Anasayfa , Köşe Yazıları , Iıı. Büyük Buhran: "Fin De Sıècle" Ve İnsan(Lık)[1]

Iıı. Büyük Buhran: "Fin De Sıècle" Ve İnsan(Lık)[1]

temeldemirer“Piyasa ütopyasının
bir kenara bırakılması
bizi toplumun gerçekliği ile
karşı karşıya getirecektir.”[2] 

“Fin de siècle” Fransızca’da “çağın sonu” anlamına gelir; bir devrin, bir dönemin bittiğini de ifade ediyor. İngilizce’de de Fransızca yazılışıyla kullanılan “fin de siècle” deyimi, “şaşaalı bir devrin tükenişini ve çöküşünü” anlatırken, farklı nitelikte yeni bir devrin başlangıcına gelindiğini de ima eder…

Evet, bir dönemin sonunda; -belirsizliğiyle- yeni bir aşamanın da başındayız…

Bu bağlamda kriz, gündem(imiz)den -uzun süre- düşmeyecek; işsizlikle; açlıkla; yaygınlaşacak ayaklanmalarla; toplumsal patlamalarla…

1929 büyük krizinde Amerika’da kırsal kesimi anlatan John Steinbeck’in ‘Gazap Üzümleri’ başlıklı romanında resmettiği kareleri daha büyük ve genişletilmiş ölçeklerle yaşayacağız…

Kolay mı? III. Büyük Buhranın eşiğindeyiz…

Yeri geldi belirteyim: Mevcut krizin, 1929-1930 krizinden farklı pek çok yönü var. Her şeyden önce, “küreselleşme” döneminin bunalımı da küresel ölçekte patlak verdi. Öte yandan, mevcut krizi “ekonomik” veya “finansal” gibi tanımlamaların kalıbına sığdırmak mümkün görünmüyor. BM İnsan Hakları Danışma Kurulu üyelerinden Jean Ziegler’in de benimsediği bir ifadeyle, mevcut kriz bir “Uygarlık Krizi”dir. Sürdürülemez kapitalist yapılanma çökmektedir.

Yeni bir uygarlığın doğması kaçınılmaz hâle gelmiştir. Aksi takdirde, bu yapılanmanın egemenleri kendileriyle birlikte insanlığın da sonunu getirebilirler.

Krizin nedeni, basit bir mantıkla ve birazcık nesnel bir bakışla bile kofluğunun anlaşılması mümkün olan varsayımlar üzerinde temellendirilmiş bulunan kapitalist ideolojinin özündedir. Yıllardır, iktisat derslerinin pek çoğunda ve başka pek çok yerde tartışmasız bir gerçekmiş gibi tekrarlanan bu varsayımların kofluğunu görmemek artık büsbütün olanaksızlaşmıştır.

Sürdürülemez kapitalist yıkımın nereye varacağı ortadadır. 358 adet dolar milyarderinin servetlerinin toplamı, yeryüzü nüfusunun en yoksul yüzde 45’inin yıllık gelirlerinin toplamına ulaşmıştır.

Bu durumda, dünya pazarlarının, borsalarının, kısacası dünya ekonomisinin “serbest” oluğunu söylemenin inandırıcılığı kalmamıştır. Ekonomiyi düzenlediğine inanılan bir “görünmeyen el”in yerine, küresel ölçekte tekelleşmiş bulunan sermayenin giderek görünen eli oturmuş ve insan(lık)ın felaketine kapı açmıştır…

 

I-) SOMUT VERİLERLE FELAKET

 

Söz konusu felakete ilişkin olarak James Bruges, ‘Küçük Dünya Kitabı/ The Little Earth Book’ başlıklı yapıtında şunlara dikkat çeker…

* Dünyada herkes Amerikalıların sahip olduğu hayata sahip olmaya kalksaydı, onları geçindirecek 4 dünyaya daha ihtiyaç duyulurdu…

* Günde 2 Amerikan dolarıyla geçinen insanların sayısı, son 20 yıl içinde yüzde 50 oranında arttı…

* Ulusların ve milyarlarca kişinin gelir eşitsizliğinin en büyük nedeni, verilen krediler karşılığında, onlardan alınan faizlerdir…

* Üçüncü Dünya ülkelerine sağlanan krediler, ortalama anlamda, verilen kredilerin anaparasının 3 katı olarak geri ödeniyor…

* 1976 yılında İsviçre Mozambik’ten 50 defa daha zenginken; 1997 yılında 500 defa daha zengin duruma geldi…

* Dünyamızın doğal kaynaklarının üçte birini hâlen yitirmiş durumdayız…

* Hâlen, dünyamızın taze su kaynaklarının yüzde 90’ı sanayi tesisleri tarafından kullanılıyor…

* Taze su kaynaklarının tüketimi her 20 yılda bir, ikiye katlanarak büyüyor…

* Son 30 yılda, tarım yapılabilecek toprak alanların yüzde 10’unu kaybettik…

* Dünyamızdaki en büyük “kitlesel imha silahı” atmosferimizdeki karbon miktarıdır…

* Nükleer santrallardan çıkan, etkisi azaltılmış uranyum artıklarıyla tank zırhları ve bombalar yapılıyor. Bu artıkların suya ve gıdaya karışması, havadaki toz parçacıkları sayesinde oluyor. Bu nedenle, Afganistan, Balkanlar ve Irak, tam anlamıyla zehirlenmiş bölgeler olarak sayılabilir…

