal politika  ardından gelen küreselleşmeyle sistem krizini biraz daha uzatmak istiyordu. Bu dönemin en önemli argümanlarından biride ideolojilerin bittiği safsatasıydı, emperyalist saldırının esası ideolojik olduğu halde, ideolojilerin bittiği safsatasını ileri sürmeleriydi.

Bu dönemin uygulamalarını kısaca şöyle özetleyebiliriz; Sosyal hakların gaspı, kamu giderlerinin kısıtlanması, devletin küçültülmesi, ekonomiden elini çekmesi, özelleştirme politikası, sanayilerin ithal ikameci biçimde yarı-sömürgelere kaydırılması. Keza yarı-sömürgelerde ise özelleştirmelere hız verilmesi, dışa ve ihracata dayalı yönelik büyüme, sermayenin serbest girişi önündeki engellerin kaldırılması, borç ödemlerinin garanti altına alınması. Bu gelişmelerle en çok tartışılan ve hatta kendisine sosyal demokrat, sol diyen bir çok çevre tarafından dahi bir kurtarıcı olarak görülen küreselleşme teorisiydi. Ancak küreselleşmenin kapitalizmin yapısal krizinin açığa çıkmış hali ve kriz yönetme politikası olduğu bir türlü kavranamıyordu..

Bu dönem açısından bir vurguda şuna yapılması gerekir, 1990 larla birlikte sermayenin Spekülatif kazançla elde ettiği karlardır. Yani sıcak para olarak adlandırılan sermayenin dünyayı borsalar vasıtasıyla dolaşması, hisse senedi ve kıymetli kağıtların alınması yoluyla elde edilen paradır. Yatırımdan uzak bu sükülatif girişimler beraberinde büyük iflasları da getirmiştir.

Neo-liberal politikalarla birlikte ileri sürülen tarihin sonu tezi, 1997 yılında Asya’da patlak veren krizle birlikte iflas etmeye başlamıştı. Aynı zamanda bugün tekrarlanan Neo-liberal politikanın  iflasının ön habercisiydi bu durum. 2001 Yılına gelindiğinde yaşanan yeni krizle birlikte, emperyalistlerin ve özellikle ABD emperyalizminin imdadına 11 Eylül saldırısı yetişti. Bu saldırıyla birlikte mağdur rolü oynayan ABD ve müttefikleri, bu saldırıyı da kullanarak krizden çıkış yolu olarak saldırganlığı esas aldılar, bunun uygulaması olarak da; zayıf olan pazarlara girme,  enerji kaynaklarını ele geçirme ve dünya’da tek başına söz sahibi olmak istemesiydi. Bunun içinde Afganistan işgali uygulanmak istenen politikanın stardı idi. Ardından Irak işgali ve diğer projeler gecikmeden geldi.

Bu dönem açısından vurgulanması gereken bir diğer önemli noktada şudur; Son yıllarda ekonomiye temel bir uyarcı olarak askeri alana yapılan yatırımların gelmesidir. ABD savunma Bakanlığı 2008 mali yılı için planladığı harcamalar diğer tüm ulusların askeri bütçelerinin toplamından büyüktür. Resmi Savunma bütçesinin bir parçasını oluşturmayan Afganistan ve Irak savaşlarına harcanacak olan ek bütçenin Kendisi de Rusya ve Çin’in askeri bütçesinden büyüktür. 2008 yılı mali yılına yönelik savunmayla ilgili harcamalar tarihte ilk kez bir trilyon doları aşmıştır. 1990’ların ortasından itibaren ikiye katlanmış ve 2. paylaşım savaşından sonraki en büyük bütçeyi oluşturmuştur.

ABD’de ki kriz diğer ülkeleri hatta kıtaları neden etkilemektedir?

Önce şu;  Marks kapitalizmi incelediği dönemde bir dünya pazarının oluşmasından söz ederken sanki bugünleri görmüş gibiydi. Engelsin daha da geliştirdiği bir tezle bahsi ettiği bir dünya piyasasının oluşması olgusu bugün gerçekleşmiş bulunuyor. Dünyada hiçbir kapitalist tekel  sadece kendi içine kapalı bir şekilde yaşaması mümkün değildir. Marks; ‚‚iç pazarın dış pazara, koloni pazarına ve dünya pazarına doğru genişlemesi“ analizi bugün açısından emperyalist sistemin temel bir olgusu halini almıştır. Bugün herhangi emperyalist bir ülkede çıkan krizin neden çok kısa bir sürede diğer ülkeleri etkilediğini anlamak açısından tekellerin bir zincirin halkaları gibi birbirlerine bağlı olarak varolmaları  sonucudur.

Bu kısa belirlemeden sonra ABD’deki krizin neden dünya krizine dönüştüğünü daha rahat anlayabiliriz; Sonra şu; ABD, 2. emperyalist savaşından en karlı çıkan emperyalist ülke oldu. Savaş sonrası harabeye dönen dünyanın yeniden inşası ve ülkelerin kalkınması için elindeki biriken sermayeyi dünyaya hakim olmak için kullandı. Yaptığı sermaye ihracı ve Marşall yardımları adı altında yaptığı yardımlarla ülkelere kendi hakimiyetini kabul ettirdi. ABD, 60 yıldır bu emperyalist sistemin liderliğini oynamaya devam ediyor. Askeri üsleri, işgaller ve ekonomik yatırımları vasıtasıyla dünyanın önemli bir bölümünün kontrolünü elinde bulunduran ABD’de baş gösteren krizin diğer ülkeleri etkilemelerinin nedeni bu kontrolden ileri gelmektedir.

