Anasayfa , Köşe Yazıları , İşte sürecin gerçeği! / Metin AYÇİÇEK

İşte sürecin gerçeği! / Metin AYÇİÇEK

12 Ağustos 2005 tarihinde, Diyarbakır’da, “Büyük devlet ve güçlü millet kendisiyle yüzleşme cesaretini göstererek…” geleceğe yürüyebilir. “Kürt sorunu da sadece bir parçanın sorunu değildir; Türkün de sorunudur” diyen Tayyip, “açılım” ile başlayıp Dolmabahçe deklarasyonuna kadar gelebilen barış sürecini, tam da bir seçim arifesinde bir çırpıda silip atmıştı.
Barış sürecinin var ettiği Avrupa Barış ve Demokrasi Meclisi’nin kuruluş çalışmalarından itibaren Yürütme Kuruluna kadar görev üstlenmiş biri olarak, her zaman “bu devletten barış beklemiyorum” dememe rağmen, “ama barışın her daim savunucusu olmamız gerekiyor” diyerek konumumu tanımlıyordum. İçinde yer aldığım bu görev doğru bir görevdi. Bizler, barıştan, özgürlükten ve emekten yana tavır koyan herkes, dünya halklarının barış, özgürlük ve emek merkezli çoğulcu-paylaşımcı demokratik toplum istemi için üzerimize düşün görevi hakkıyla yerine getirmeye çalıştık.
Ne var ki, kendisiyle yüzleşme cesaretine hiçbir zaman sahip olamamış ve bu nedenle barış ve özgürlükten bir hastalık düzeyinde korkuya kapılan o devlet iktidarı, mazlum halklar üzerinde sürdürdüğü kanlı zulüm geleneğini terk edememiştir. Türkiye Cumhuriyeti, “Çözüm süreci buzdolabındadır; Devletle oturulmuş bir müzakere masası falan yoktur” diyerek sömürgeci kimlikte ısrarını bir kez daha sergilemiştir. Ve Kürt illerindeki savaşla sergilenen bu gelinen nokta, bireysel tercihlerin bir sonucu olarak değil, tarihin olgunlaştırıp çözüm için halkların önüne koyduğu bir soruna müdahil olma sorumluluğu noktasıdır. Bu noktada sadece AKP değil, yanı sıra MHP, CHP, Vatan Partisi ve benzerlerinden oluşan ırkçı-milliyetçi-ulusalcı ittifak yer almaktaydı.
Yaşanan sürecin ışığında düşündüğümüzde, bu noktadan sonrasında, aptal yerine konulma pahasına da olsa “devletten bir şey beklemek” mümkün olmayacaktır artık. Devlet, özgürlük ve barıştan yana olan halkların “kardeşleşme” çağrısına, antidemokratik Cumhuriyet’in ürettiği en kanlı diktatörün ağzıyla savaş ilanıyla yanıtını verdi. Sömürgeci, kapitalist ve erkek sistemde ısrarını sürdürme kararlılığını bir kez daha dillendirdi. Şimdi beklenecek olan şey, halkların bu devlete özgürlükte, barışta ısrarlı yanıtı olmalıdır. Ama belli ki bu istem artık devlete karşı savaş dışında gerçekleştirilemez.
Gerçek “barış süreci” şimdi başladı diyebiliriz. Efendilerin yazıp ezilenlere okuttuğu egemenlerin tarihi yerine, halkların iradesi doğrultusunda kendi tarihini kendi yazacak olan halk iradesi kalemi aldı eline. Ve aile boyu mezar hırsızlarına, Hitler özentisi kifayetsiz despotlara ve halkların kızıl kanını zafer şarabı diye içebilen doksan yılın sömürgeci sarhoşlarına kalemin ucuyla dokunuverdi özgürlük adına hafiften.
Üç aylık Miray İnce ve dedesi seksenlik Ramazan İnce’nin kanıydı halkların hükmünün imzasını renklendiren mürekkep: “Bu halk ve müttefikleri kazanacaktır!”
Ve Miray’ın adıyla aydınlanacak yeniden dünya. Ve bir hırsızın kirlettiği Bilal adından kaçacak insanlık. Deccal ya da Yezid bile unutulacak gelecek çağlarda, ama bebek katili Erdoğan ve onunla yedi göbek öteden bağı bile olsa taifesi, şürekâsı, yağma törenlerinin leş kargaları, zulmün örnekleri olarak asla unutulmayacaklar. Çünkü onlar, yeni yaşamların besmelesinde zulmü lanetlenen “çocuk katilleri” olarak anılacaklar.
Şimdi hoş geldin diyorum yeniden dünyaya ve dün de dediğim gibi. Eşitlikçi paylaşımcı çoğulcu demokratik bir toplumda, emek eksenli değerler etrafında buluşan halkların yeni yaşam projesine hoş geldin diyorum.
Hoş geldin öz yönetim. Hoş geldin uğruna kan vermekten kaçınmayacağımız özgür geleceklerin müjdecisi. Hoş geldin sömürgeciliğin mezar kazıcısı. Hoş geldin!
Zulmün aşamadığı barikatlara, tankın geçemediği hendeklere, yani özgür toprakları yeşerten umutlara hoş geldin diyorum.
Sömürgeciliğe kalkan her ele; sömürücüye sıkılan her yumruğa; barışa yönelen her adıma hoş geldin diyorum.
Hoş bulduk ayrıca varlığını.
Güven duyduk, hoş bulduk! (Umut gazetesi)