* Dünyadaki askeri hareketler, ozon tabakasına zarar veren artıkların yüzde 70’inin oluşmasına neden oluyor. Sadece Amerikan askeri gücü, dünyadaki en büyük 5 kimyasal şirketin fabrikalarının toplamından fazla kimyasal artık üretiyor…

* 2002 yılında dünyada silahlanma için 794 milyar dolar harcanırken, savaşın önlenmesi için sadece 1 milyar dolar harcandı…

* IMF ve Dünya Bankası’nın temel prensibi, ne olursa olsun ve hangi taraf hatalı bulunursa bulunsun, kredi verenlerin anapara ve faizinin ödenmesini koruma altına almaktır…

* IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal reformlar” adı altında önerdiği tedbirler, her zaman o ülkenin insanlarına, daha az sağlık ve refah harcaması yapılmasını önerir. Ekonomiyi gerçekten geliştirecek hiç bir önerileri yoktur…

* Ekvador’un faiz ödemesi, bütçesinin üçte birini oluşturuyor. Nüfusunun 2/3’ü ciddi şekilde fakir olan bu ülkede, sosyal harcamalar dışarıya transfer edilen faiz tutarının yarısı kadar…

* Dünyadaki tahıl üretiminin satın alımı ve dağıtımının yüzde 80’ini bir tek şirket kontrol ediyor. Cargill…

* Dünya Bankası’na göre günde 1 doların (ayda 12 dolar, yılda 365 dolar) altında gelir elde edenler mutlak anlamda yoksul sayılıyorken; dünya nüfusunun yüzde 20’den fazlası günde 1 doların altında gelire sahip. Bu rakam 1.2 milyar kişi anlamına geliyor…

En zengin 20 ülkedeki ortalama gelir, dünyanın en yoksul 20 ülkesindeki ortalama gelirin 37 katı. En zengin yüzde 20’lik dilimin yaşadığı gelişmiş ülkeler dünya Gayri Safi Milli Hasılası’nın (GSMH) yüzde 86’sını, ihracat pazarlarının yüzde 82’sini, tüm yabancı yatırımların yüzde 68’ini, tüm telefon hatlarının yüzde 74’ünü ellerinde bulundururken, tüm bu alanlarda en yoksul yüzde 20’nin payı ise hiçbir zaman yüzde 1.5’i geçmiyor. Dünyadaki en zengin üç kişinin servetleri 600 milyon insanın yaşadığı en yoksul ülkelerin toplam GSMH’sinin üstünde…

* ABD’de 1970’lerin ortasında üst düzey maaşı ortalama Amerikan işçisinin maaşının 35 katı iken, bu fark 2007 itibariyle 275’e yükselmiş!

* 2007/2008 Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Raporu’nun ilk sırasında yer alan İzlanda’da ortalama yaşam süresi: 81.5 yıl; okuryazar oranı: yüzde 99; üniversiteye kadar eğitim alanların oranı: yüzde 95.4; kişi başı milli gelir: 36.510 dolardır. Son sırada, 177. sırada yer alan Sierra Leone’de ortalama yaşam süresi: 41.8 yıl; okuryazar oranı: yüzde 34.8; üniversiteye kadar eğitim alanların oranı: yüzde 44.6; kişi başı milli gelir: 806 dolardır. Sierra Leone’de 5 yaş ve altı çocuk ölüm oranı 1/4’tür. Her 1.000 çocuktan 282’si ölmektedir…

* Ve nihayet köleliğin iki yüz yıl önce kaldırılmış olmasına karşın dünyada 27 milyon insan kölelik şartlarında çalışıyor…

 

II-) KÜRESELLEŞME VE KRİZ

 

Bu yıkımın tek sorumlusunun sürdürülemez kapitalizm/ küreselleşme spekülasyonu olduğundan kuşkusu olan var mı?

İşte birkaç örnek…

Evet, küreselleşme ile son 25 – 30 yıldaki sınır tanımazlık, finans sektöründeki baş döndürücü gelişmeyi tetikledi: McKinsey Global Institute tarafından gerçekleştirilen bir araştırmaya göre, 1980’de 10 trilyon dolar olan dünya GSYH’sı 2007 sonunda 55 trilyon dolara yükseldi. Küresel finansal varlıkların toplamı ise 1980’de 12 trilyon dolardan 2007 sonunda 196 trilyon dolara tırmandı. Bu süreçte, getiri peşinde koşan finansal varlıkların küresel ekonomide yaratılan toplam katma değere oranı 1980’de yüzde 119’dan 2007’de yüzde 356’ya fırladı!

Yani küreselleşme ile üretim ekonomisinde karşılığı olmayan sanal ekonominin yarattığı bataklık, açıklanan paketlerle kurutulmaya çalışılıyor. Reel sektördeki her 1 dolar için finans piyasasında 20 katı işlem yapılmasının sonucu “görünmez el” kaybolmuş durumda… 2007 yılına gelindiğinde büyük bankaların kârlarının yüzde 30 ile yüzde 40’ı menkul kıymet ve fon yatırımlarından oluşuyordu…

Küreselleşme çığırının ulaştığı boyut meydanda!

Görülmesi gerek: Tarihsel planda son derece önemli bir süreçten geçiyoruz. Bugünün dünyası on yıl öncenin dünyasından politik planda önemli farklılıklar içeriyor. İçinde olduğumuz günler, emperyalist kapitalist dünyanın derin bir bunalımına tanıklık ediyor.