Dünya ticaretinin önemli sayılacak derecede ABD doları üzerinden yapılması, Dünya ticaretinin % 15’ni, Altın rezervlerinin %31’ni, silah satışının %43’nü, dünya ortalamasında yer alan 500 şirketin 169’nun ADB patentli olması, uzay, ve teknolojinin ABD denetiminde olması, enerji kaynaklarının önemli bir bölümünün ABD denetiminde olması  ABD’de yaşanan kriz otomatikman diğer ülkeleri de etkilemektedir.     

2008 krizini yönetme politikaları olarak; tekelleri kurtarma operasyonları ve işçi sınıfına ve halka yansıması:

ABD’de yaşanan krizle birlikte emperyalist sistem çöküşün daha fazla kendilerini etkilememesi, ayaklanma ve toplumsal muhalefetin daha fazla yükselmemesi için krizi hep birlikte yönetmeye giriştiler.

Dünya ve Avrupa çapında sanayi üretimde % ‚de 40’lara varan bir düşüş, tüketim pazarlarında %‘ 30’ları aşan bir çekingenlik, fiskal politikalarda biriken devasa borç yükü ve merkez bankalarının faiz politikalarda 0’lara varan bir faiz oranı, merkez ekonomilerde kriz öncesi artı 3-5 rakkamlı büyümelerden eksi 3-5’lere varan gerilemeler her gün basında işlenmektedir.

Tekeller kar oranlarını yeniden artırmak ve krizin faturasını emekçilere yüklemek adına milyonlarca işçinin işine yeniden son verecekler. ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) dünya çapında  resmi olarak 190 milyon işsiz olduğunu açıkladı ve krizin 2010 sonuna kadar en az 20 milyon insanı işinden edeceği bildirildi. Gayrı-resmi işsizlik rakamları veya kaçak üretim, kayıt dışı üretim göz önüne alınırsa bunun en az iki katı insan işinden olacaktır. Sadece General Motors 17 Şubat 2009 tarihinde ABD’de 21.000, Amerika dışında 26.000 olmak üzere, dünya çapında toplam 47.000 işçinin işine son vereceğini açıkladı. Bu durum, sadece bir tekelin işçileri krizden sorumlu tutma bilançosuna bir örnektir. Diğer çok uluslu tekkeller de aynı politikalarla işçileri kapı dışarı ederek krizin sorumluluğunu emekçi kitlelere yüklemektedirler.

Ekonomi devleri sayılan ABD, AB Ülkeleri, Japonya, Çin, Rusya ve Hindistan konjönktürel kurtarma paketleri, kamulaştırma, faiz indirimi, tekeller için vergi muafiyeti gibi politikalarla krizi aşmaya ve sistemlerini yeniden yapılandırmaya yelteniyorlar.

Her kriz sonrası değişmeyen sermaye kendi bunalımlarını aşma adına ‚yeniden yapılanma‘ ‚yeniden paylaşım‘ veya ‚genişletilmiş yeniden üretim‘ modelleri yoluyla iktisat üzerinde politik müdahalelerde bulunur. Kabul etmek gerekir ki, kapitalizm kriz içinde ve krizle birlikte yaşama adına önemli yetiler sahibi bir sistemdir. Kendi yapısal ve devresel krizlerini aşmak uğruna bir dizi ‚çözümler‘ üretebilmiş bir sistemdir. Aksi takdirde budenli uzun ömürlü olması açıklanamaz.

Gelecek dönemler açısından pekala söylenebilinirki; patlak veren mali kriz ve başlangıç aşamasındaki küresel ekonomik kriz emperyalistler arası çelişkileri, emperyalizm ve ezilen dünya halkları arasındaki çelişkileri ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çalişkileri dünya çapında keskinleştirecektir.

Bütün çelişkiler içinde emperyalizm ve ezilen dünya halkları arasındaki çelişki daha fazla kızışacak gibi görünmektedir. Emperyalist kapitalizmin sistemsel çürüme eğilimi derinleşecek ve sömürülen işçi sınıfı ve ezilen dünya halkları nezdinde başka bir sistem istemi dah fazla büyüyecektir. Mali ve ekonomik kriz emperyalist talan politikalarını geriletmeyecek tam tersine artıracaktır. Bileşerek veya ayrışarak her iki durumda da burjuva egemen devletler saldırganlıklarından vazgeçmeyeceklerdir. Bu durum son dönemler yapılan G20, Davos, AB görüşmeleri gibi bütün zirvelerin  sonuçlarından belli olmaktadır.

Aynı zamanda, kapitalizme özgü ortalama kar oranlarındaki düşme eğilimine bağlı olarak, sermaye baronları üretimdeki açıklarını kapatmak adına,  üretimden kopuk spekülatif alanlara, para sermaye yatırımları üzerinden değer elde etmek için borsalara yönelmektedirler. Borsalarda ‚vahşi kapitalizmi‘ temsilen bulunan hedgefon-heçfon şirketleri ve büyük tekeller üzerinden trilyonlar elde edilmektedir.