Otuz yılı aşkın bir süredir kapitalizmin ideologlarının savunageldiği öngörüler ve tezler anlamını yitiriyor. Küresel düzeyde ciddi bir burjuva ideolojik hegemonya kaybı yaşanıyor.

Sürdürülemez kapitalizmin neo-liberal versiyonu karaya oturdu, dünyada yeni bir devrimci sürecin kapıları açılıyor.

Neo-liberalizm emperyalist kapitalist sistemce tüm dünyaya dikte ettirilmeye çalışılan bir iktisat politikasıydı. Daha önceki iktisat politikalarıyla, örneğin Keynesyen yöntemlerle her ne yapıldıysa neo-liberalizmle de o yapıldı. Emperyalist kapitalist sistem tüm dünyada işçi sınıfı ve sömürülen halkların ürettiği değerleri kendi kasalarına transfer etti. Hegemonya ve stratejik üstünlük için tüm dünyayı kan gölüne çevirdi. Neo-liberalizm, Keynesyen iktisat politikalarının tıkanması, 70’lerin başındaki petrol şoku ve Bretton Woods para sisteminin çözülüşüyle birlikte kurtarıcı bir ideoloji olarak gündeme geldi.

Sovyet sisteminin çözülmeye başlaması bu iktisat teorisinin tüm dünya çapında dizginsiz bir biçimde hayata geçirilmesini sağladı. Bu iktisat teorisi, karşısında hiçbir engelleyici güç olmaksızın tüm dünyada egemen oldu. Bu egemenlik kendine uygun politika, felsefe, sanat vb. gibi alanlarda da sonuçlar doğurdu. Ancak neo-liberalizmin bu üstünlüğü bir zayıflığa da işaret etmekteydi: sistem, sosyalist bloğun varlığının yarattığı tehdit karşısında yöneldiği toplumsal politikaları ve kendini yenileme gereksinimini asgari düzeye indirgemeye koşullandı. Sosyalizm yıkılmıştı, buna mukabil kapitalist bloktaki sosyal yaklaşımların varlık zemini de yıkılmıştı. Bu koşullanma kendini ekonomik, siyasal, askeri ideolojik planda çok geçmeden gösterdi.

Bugün “tarihin sonunun geldiği”, “kapitalizmin nihai bir sistem olduğu” tezleri, bizzat ideologları tarafından sahipsiz bırakılarak hızla politik arenayı terk etmiş durumda. Fukuyama’nın “tarihin sonunun geldiği” tezi, Huntington’un “bundan böyle ideolojilerin değil, medeniyetlerin çatışacağı” tezi siyaseten anlamını yitirdi. Bugün yeni bir süreç yaşanmakta. Serbest piyasacı, küreselleşmeci ideolojiye olan güven temelden sarsıldı. Yaşanan kriz, “piyasa ekonomisinin kendi kendini dengeye getireceği, denetleyebileceği, kendi kendine istikrarlı bir büyüme, kaynakların dağılımında istikrar ve verimlilik sağlayacağı” konusundaki yaklaşımlarını çürüttü.

Başını ABD’nin çektiği emperyalist kapitalist blok kendine yeni kurtuluş yolları aramaya çalışmakta ancak yaşanmakta olan krizi bir türlü atlatamamaktadır. Kriz kapitalizmin olağan sonucudur. Yüz küsur yıl önce Marx’ın kapitalizme ilişkin vardığı sonuçlar bugün bir kez daha doğrulanmaktadır: “Sermaye birikiminin önündeki en büyük engel, yine sermaye birikiminin kendisidir”.

Yaşanmakta olan kriz giderek boyutlanmaktadır. Trilyonlarca doların sorunu çözmediği ve krizin finans sektöründen reel sektöre yayılmakta olduğu görülmektedir. ABD kendi milli gelirinin yüzde 20’si kadar bir servet kaybını yaşamaktadır ve bu kayıp devam etmektedir.

Emperyalizmin amiral gemisindeki kritik süreç tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Şu anda yapılmaya çalışılan batan finans kuruluşlarını kurtarmak ve sonucunda yine sermayeye devretmektir. Bu kurtarma operasyonunda kullanılan para ile tüm dünyadan açlık, hastalık vb gibi şeyleri silmek mümkündür. Ancak bu kaynak halklar için değil kendi hünerleriyle batağa saplanmış bir avuç para babasının bataktan kurtarılması için kullanılmaktadır. Bu durum gerek ABD’de gerekse tüm dünyada benzer biçimde cereyan etmektedir.

Dünyada yaşanmakta olan gerçek(ler)de, 2008 yılı verilerindeki üzere bunları açıkça kanıtlamaktadır…

 

III-) DÜNYA EKONOMİSİNDEKİ AÇMAZ(LAR)

 

Giderek bir kördüğümü andıran dünya ekonomisinin hâl-i pür melali paradoksal açmazlarla betimlenirken; “2008’in bir kâbus yıl olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Kâbusun ne olduğunu asıl önümüzdeki 2009’da göreceğiz,” diyen Nilgün Cerrahoğlu son derece haklıdır…

Çünkü gerek ABD’de, gerek Avrupa’da paketlere karşın ekonomilerin 2010’a kadar küçüleceği tahmin ediliyor. Yani ABD ekonomisi, 2009’da yüzde 0.9 daralacak. Avro bölgesi ekonomisinin yüzde 0.6 daralacağı tahminleri yapılan 2009 yılında da İrlanda, İzlanda ve Japonya’da da küçülmeler yaşanacak…

Görüldüğü üzere artık gazetelerde “Ekonomik göstergeler, kötüden daha kötüye gidiyor” (Washington Post), “60′ yılın en kötü ekonomik acıları” (Financial Times), “Ekonomik beklentiler bozuldukça bozuluyor” (The Independent), “Ekonomik gerileme derinleşiyor” (Wall Street Journal), “Merkel korumacılık konusunda Obama’yı uyardı” (Der Spiegel) gibisinden haber ve yorumlar dikkati çekiyor. Le Monde ve The Guardian İngiltere ve Fransa’da işçi hareketlerinin yayılmakta olduğunu aktarıyor.