Bu heçfonlar hiç bir metropol ülkede vergi vermeyen paraziter, kupon kesici şirketlerdir. Çayman adaları, Hong Kong, Lichtenstein, Fildişi adaları gibi yerler sadece adreslerinin bulunduğu şirket merkezleridir. Bu merkezlerde de sözde yatırım yaptıkları için vergiden muaftırlar. Bunlar, borsa değerleri düşerken hisse senedi, değerli sertifika ve kağıtları satın alma, yükselirken satarak azami kar sağlama sistemiyle işleyen spekülatif sermaye şirketleridir. Bir gecede ülkeleri batıran devlet bürokrsasisi içinde ahtapot gibi kolları bulunan şirketlerdir. Meksika, Rusya, Brezilya, Arjantin, Türkiye krizlerinde bunlar aslan payını götüren ve krizden karlı çıkan şirketlerdi. 15 kasım 2008’deki G 20 zirvesi sadece bunların dizginlenmesi kararı dışında bir ortak politika çıkarılamamıştır.

Emperyalist Yeniden yapılandırma’da olasılıklar;

Şu anda her ülke kendi yangınını söndürme eğilimi göstermektedir. Her devlet ilk önce kendi ekonomisini kurtatma peşindedir. Emperyalist devletler, bir kaç zorunlu noktada ortak refleks gösterseler dahi, esasta krizin aşılması noktasında çok farklı çözümler üretme eğilimindedirler. Proteksiyonizm (kendini korumacılık) eğilimi yeniden güçlenmekte her ülke kendi pazarlarını ve enerji sevkiyatını garantileme politikası gütmektedir.

Krizleri aşma adına merkez bankalarının faiz oranlarını neredeyse sıfıra indirmelerine bağlı olarak yakın gelecekte merkez ekonomilerde ciddi bir deflasyon yaşanacaktır. (deflasyon: enflasyonun tersi, piyasadaki az bulunan paranın değerinin artması, genel fiyat düzeyleri düşerken ulusal gelirin, üretimin ve istihdamın da düşmesidir). Borç kredi ve faiz sarmalındaki dengesizlikler reel ekonomiye 2009 içinde çok belirgin biçimde yansıyacak ve sermaye birikimindeki tıkanmalar ile aşırı üretim arasındaki çelişkiyide büyütecektir.

Her şeye rağmen uluslararası mali işlemlerdeki ‚dengesizlikleri‘ denetleyecek ve bir merkezden yönlendirebilecek bir kurumsallaşmanın ortak bir konsensüs olarak yaratılması pekala olası gözükmektedir ve bazılarınca şimdiden talep edilmektedir. Örneğin IMF, DTÖ, DB gibi kurumlara benzer finans alanını düzenleyen bir uluslararası kurum daha eklenebilinir.

Ayrıca borsalarda karşılığı riskli olan veya değerleri azaldığı için satış imkanları bulamayan değerli kağıtlar, hisseler, sertifikalar, senetler büyük bir olasılıkla ‚Bad Bank‘  ‚Kötü Banka‘ anlamına gelen bir sistemle idare edilmek istenmektedir. Burada amaç ‚ikinci el‘ spekületif değerlerin satıldığı yeni bir banka sistemi yaratmaktır. Yani ikinci el bankalar doğacak. Bu bankalar risikolu şeyleri alacak ve satacaktır. Satım işlemleri sonrasında bir kısmını kendi alacak diğer bir kısmınıda kredileri ve borsa sertifikalarını aldığı şirkete geri verecektir.

Bu sayede bir bütün değersizleşmenin önü nispeten kesilmiş olacak ve risikolu krediler, senetler, bonolar, sertifikalar birer dışkı olarak sistem içinde başka yoldan yeniden eritilecektir. Fakat yatırımcılar tabiki ‚hapı yutacaklar‘ ve onların zararları başkalarının kasasına kar olarak nüksedecektir.. Çünkü; kapitalizm ‚karları özelleştiren, zararları kamulaştıran‘ bir toplumsal haksızlıklar sistemdir.

Emperyalist devletler arası çelişkiler ve iktisadi çıkarlar temelli politik-diplomatik krizler artacaktır. Nitekim İzlanda ve İngiltere hükümetleri arasında anti-terör yasaları kapsamına yaslandırılan bir kapışma söz konusudur. Bu çok ilginç bir gelişmedir ve gelecekteki kapışmalara örnek teşkil etmektedir. Krizden enfazla zarar gören ve iç dinamikleri fazla olmayan ülkelerin başında İzlanda, Macaristan, Letonya, Litvanya, Pakistan, Danimarka gelmektedir.

Baltık ülkeleri, İskandinav ülkeleri, AB ülkeleri, Balkan ve Doğu Avrupa ülkeleri krizden nasibini giderayak daha fazla almakta ve ülkeler arası ekonomik ve ticari ilişkilerde de bir güvensizlik, zıtlaşma, karşılıklı diplomatik uyarı veya tehditler basına yansımaktadır.

Avrupa ülkelerinde proleterya ile burjuvazi arasındaki çelişkisi kızışma eğilimindedir:

İktisadi çöküntü, ücretlerin ve alım gücünün  hızla düşmesi, demokratik ve sosyal hakların sistemli demontajı, kredi üzerine yükselen bir özel refah sisteminin çürüklüğünün anlaşılması, Tekellerin, menejerlerinin fahiş kazançları ve karları, bütçeden halka ayıracak paranın olmadığının söylendiği ve devletlerin emekçilere bir kaç cent dahi ayırma konusundaki tutuculuğunun genel politika olduğu bir ortamda, bir anda sermaye baronlarına trilyonların bahşedilmesi mümkün olabiliyor.