ABD ekonomisi IV. üç aylık dönemde yüzde 3.8 gerilemiş, Japonya’da sanayi üretimi kasımda yüzde 8.5 geriledikten sonra aralıkta da yüzde 9.6 düşmüş. Uluslararası İşçi Örgütü (ILO), 2009 yılında tüm dünyada 50 milyon kişinin işini kaybedeceğini hesaplamış. Financial Times ekonomi editörü Martin Wolf, gelişmiş ekonomilerde daralmanın yüzde 5-10 oranlarına çıkabileceği varsayımından hareketle “proto-depresyondan” söz ediyor. Soros, mali sistemin sorunlarının 1930’lardan belirgin biçimde daha büyük olduğuna inanıyor.

Ayrıca Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’i içine alan dört büyük ülkeyi ifade eden BRIC ekonomilerinde de kriz etkisini göstermeye başladı. Rusya devalüasyona gidiyor, Çin, sosyal çalkantıdan korkuyor, Hindistan, fakirlerin artışından endişeleniyor, Brezilya ise ekonomisini güçlendirme yöntemleri arıyor…

Tüm bunlara ilişkin olarak Columbia Üniversitesi Profesörü ve Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz de, “Dünyanın en büyük ekonomisi ABD’nin ekonomik durumu o kadar belirsiz ki, tahmin yapmak güç,” derken; New York Üniversitesi Profesörü Nouriel Roubini ise, 2009’un küresel ekonomi için çok zor bir yıl olacağını belirtip, “iyileşme sinyalleri”nin 2010’dan önce gelmeyeceği vurgusuyla ekledi: “Büyük Buhran’dan bu yana yaşanan en kötü finansal krizin ve tüm dünyada aynı anda onyıllardır yaşanmayan bir durgunluğun ortasındayız. Kriz ve durgunluk sadece ABD, Avrupa ve gelişmiş ekonomileri etkilemiyor. Gelişmekte olan ülkelerin bazıları finansal krizin, bazıları da ciddi bir durgunluğun eşiğinde…”

İş bu kehanetlerle de sınırlı değil! Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı, 2009 ilk yarısının kötü geçeceği uyarısında bulunurken, Britanya Merkez Bankası Başkanı ise talebi canlandırmak için faiz indirmenin yetmeyeceğini söyledi

IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn, IMF’nin Ocak 2009’da büyüme tahminlerini keskin biçimde düşüreceğini ve dünyanın iki ya da üç yıl güçlü büyüme eğilimine dönemeyeceğini söyleyip, “gidişat düzelmiyor” uyarısında bulundu!

Özetle küresel krizin etkileri artarken, otomotiv sektöründen eğlence sektörüne kadar birçok şirketten olumsuz haberler gelmeye devam ediyor. Dünyanın en büyük madenleri kapatılıyor, işsizler ordusu tüm dünyadan katılımlarla giderek genişliyor. Körfez fonları bile milyar dolarlık zararlar yazıyor…

İşte ardı ardına birkaç başlık: Madenciler işçi çıkarıyor… Suudi Prens 8.3 milyar dolara zarar etti… VW de ‘kısa çalışma’ya geçiyor… Audi 1600 kişiyi işten çıkaracak… Bell Canada’den emeklilik teklifi… Ericsson 5 bin işçisini çıkartacak… Cosmofon adlı GSM operatörü satılık… Kriz İngiltere’deki kadınları bu kez daha çok etkiledi… Ayrıca, İngiltere’de işsizlik oranı da 2008 yılının eylül-kasım döneminde yüzde 6.1’e yükseldi… ABD’li sanayi malzemeleri üreticisi Eaton, 5 bin 200 kişiyi daha çıkarıyor… Warner Bros.’dan yüzde 10 tensikat… Vb’leri… Vd’leri…

 

III.1-) BÜYÜYEN/ ÇOĞAL(TIL)AN İŞSİZLİK

 

O hâlde burada durup, “büyüyen/ çoğal(tıl)an işsizlik” konusunda bir parantez açmamız gerek; çünkü, küresel ekonomik kriz emekçiyi vuruyor. Her gün binlerce kişi işini kaybediyor; ILO, “Kriz 50 milyon kişiyi işsiz bırakabilir,” diyor!

Evet, finanstan otomotive kadar pek çok sektörde yeni işten çıkarma duyuruları yapılıyor…

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilâtı’nın (OECD), üye ülkelere ilişkin hazırladığı Ekonomik Görünüm Raporu’na göre, krizin etkisiyle 2010’da üye ülkelerdeki işsizler ordusuna 8 milyon kişi daha katılacak; 2008’de üye ülkelerde 34 milyon olan işsiz sayısı, 2010 yılında 42 milyona çıkacak. 2008’de yüzde 5.9 olan işsizlik, 2009’da yüzde 6.9’a, 2010’da yüzde 7.2’ye çıkacak.

Aynı konuda Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tahminlerine göre de tüm dünyada işsiz sayısı en az 18-30 milyon, büyük olasılıkla da ortalama 50 milyon kişi artış gösterecektir. Böylece dünyada açık işsizlerin sayısı 230 milyona ulaşacaktır. Bu rakam dünya işgücü arzının yüzde 7.1’ine denk düşmektedir.

 

III.2-) ABD

 

Gelelim krizin merkez üssü olan ABD’ye…

Mortgage krizine bağlı küresel sarsıntının başlangıç tarihinden yaklaşık bir buçuk sene sonra, ABD’nin “resmen” resesyonda (durgunluk) olduğu açıklandı. ABD’de Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu (NBER), ülke ekonomisinin 2007 yılı aralık ayında resesyona girmiş olduğunu ve bu gerilemenin II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en kötü gidiş olabileceğini duyurdu. NBER komitesi üyesi ve Harvard Üniversitesi profesörlerinden Jeffrey Frankel, “Bence daha önümüzde uzun bir yol var, galiba bu en derin ve en uzun süreli resesyon olacak,” derken; “Teşhis belli oldu: ABD artık resesyonda!”[3] Bu bir…

İkincisi: Nouriel Roubini ve ekonomist Elisa Parisi-Capone ABD’deki kurumsal kredi ve hisse kaybının 3.6 trilyon dolar civarında olduğunu tahmin ediyor! Yani ABD’de devasa bir değersizleşme yaşanıyor!

İşte bu iki saptamaya birkaç örnek…

* ABD’nin durgunlukta olduğunu söylemekten kaçınan yönetimin verilere göre, işsizlik yüzde 6.7’ye ulaşırken tarım dışı istihdam 533 bin azalarak 34 yılın en düşük düzeyine indi…

* Kongre Bütçe Ofisi (Congressional Budget Office), 2009 yılı ABD bütçe açığının 2008 yılındaki 455 milyar dolardan 1.2 trilyon dolara yükseleceğini tahmin ediyor. Böylelikle, açık ABD GSYİH’sının yüzde 8.3’ü yani en yüksek seviyesine ulaşmış olacak. Kamu borcunun GSYİH’ye oranı ise 2008’deki yüzde 41’den 2009’da yüzde 54’e yükselecek. CBO’nun tahminlerine göre ABD toplumunun yaşlanması ve mevcut bütçe politikaları ile bu oran XXI. yüzyılın ortalarında yüzde 400’e kadar fırlayabilecek…

* Dünya otomotivine yön veren ve ABD ekonomisinin yüzde 10’unu oluşturan otomotiv sektörü kritik bir dönemden geçiyor. Dünyanın en büyük otomotiv pazarı ABD’den gelen son veriler GM, Ford ve Chrysler’in iflasın eşiğine geldiğini gösteriyor…

* ABD’de toplam işgücü 154 milyon. İstihdam 144 milyon. İşsiz sayısı 10 milyon. İşgücüne dahil olmayan nüfus 80 milyon. İşsizlik oranı 6.7. ABD’de çalışanların 136 milyonu tarım dışı sektörlerde. 13 milyonu üretim sektörlerinde, 7 milyonu inşaatta, 115 milyonu hizmet sektöründe. Hizmet sektöründe çalışanların 22 milyonu kamu hizmetinde, 20 milyonu eğitim sektöründe, 15 milyonu ticarette…

* Amerikan basını ekonomik kriz ve internet medyası nedeniyle “can çekişiyor”. Tüm gazeteler okur erozyonunda. Tribune Co iflas etti, New York Times zorda. Poynter Enstitüsü’nden Clark, “Gazetelerin yaşamasını sağlayacak sihirli değnek yok,” diyor…

Şimdi bunlar böyleyken, Hasan Bülent Kahraman’ın ibret-i alem satırlarına göz atalım:

“Bildiğiniz krizlerden değil..

Her şeyden önce krizin Amerika’sı var dışarıda…

Kısacası kriz Amerika’yı ‘vurmuş’…

Krize çare Obama…

Obama yeni iş alanları yaratmak için mevcut Amerika’yı yıkıp yepyeni ve bu çağın gerçeklerine uygu yani organik, doğaya saygılı, doğal kaynakları daha az kullanan ve tüketen, çok yeni buluşlara uygulama ve kullanma alanı veren bir Amerika kurmaktan söz ediyor. Henüz kendisi de bunun yeteri kadar farkında değil. O nedenle konuşması yeterince heyecanlı değildi, yeterince yankı da bulmadı fakat arayışının yönü bu ve bu son derecede yaratıcı bir yaklaşım. Hem krizi çözecektir hem de yeni bir Amerika’nın doğmasına yol açacaktır. Umarız bu yenilik arayışı Obama’nın diğer politikalarına da yansır diyorum ve o an Hillary Clinton’un Dışişleri Bakanlığı’na getirildiğini anımsıyorum…”[4]

Hayır, sözü uzatmayacak ve sadece bir not düşeceğim: Obama krize de, hiçbir şeye de çare olamayacak…

 

III.3-) AB

 

AB’nin durumu da, ABD’den farksız…

Michael Voegele, Avrupa ekonomisindeki bozulmanın ABD’deki gibi geniş tabanlı olduğuna işaret ederken; Paul Krugman da ekliyor: “Avrupa’nın periferisindeki ülkelerin ekonomileri çökebilir”!