Kitlesel işsizliğin yeniden artması, politikacıların yolsuzluk sakanlarına karışmalarının daha fazla basına yansıması, ekonomilerin kötü yönetilmesi işçi ve emekçilerin sistemi daha fazla sorgulamasını tetiklemiş ve halkta sisteme karşı ciddi bir güvensizlik yaratmıştır. Bu güvensizlik her geçen gün büyümektedir. Bu gelişme yeni bir dünya istemiyle yola çıkanlar açısından elbette olumludur. Bu durumu ajitasyon ve propaganda, örgütlenme ve genişleme çalışmalarımızda, uluslararası ilişkilerde bir olanak olarak iyi değerlendirmek gerekir.

Emekçiler cephesine yönelik doğru önermeler ve yönlendirmeler olabilirse işçiler ve ücretli bütün emekçiler sınıf bilinci ve sınıf mücadelesi noktasında daha atak davranabileceklerdir. Sınıf bilincine yeterince erişmemiş işçilerin ve halkın hem kendi dolaysız deneyimlerinden hem de sosyalistlerin üzerinden el ettikleri dolaylı deneyimlerden öğrenebilme ihtimali artmaktadır.

Nitekim, Fransa’daki kısa süreli genel grev, Avrupa ülkelerinde sürdürülen Toplu İş Sözleşmeleri (TİS) sürecindeki uyarı grevleri, işten çıkarma politikalarına karşı ani gelişen işçi protestoları ve mitingler, Yunanistan’daki gençlik direnişi, Rusya’da hükümetin kriz politikalarına karşı başlatılan kitlesel gösteriler, Roma’da 700.000 üzerinde insanın katıldığı görkemli yürüyüş ve Fransa emekçilerinin genel grevi,  İngiltere’de artan işçi grevleri ve emperyalist saldırganlıklara karşı yüzbinlerin sokaklara dökülmesi, Almanya’da işçilerin, memurların ve öğrencilerin kitlesel yürüyüşleri, savaş ve nato karşıtlarının aktif mücadelesi önemli gelişmelerdir. İspanya, İskandinav ülkeleri, Baltık ülkeleri, Balkan ülkeleri ve Türkiye gibi bir dizi ülkelerde krize karşı işçilerin ve halkın verdiği kitlesel tepkiler bütün bunlar nicelik anlamında iyi şeylerin habercisidir.

İşçilerin tepkilerinin sağcı ve sarı sendikalar tarafından yönlendirildiği ve bu sendikalarında işçi sınıfının gerçek çıkarlarını yansıtmayan bir anlayışla idare edildiği gerçeğini gözardı etmemek gerekir. Bütün iyimserlikler içinde gerçekler gözardı edilmeden değerlendirmeler yapılmalıdır. Ancak sendika yönetimleri ne kadar  işbirlikçi olsalarda sonuçta belirleyici olan işçi sınıfının biriken  kini ve öfkesidir. Biriken sınıfsal öfke doğru kanallara akıtılarak nitel bir gelişme elde etmedikçe sendikal mücadelenin önünde en büyük engel olan işbirlikçi kesimler koltuklarını korumaya, davayı satmaya devam edeceklerdir.

Göçmen demokratik kitle örgütleri, Avrupa işçi sınıfının ilerici, devrimci örgütleri ve sendikalarıyla ve buralardaki devrimci aktivistlerle daha fazla ilişki ve dayanışma içinde olmalıdırlar. Yüzümüzü buradaki sınıf mücadelesine ve sorunlarına daha fazla çevirmeli buradaki deneyimlerden öğrenebilmeli veya onlara öğretebilmek için yeni ilişki yöntemleri, modelleri geliştirmeliyiz. Uluslararası çalışmayı daha fazla gündemimize almalı ve bu alanda uzmanlaşarak kurumlaşmalıyız.

Krizin göçmen emekçilere, göçmen kökenli AB vanatdaşlarına ve mültecilere yansıması:

Her krizin faturası genel olarak işçilere, ücret bağımlısı emekçilere ve halka çıkarılmaktdır. Ve bu katmanlar içinde de en katmerli sömürüye maruz kalan göçmenlere, göçmen emekçilere kesilmektedir faturaların en yüklüsü. Hal böyle olunca, yükün en ağır olanları omuzlara binince sosyal sorunlar artmakta ve adeta içinden çıkılmaz bir  hal almaktadır.

Zaten sistemin niteliklerinden ve gerici özünden kaynaklı olarak sürekli gündemde tutulan ırkçılık ve faşizmin sürekli ciddi toplumsal tahribatlar yaratmaktadır. Bu tahribatlar, göçmenler ve yerli halkların yaşadıkları aynı eksendeki ortak sorunlarlar etrafında birleşmeyi dahi zolaştırmaktadır.  Irkçılığın ve ayrımcılığın kol gezdiği ortamlarda politik meseleler daha farklı bir çehre kazanmaktadır. Bu nedenle Avrupa’da hem emekçi sınıflarla ve halkla birleşmek, hemde sınıf ve halk içindeki gericiliğin etkilerini kırmak göreviyle karşı karşıya kalmaktayız. Almanya’daki Anti-Fa’lar içinde ‚Anti-Deutschen‘ diye bir akımın giderek güçlenmesi ve Arap halklarına karşı İsrail, ABD ve AB’nin insanlık dığı saldırgan politikalarına onay vermeleri, fanatikçe bir tutum sergilemeleri bunun bir ürünüdür.