Örneğin Avrupa’ya ilişkin olarak IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn, ‘Expansion’a demecinde, ekonomik verilerde kötüleşmenin devam edeceğini, ekonomide toparlanmanın 2009 sonu ile 2010 başını bulacağını söyledi.

Ayrıca Strauss-Kahn, Washington’daki açıklamasında da, Avrupalı liderleri bölge ekonomisinde beklenen büyük gerilemenin boyutlarını kavrayamadıkları için eleştirip, bu durumun, Avrupa’da sosyal çalkantı riski yarattığını da ifade etti.

 

III.4-) IMF İŞBAŞINDA!

 

IMF yine ve bir kez daha işbaşında!

Bu durumu Mahfi Eğilmez şöyle resmediyor: “Gelişmiş dünyanın dışında kalan ülkeler ise IMF’nin şemsiyesi altında krizden çıkmaya çalışıyorlar. IMF, Gürcistan’la (750 milyon dolar) başladığı kurtarma operasyonlarına Ukrayna (16.4 milyar dolar), İzlanda (2.1 milyar dolar), Macaristan (15.7 milyar dolar) ve Pakistan (7.6 milyar dolar) ile devam etti.

Macaristan ayrıca AB fonlarından 8.4 milyar dolar ve Dünya Bankası’ndan 1.3 milyar dolar alıyor. Böylece Macaristan’a yönelik destek paketinin toplamı 25 milyar doları buluyor. Gürcistan’ın kotası 222 milyon dolar. Buna göre IMF, Gürcistan’a kotasının 3.5 katı tutarında bir destek vermiş oluyor. Ukrayna’nın kotası yaklaşık 2 milyar dolar. Buna göre IMF, Ukrayna’ya kotasının 8 katından daha yüksek miktarda bir destek sağlamış oluyor. İzlanda’nın kotası 173 milyon dolar. IMF’nin İzlanda’ya verdiği destek kotasının 12 katı. Macaristan’ın kotası yaklaşık 1.5 milyar dolar. IMF’nin desteği Macaristan’ın kotasının 10.5 katı kadar tutuyor. Pakistan’ın kotası kabaca 1.5 milyar dolar. IMF’den sağladığı destek kotasının 5 katı dolayında bulunuyor.”

Evet, borç batağında debelenen yerkürede IMF bir kez daha, krizin getirisi olan bir yıkımı örgütlüyor…

 

IV-) KRİZİN “MEVCUT” BOYUTU

 

Erinç Yeldan’ın ifadesiyle, “Kapitalizm 1930 ‘büyük buhran’ından bu yana en şiddetli krizini yaşıyor. Bunun da ötesinde, mevcut kriz dalgası 1990’larda ‘yükselen piyasa ekonomileri’ diye de adlandırılan ülkelerde değil, doğrudan doğruya kapitalizmin merkezinde patladı.”

Arslan Başer Kafaoğlu da, ekonomik krizin daha öncekilerle kıyaslanamayacak kadar sert olduğunu ve sonu hakkında konuşmanın mümkün olmadığı vurgusuyla, “Böyle kriz görülmedi,” diyor.

Özetle yaşanan kapitalizmin 1970’li yıllardan başlayarak içine sürüklendiği “aşırı üretim” olgusu ve buna bağlı olarak kârların gerilemesi ve sermaye birikimini sekteye uğratması bugünkü krizin ardında yatan ana süreçlerdi.

Örneğin, Fortune dergisinde taranan en büyük 500 şirketin kâr oranları 1960-1969’da yüzde 7.15’ten, 1980-1990’da 5.30’a; 2000-2002’de de yüzde 1.32’ye gerilemiş idi. George Soros daha 2008 başında yayımlanan bir demecinde, mevcut krizi aslında İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaratılan ABD hükümranlığının iktisadi koşullarının artık çökmekte oluşuna bağlıyordu.

Bu durumda artık herkes yüksek sesle dillendiriyor: “Mevcut krizin artık 1930’lardaki Büyük Buhran’dan sonraki en önemli ekonomik sıkıntı olduğu kabul ediliyor”![5]

Finans krizi üretim krizine dönüşmüş durumda… Dünyanın ekonomisi “durdu”, denilen koordinatlarda soru(n) sadece bu kadar da değil!

Şimdi krize ilişkin tartışmalar, “ne kadar sürecek” konusuna kaydı. Ne yazık ki burada da yine son derecede ilkel düşünce yöntemleriyle hareket eden “bayağı iktisat” elimizi kolumuzu bağlıyor, bize kıyaslamadan başka bir araç bırakmıyor .

Bu bağlamda, önceki resesyonlara bakarak el yordamıyla bir öngörü geliştirmeyi denemek olanaklı. Hurşit Güneş, bu konuda elde olan verileri sergilemişti: 1929-1932 krizi 810 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 90 oranında düştü… 1973-1974 krizi 450 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 48 oranında düştü… 2000-2002 krizi 660 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 49 oranında düştü… Son kriz (2007-2008) çıkalı 410 gün oldu ve bu süreçte borsa tam yüzde 49 oranında değer kaybetti”…

Bundan başka daha teknik bir yaklaşım “uzun dalgalar”, 1929 depresyonunu öngörebilmiş olan “Kondradiev salınımları” bağlamında irdelenebilir. Aivazov ve Kobyakov’un bu bağlamda bir çalışması, en son gerilemenin 2000-2007 arasında başladığını yaklaşık olarak 2015-2025’e kadar sürebileceğini düşündürüyor![6]

 

IV.1-) “KRİZ” DEYİNCE!