Göçmenlerin işsizlik, sosyal adaletsizlik ve güvencesizlik, eğitimsizlik sorunları politik ve hukuksal adaletsizlik sorunlarıyla birleşince faturalar ağırlaşmaya başlıyor. Bu faturaların içinden çıkamayan yüzbinlerce göçmen çözümü kendi içine kapanma, gericileşme, kendi kendini toplumdan yalıtma, kendini koruma adına göçmen millliyetçliğine yönelmede buluyor. Hal böyle olunca egemenlere yeniden saldırı olanakları açılmış oluyor. Egemen medya ve politik partiler göçmenleri özelllikle de Türkiyeli göçmenleri uyum sağlamamakla, uyum sorununda tutucu davranmakla eleştiriyorlar.

Halbuki, hangi ülkede olursa olsun burjuva uyum yasalarının hiç biri gerçek anlamda demokratik değildir. Tek yanlıdır. Sermayenin çıkarlarını merkeze alarak tasarlanmıştır. Sermayenin çıkarları ve güvencesi merkeze alınarak tasarlanan yasalar, sermayeden olmayanların çıkarlarını doğal olarak yansıtmayacaktır. Bu nedenle AB ve bu birliğin üyelerinin resmi göç ve göçmenlik yasaları, politikaları modern kölelik yasalarıdır. Modern köleliğin meşru kılınmasına hizmet eden gerici yasalardır. Göçmen emekçilerin ve göçmen kökenli vatandaşların sosyal refah pramitinin en altında kalmalarının temel nedeni işte budur.

Uluslararası büyük sermayenin dizginsiz ve engelsiz sömürü eğilimini neo-liberalizm üzerinden tasarlamaya başladığından beri göçmen karşıtı yasalar, uygulamalar, politikalar, saldırganlıklar ve hatta katliamlarda çok ciddi artışlar söz konusudur. Çok somut olarak 74 krizi öncesi ve 74 krizi sonrası göçmenlik meselesinin uluslararası önemi ve durumu kıyaslandığında arada çok ciddi farklar ve burjuva politik yaklaşımlarda ciddi bir gericileşme trendi açıkça görülecektir. Bu farklılıklar göçmenler alehine egemenlerin lehine olan durumları süreklileştirmektedir.

Göçmenlerin eşit, demokratik, katılımcı hakları gözardı edilerek onları sadece ödev ve sorumlulkları penceresinden topluma uyum sağlamaya yönelten bütün resmi ideoloji ve göç politikalarının özü gericidir. Avrupa ülkelerinde sosyal demokratlar, sağcı hristiyan demokratlar, liberaller ve hatta artık yeşiller gibi geleneksel partilerin politikaları bu eksen üzerinden örülmektedir. Yani söylenmektedir ki; ‚göçmenler siz ödevlerinizi yapın, haklarınızı unutun‚. Bu yaklaşım ırkçı, dıştalayıcı, ötekileştiricidir. Bu yaklaşım son tahlilde faşizme tekabül eden veya ondan bir bütün kurtulamayan şöven bir anlayışın ürünüdür. 

Göçmenlerin ekonomik durumlarının sistemli ilerletilmesi, sosyal refah ve güvencelerinin yükseltilmesi, politik haklarının verilmesi, genişletilmesi (seçme ve seçilme hakkı, serbest örgütlenme hakkı), eğitimdeki açıklarının kapatılması, saygın ve insani bir ortamda emekliliklerini yaşama imkanlarının yaratılması, kültürel haklarının korunması ve geliştirilmesi, genç ve kadın göçmenlerin eşitsizliklerinin giderilmesi, göçmen çocuklar lehine fırsat eşitliğinin garanti altına alınması sağlanmadan demokratik uyumdan ve gerçek entegrasyon politikalardan bahsetmek olanaksızdır. Bu nedenle burjuva entegrasyon politikaları özü itibarıyla gericidir ve çıkmaz sokak politikasıdır. Bir kandırmaca ve yanıltmacadan ibarettir.

Kriz dönemlerinde göçmenlere kesilen fatruralarının ağırlığının yanında bir de onların kendi eksikleri, yanlışları veya ödevleri üzerinden sürdürülen tek yanlı tartışmalar toplumda karşıtlıklar ve zıtlıklar yaratmak ve suni duvarlar örmek amaçlı yapılmaktdır. Burjuva asimilasyon politikaları entegrasyonun en temel ekseni olarak biçimlendirilmektedir.

Bu nedenle kriz dönemlerinde devrimciler, ilericiler, gerçek demokratlar bu ırkçı ve ötekileştirici burjuva göç politikalarına karşı daha fazla uyanık olmalı geniş emekçi kitleleri bilinçlendirmelidirler. Milliyetçiliğin, şövenizmin ve ırkçılığın kol gezdiği ortamlarda sözde demokrasi yerine halk için işlev gören gerçek demokrasi anlayışını savunmak tarihsel sorumluluklarımız arasındadır. 

Kriz dönemlerinde dünya işçi sınıfın birliği ve halkların kardeşliği ilkesi daha fazla savunulmalıdır. Göçmenler ve yerli halklar arasındaki toplumsal ilişkilerde ayrıştıran değil birleştiren, ötekileştiren değil benzeştiren, parçalayan değil bütünleştiren, farklılaştıran değil aynılaştıran bir göç ve uyum politikası pekala bizim savunacağımız politikalardır. Ancak Avrupa ülkelerindeki egemen ve resmi ideoloji göçmenleri gettolar tarzındaki açık hapishanerde, ayrı ortamlarda tutma eğilimindedir ve bu eğilim her geçen gün daha fazla gericileşerek sistem içinde güç kazanmaktadır.

Dökümansız kaçak göçmenlerin sorunları:

Burjuva egemen göç ve göçmenlik politikalarından en fazla olumsuz nasibini alanlar sayıları artık onmilyonları bulan kaçak göçmenlerdir. Hiç bir sosyal hizmet güvencesi bulunmayan, sağlık hizmeti dahi alamayan ve her an yakalanma korkusu içinde yaşayan milyonlarca insan vardır. Sadece Fransa’da geçen yıl 30 bin insan sınırdığı edilmiştir ve bunların yüzde sekseni kaçak durumunda olanlardır.

Dünya çapında bunların sayısı 40 milyon olarak hesaplanmaktdır. Avrupada 12-15 milyon arası kağıtsız-dökümansız kaçak göçmen olduğu tahmin edilmektedir. ABD’de bu rakkam 12 milyondur. Kaçak göçmenlerin içinde en kötü durumda olanlar ise yine kadınlar ve çocuklardır. Bu çocuklar normal bir eğitimden, düzenli beslenmeden ve sağlıklı ortamlarda büyümek ayrıcalığından yoksundurlar. Kaçak yaşayıpta iş bulabilen varsa o zaten tam bir modern köledir. Patron ne derse ne verirse razı olmalıdır. Bir dizi iş kolu ve üretim sektörü bu durumdaki insanlar sayesinde milyarlar kazanmaktadır.

Yine politik mültecilerin ve ilticacıların durumuna bakıldığında olumlu bir gelişmeden bahsetmek mümkün değildir. AB kalesine girmenin nederedeyse imkansızlaştığı günümüzde  mülteci akımı çıkarılan yeni yasalarla büyük oranda geriletilmiştir. Günümüz koşullarında mülteci kamplarının durumu, bu kamplardaki mültecilerin yaşam koşulları, sosyal yaşamdan dıştalanmışlıkları, sınırdışı cezaevlerindeki insanlık dışı muameleler ve güvenlik birimlerince işlenen suçlar, polis karakollarında herhangi bir nedenden dolayı mültecilerin maruz kaldıkları işkenceler ve hakaretler Avupa ülkelerinin hepsinde görülmektedir.

Özellikle kaçak olarak yakalanmış veya sınırdışı edilme kararlarına bağlı olarak yakalanmış mültecilerin tutulduğu cezaevleri tam bir işkence merkezleri durumundadır. Bir çok mülteciyi iade etme veya sürme işlemi esnasında mülteciler polisin orantısız şiddetine maruz kalarak hayatlarını kaybetmişlerdir. Bu hapishanelerde her yıl  bir kaç kez isyanlar çıkmaktadır. Toplumun duyarlı bazı kesimleri bu meseleye sürekli dikkat çeksede bu sorun hala bir çok Avrupa ülkesinde devam etmektedir.

Göçmen örgütlenmelerine yönelik baskılar:

Birçok Avrupa ülkesinde aralarında ATİF’inde yer aldığı demokratik göçmen örgütlerinde çalışan devrimcilere karşı devlet ve hükümet politikası olarak baskı ve saldırganlıklar geliştirilmektedir. Almanya’da ATİF, Anadolu Federasyonu, YEK-KOM gibi örgütlere yapılan operasyonlar çerçevesinde soruşturma, tutuklama ve yargılama girişimleri son yıllarda artmaktadır. Almanya, Fransa, İtalya, Belçika bu iç saldırganlık politikalarında başı çeken üklelerdir.

Burada amaç demokrat ilerici göçmen örgütlenmelerini asılsız suçlamalar ve göstermelik dayanaksız yargılamalarla köşeye sıkıştırmak, gericileşen burjuva yasaların gerekliliğine kamuoyu inandırmak ve bu gerici yasal uygulamaları meşru kılmak için örnekler yaratmaktır.

Avrupa çapında onlarca yerli ve göçmen örgütten yüzlerce insan şimdilerde yargılanmaktadırlar. Bir çok devrimci politik yargılamalar sonucu izolasyon hücrelerindedirler. Hücrelerde yaşamsal tehlike boyutunda sağlık sorunları olanlara TC devletinin muamelelerinin aynısı yapılmaktdır. Durum böyle olunca, AB ülkelerinde dış politikalarda olduğu gibi iç politikalarda da geliştirilen militarizme ve devlet politikalarında faşizanlık yandaşlarının güçlenmesine bağlı olarak ilerici, devrimci, sosyalist yerli ve göçmen örgütlerine yönelik baskılar, provakasyonlar artmaktadır. Asıl amaç içte ve dışta sınıf mücadelesini, anti-emperyalist kurtuluş mücadelelerini gelişmeden boğmaktır.

Kriz sonrası bir çok ülkede sosyal ve taoplumsal isyan durumunda neler yapılmalı tartışmaları yapılmakta  ve kararlar alınmaktdır. ABD’de Bush’un gizli olağanüstü hal planı basına yansımıştı. Almanya’da Anayasanın 89. maddesinin değiştirilmesi tasarımı, Almanya ve Fransa arasında ve sınırda konuşlandırılacak çevik kuvvet tarzında ve 5.000 kişilik özel bir ortak polis biriminin kurulması kararı, sol örgütlere yönelik operasyonların son üç yılda çok ciddi artış göstermesi gelişmelerin yönünü göstermektedir.

Bu baskılara karşı uluslararası ortak kampanyalar yürütülmeli ve güçler birleştirilerek ortak kitlesel tepkiler verilmelidir. DEKÖP-A’nın kampanyası her herde büyütülmeli ve uluslarası bir neitelik kazanmalıdır. Herkesin kendi sorunuyla baş başa kaldığı ve onunla oyalandığı bir ortam zaten egemenlerin istediği bir ortamdır. Anti-terör yasaları burjuva devlet terörüne meşruluk kazandırma yasalarıdır. Baskı yasaları, sermayenin egemenliği ve güvenliğini koruma yasalarıdır.  Sermayenin güvenliği halkın güvencesizliğidir. 