 

Olgular bu denli vahim bir manzara sergilerken; artık Mahfi Eğilmez bile, “Kapitalizm ya da günümüzdeki mahcup adıyla serbest piyasa sistemi, bünyesindeki çıkar, kâr ve oy maksimizasyonu birliğinin yarattığı bir işbirliğiyle ister istemez kriz yaratan bir mekanizmaya dönüşüyor,”[7] diyor…

The Guardian’dan Julian Glover, mali krizi, “İnsanları öldüren ama yapılara zarar vermeyen nötron bombası”na benzetirken;[8] herkes şunu görmeli: Karşı karşıya kaldığımız kriz mevcut kapitalist ekonomi politiğin kaçınılmaz ve beklenen zaafiyetinden doğmuştur!

Evet, evet büyük bir buhran bu: Marx’ın, “aşırı üretim dönemlerinde spekülasyon düzenli olarak oluşur. Spekülasyon aşırı üretim sorununda, geçici piyasa olanakları sağlayarak bir rahatlama yaratırsa da tam da bu nedenle krizin patlak verme sürecine katılır ve patlamanın şiddetini arttırır. Kriz, önce spekülasyon alanında başlar; ondan sonra üretimi vurur. Yüzeysel bir gözlemciye krizin nedeni, aşırı üretim değil, aşırı spekülasyon olarak görünür; hâlbuki bu aşırı üretimin yalnızca bir semptomudur,”[9] saptamasını yaptığını; Kapital’in I. cildinde de “Parasal krizin her krizin bir aşaması olduğunu ve krizin özgün biçimiyle karıştırılmaması”nın[10] altını çizdiğini unutmamamız gereken bir depresif kriz…

“Büyük depresyon öncelikle bir kredi köpüğünün patlaması, borsalarda yüzde 50’den fazla düşüşler anlamına geliyor. Bu sarsıntılara paralel uzun süren, derin bir ekonomik durgunluk, iki haneli sayılara ulaşan işsizlik oranları, uzun süreli bir fiyat deflasyonu gözlemleniyor. Bu depresyonu, borsadaki düzeltmeleri izleyen herhangi bir resesyondan ayırt eden en önemli özellikler kronik deflasyon ve uzun süreli, yüksek işsizlik oranları. Çünkü bu iki gösterge, sıradan bir temizliği gerçekleştiren devresel resesyonlardan öte, geniş çaplı bir sermaye ve emek imha sürecinin yaşandığını gösteriyor. Bu yüzden depresyon, siyasi istikrarsızlık, yerel, bölgesel savaşlar, devrimler, sağ popülist (faşist) rejimler yaratma potansiyelleri içerdiğinden, kapitalist üretim tarzının en tehlikeli dönemini oluşturur.” [11]

Toparlarsak: Kapitalizmin ilk köklü krizi I. Dünya paylaşım savaşı ile sonuçlanan 1873-1874 olarak biliniyor. Bu kriz, emperyalizmin palazlanması ve 1917 ilk Sosyalist devletin doğuşu ile taçlanmıştır. Ardından kapitalizmin 1929 “Büyük Buhranı”, II. Dünya paylaşım savaşının patlak vermesi, sosyalist bir bloğun oluşması ve faşizmin mirasçısı olmuştur. 1974’te Kapitalizm yeniden kriz ortamına sürüklenmiş, irili ufaklı bölgesel savaşlarla süregelmiş. Nihayet 2006’da ABD’de başlayan ve 2007-2008’de devam eden, 2009’da da derinleşerek şiddetleneceği anlaşılan kriz patlak vermiştir. Görüldüğü gibi mevcut kriz yeni bir olgu değildir…

Ve nihayet bu güzergâhta Erinç Yeldan’ın işaret ettiği gibi, “Bu krizden sonra ‘savaş’ gelebilir”…

 

V-) KRİZ(LERİN)E KARŞI

 

Krizin en öne çıkan “sonuç”undan birisi “değersizleşme”/ “değersizleştirme”yken; yıkıcı “sonuçları”yla karşımıza dikilen sürdürülemez kapitalizmin kriz(lerin)e karşı, ya da “Keyfi tüketime son vermek” için ne yapabiliriz?

Öncelikle, işçiler için güzel olan şeyler patronlar için kâbus olabilir ama sınıflı toplum da böyle bir şey olduğu gerçeğini bir an dahi unutup/ unutturmadan; “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diyen sürdürülemez kapitalizmin karşısına, “Bırakmayın yapmasınlar, bırakmayın geçmesinler” militan kararlılığıyla dikilmek gerekiyor…

Aslolanı unutmayıp, bütünün yerine parçayı ikame etmeden: Zamların geri çekilmesini… İşten çıkarmaların durdurulup, çalışma saatlerinin azaltılmasını, yani yeni iş yaratma kapasitesi kısıtlanmışsa var olan işlerin daha adil dağıtılmasını… Kredi kartı borçlarının iptalini… Temel ihtiyaç maddeleri üzerindeki dolaylı vergilerin kaldırılmasını… Asgari ücretin vergiden muaf tutulup, her kişiye asgari yurttaşlık geliri verilmesini… Eğitim ve sağlık hizmetlerinin parasız olmasını… Sigortasız ve güvencesiz çalışmanın engellenmesini… Kamu kaynaklarının silahlanmaya değil, sosyal hizmetlere harcanmasını… Ev içi emeğin sosyal güvenlik kapsamına alınmasını isteyebiliriz….