 

Dünya halkları  bu kargaşadan öncede sömürülüyordu ve bunun sonucu olarak yoksullaşıyordu ama bundan sonra bu yoksulluklar daha çok ağır yaşanacaktır.   Yoksulluk ve gelir eşitsizlikleri son on yılda daha çok artmıştır.  Tahmini yoksulluk sınırı olan günlük 2 dolar gelirin altında yaşayan yoksulların sayısı 1980 den bu yana % 50 arttı ve bugün 6.4 milyar olan dünya nüfusunun 3 milyarı yoksulluk altında yaşıyor. Yaklaşık 800 milyon insan işsiz veya geçimini sağlamak için ekstra gelire ihtiyaç duyuyor. 1 milyar insan her gün aç ve 2 milyar insan temiz içme suyuna sahip değildir. Ve ekonomide varolan bu günkü kargaşa gelecek yıllarda sefalatin daha hızlı bir şekilde artacağını göstermektedir.

Yarı-sömürge ülkelerin ekonomileri şimdiden ihracat rakamlarının azalması, ürün fiyatlarının düşmesi, spekülatif para çıkışı ve para piyasalarının kurumasıyla karşı karşıyalardır. Bu gün göçmenlerin geldikleri ülkelere gönderdiği dövizler bile risk altında görülmektedir. Büyüme rakamları yavaşlamakta, üretimin düşürülmesi ve kitlesel işten çıkarmalar gündeme gelmektedir. Yüzmilyonlarca kişi artan işssizliğe, azalan gelirlere ve kötüleşen refah koşullarına karşı sıkı bir mücadele yürütmekle karşı karşıyadır. Zaten uzun zamandır neoliberalizmin yıkıcı etkilerinden büyük zararlar gören halklar şimdi ekonomideki bu hızlı bozulmanın kötü etkileriyle daha fazla sömürülmekte ve ezilmektedir. 

Neoliberalizm yerli tarımı ve endüstrileri çökertti ve ekonomik olarak geri kalmaya mahkum edilmiş ülkelerde yüz milyonlarca işçi ve köylünün daha da yoksullaşmasına neden oldu. Dünya çapında, çiftçiler ve tarım işçileri geçim kaynaklarını yitirip yerlerinden göç ettirilirken, fabrika işçileri de sokaklara, yoksulluğa atılmaktalar.

Kriz karşısında taleplerimiz ve istemlerimiz:

Krizin faturası tekelci sermaye baronları ödemelidir. Faturanın işçilere, emekçilere halka kesilmesine karşı çıkılmalıdır. Bir işçinin bile işten atılması kabul edilmemelidir. Taşeron firmaların kapatılması, 6 saatlik tam ücret karşılığı iş günü, 10 Avroluk asgari ücret gibi önceki taleplerimiz sürdürülmelidir. DTÖ, DB, IMF, NATO gibi gerici kurumların dağıtılması talep edilmelidir. Yerli ve göçmen işçilerin üretim alanlarında ve sokaklarda el ele omuz omuza birleşik mücadele içinde yer almalarının propagandası yapılmalıdır. 

Politik Önermeler:

  • 1. İşçi sınıfı ve tüm gelişmesi engellenen ülkelerin halkları için dezavantaj olan neo-liberal çokuluslu, bölgesel ve iki taraflı serbest ticaret anlaşmaları durdurulmalı ve iptal edilmelidir. Ekonomik bağımsızlığı, kendi başına büyümeyi ve halkın refahının her şeyin üstünde olması talebini tanıyan uluslaralarası ticaret ve adil bir yatırım rejimi inşa edilmelidir. Ülkelerin iç ekonomileri emperyalist sömürüden kurtarılmalı ve kendileri için uygun olan ekonomik strateji ile yollarına devam etmeleri sağlanmalıdır.
  • 2. IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların krizden fırsat yaratmak ve yeni neoliberal politikaları gelişmemiş ülkelere dayatmak amaçlı manevralarına karşı durulmalıdır. Sayılan kurumların bu fırsatçılığı halkın bu kurumların kapatılması için var olan taleplerinin güçlendirilmesini gerekli kılmaktadır.
  • 3. İstikrarsızlığı, enerji ve emtia piyasalarında gereksiz dalgalanmaya yol açan dizginsiz spekülasyonlar ve beslenme ürünlerinin fiyatlarını etkileyerek açlığı yükselten spekülatif finansal akışlar derhal durdurulmalıdır.
  • 4. Ulusal bağımsız endüstrileri inşa etmek, gerçek toprak reformunu hayata geçirmek, beslenme bağımsızlığını gerçekleştirmek, cinsel eşitliği ve çevresel yaşamın devamını sağlamak için gerekli stratejiler planlanmalıdır.
  • 5. Topraksız köylülere hemen toprak verilmesi ve kırsal kesimde yaşam olanaklarının geliştirilmesi anlamına gelen toprak reformları küresel çapta hayata geçirilmelidir.
  • 6. Hayati önemdeki iç kaynakların dışa akmasına sebep olan ülkelerin dış borçları derhal ve şartsız olarak tümden iptal edilmelidir.
  • 7. Çevresel kirlenmenin önüne geçen, iklim değişikliği noktasında önlemler içeren ve iklim değişikliğinin en büyük sorumluluğunun emperyalist güçler olduğu gerçeğini tanıyan planlar hayata geçirilmelidir.

Bununlarla birlikte gittikçe kötüleşen ekonomik ve sosyal rahtasızlığın etkilerini iyileştirmek için dünya halklarının aşağıdaki acil taleplerimiz dikkate alınmalıdır:

  • 1. Acil yiyecek yardımları, genişletilmiş işsizlik yardımları, kamu üzerinden gelir ve iş yardımları sağlanmalı ve ayrıca evsiz kalanlara kalacak yer imkanı sağlanmalıdır.
  • 2. Zenginliği üreten işçi sınıfı bu zenginlikten daha fazla pay almalıdır. Aynı zamanda köylüler ve çiftçiler tarımsal üretimden daha fazla pay almalıdır.
  • 3. Halk için yeterli sağlık, eğitim, barınma ve diğer sosyal hizmetler sağlanmalıdır.
  • 4. Direkt olarak halkın yaşam olanaklarını geliştirecek kırsal alandaki altyapı çalişmalarına daha çok kamu harcaması yapılmalıdır.
  • 5. Dünya çapında askeri harcamalar derhal düşürülmeli ve bürokratik yolsuzluğun önüne geçilmelidir.
  • 6. Ilerici bir vergi sistemi aracılığıyla yoksul kesim üzerindeki vergi yükü azaltılmalıdır. Zenginler ve büyük şirketler daha çok vergi ödemelidirler.
  • 7. İşçilerin toplu işten atılmalarının önüne geçilmeli, krizin faturasının krizde hiç bir sorumluluğu olmayan emekçilere kesilmesine karşı gelinmelidir. İşçi ücretlerinin artırılması için mücadele yürütülmelidir.

Kriz ve Olanaklar Bağlamında Örgütsel ve Somut Görevlerimiz:

  • 1. Konfederasyona bağlı bütün kurumlarımız, 2009-2010 yıllları itibarıyla demokratik partiler, örgütler, sendikalar, kurumlar ve bunlar içindeki en ilerici kesimlerle özel bir ilişki kurmalı, krizin faturalarının halka kesilmesine karşı çıkmak için yerli, göçmen ve uluslararası bütün oluşumlarla ortak eksende buluşmaya, tepkilerin enternasyonal birliktelikler içinde yansıtılmasına özen göstermelidirler.
  • 2. Her yerel örgüt birimimiz bulundukları alanda işçi çıkaracaklarını açıklayan şirket ve tekellerin bu politikalarına karşı kitlesel gösterilere öncülük etmeye çabalamalı veya içinde yer alınmalıdır.
  • 3. Yoksullaşmaya, işsizliğe, adaletsizliklere ve demokratik hak gasplarına karşı kitlesel halk toplantıları yaparak birleşik kampanyaların başlatılmasına önem verilmelidir.
  • 4. Merkezi ve yerel birim aktivistlerimiz, ani gelişmeler, anlık kitlesel tepkilerin olabileceğinden hareketle; bir kaç kişiden oluşan esnek ve acil müdahale birimleri oluşturulmalıdır. Ajitasyon-propaganda materyallerinin hazır tutulması, güncelleştirilmesi, yaratıcı davranılması, her şeyin merkezden gönderilmesinin beklenilmemesi, maddi olanak ve imkanların yaratılması, teknolojiden yararlanılarak çalışma ve örgütlenme tarzımızın yenilenmesine önem verilmelidir.
  • 5. Türkiyeliler içinde Kürt dernekleri, Alevi dernekleri, Süryani-Ermeni-Ezidi gibi azınlık dernekleri, demokratik göçmen dernekleri, DEKÖP-A bileşenleri, bağımısız göçmen aydın ve akademisyenler, sendikacılar, öğretmenler, çeşitli partiler içinde çalışan ilerici göçmenler, göçmen medya kurumları, bağımsız veya yerel göçmen dernekleri v.s kesimlerle özel görüşmeler yapılmalı ‚Krize Karşı Halk Platformları‚ kurulmalı veya var olanlar genişletilmelidir.
  • 6. Özellikle krizin küresel etkisinden hareketle uluslarrası çalışmalara daha fazla insan ve kaynak ayırma noktasında politikalar geliştirilmelidir. ILPS, IMA ve Avrupa’daki diğer uluslararası ilişkilerimiz üzerinden ortak etkinlikler ve kampanyalar örgütlemeye yönelik girişimler başlatılmalıdır.
  • 7. ATİK’in yeniden yapılandırılması sürecinde a) uluslararası ilişkiler, b) kitle ilişkileri, c) ihtisasa dayalı örgütlenme, d) iç eğitimi sisteme kavuşturma ve e) teknolojiden daha yararlanarak ajitasyon-propaganda çalışmalarında atılımlar yaratmaya özel önem verilmelidir.

 

  • Krizin faturalarının işçilere ve halklara kesilmesine hayır!
  • Faturaları krizin gerçek sorumlusu tekeller ve tröstler ödesin!
  • İşten çıkarma furyasını durdurun ve ücretlerin düşürülmesini engelleyin!
  • Emperyalist-kapitalizmin sömürü, talan, baskı, saldırganlık furyasına hayır!
  • Yaşasın işçilerin enternasyonal birliği ve halkların kardeşliği!
  • Yaşasın yerli-göçmen emekçilerin sınıfsal birliği ve birleşik mücadelesi!
  • Yaşasın ATİK, İLPS ve İMA!

 

19. ATİK Genel Konseyi,

20 Şubat 2009