Ancak bunlar; Keynesçilik oynanmasına ya da “toplumsal barış” teranelerine kapı açmamalıdır…

Çünkü radikal “Sosyalistlerin görevi, hiç kuşkusuz, krize çözüm bulmak değil, onun derinleşmesini, emekçi mücadelelerinin yeni siyasal talepler doğrultusunda evrilmesini sağlamaktır”! [12]

İşte tam da burada “En önemlisi, kabiliyetinizi koruyabilmeniz, dünyanın neresinde olursa olsun her haksızlığı kendinize karşı yapılmış gibi hissetme kabiliyetinizi. Bu bir devrimcinin en önemli özelliğidir,” diyen Che Guevara’nın uyarısını bir kez daha anımsamak, “olmazsa olmaz”dır…

 

V.1-) POLİTİK OLASILIKLAR

 

İfadeye gayret ettiklerimiz elbette, düz bir çizgide gerçekleşmeyecek…

Bugünden geleceğe yönelen helezonik güzergahta, gel-gitler, genel ilerleme içinde gerilemeler de vardır…

Sınıf çatışmaları sertleşecek; Kuzey ırkçılığı, Güney’in geç veya etnik vurgulu milliyetçiliği güçlenecek; devrim, karşı-devrimi güçlendirerek ilerleyebilecek…

“Bu kriz giderek 1873 ve 1930 buhranlarına benzemeye başlıyor,” saptamaları yaygınlaşıyorken; hızla örnekleyerek sıralayayım…

Küreselleşmenin yoksulluğun ilacı olduğunu iddia eden BM Genel Sekreteri ekonomik milliyetçiliğe doğru gidişin çöküşü hızlandıracağı uyarısı dillendirirken; kriz derinleşmeye, dünya ekonomisi küçülmeye devam ediyor. Kriz eğilimlerini finansal alana (spekülasyon, sermaye ihracı), dış ticarete kaçarak dışlama yolları kapandıkça, sermaye içe (ulusal ekonomiye) dönerek dikkatini maliyetleri düşürme, iç pazarı koruma ve iç pazarda payını genişletmek için merkezileşme önlemleri üzerinde yoğunlaştırıyor. İçe dönüş ister istemez toplumsal huzursuzlukların patlama noktasına doğru ısınmasını hızlandırıyor.

Sermayenin içe dönerek maliyet unsurları üzerinde yoğunlaşmaya başlaması, işçi çıkarmaları hızlandırıyor, çalışanlar üzerindeki baskıyı arttırıyor. Bu koşullarda, toplumsal huzursuzluklar giderek toplumsal çatışmalara dönüşmeye başlıyor, öncelikle de Avrupa Birliği’nin, toplumsal destek sistemleri, IMF’nin neo-liberal reform programları kapsamında tırpanlanmış, çevre ülkelerinde… AB’nin merkezinde işini kaybeden göçmen işçilerin ülkelerine dönmeye başlamasıyla bu çatışmaların daha da artması bekleniyor.

Bu çatışmaların ilk örneğini haftalarca süren Yunanistan ayaklanmalarında izledik.[13] Ardından, Letonya, Litvanya, Bulgaristan, Romanya’da 20 binden -2 bin kişiye, değişen yoğunluktaki gösterilerde, sosyal güvelik harcamalarındaki kesintiler ve işsizlik artışı protesto edildi; polisle sert çatışmalar yaşandı. Ekonomisi çökme noktasına gelen İzlanda, tarihinde belki de ilk kez polisle göstericilerin çatışmasına şahit oldu…

Yani Fransa Ekonomi Bakanı Christine Lagarde, “Global krizle birlikte sosyal patlama riskiyle karşı karşıyayız,” derken, unutmayacağız: “Krizler, en keskin hâllerde uluslararası çatışmalara da yol açarak kapitalistlerin birbirleriyle boğuşması sonucunu doğurabilir…”[14]

Sonra da “Üretim arttıkça, refah yaygınlaştıkça ve ekonomik düzey yükseldikçe diktatörlük tehdit ve tehlikesi de azalır,” diyen M. Duverger’nin saptamasının tersinin de geçerli olduğunu ya da “Emperyalizmin ne olduğunu bilmiyorsanız, faşizmin ne olduğunu bilemezsiniz,”[15] diyen P. Togliatti’nin uyarısını unutmayacağız… Hem de Kuzey ırkçılığı dört yanımızı kuşatmışken…

Evet böyle; “Zor durumlar faşizmi yaratır… The Financial Times’in yorumcusu Martin Wolf’a göre “Derin buhranlar aşırılıkları sağlıklı şekilde temizlemekten çok toplumsal ve siyasal felaketler getirir.” Gerçekten de tarih kapitalizmin bu derin krizlerinin faşizmin yükselişinin maddi koşullarını oluşturduğunu gösterir.

Ancak yukarıda da işaret ettiğimiz üzere; devrim, karşı-devrimi güçlendirerek ilerleyecektir…

Bu bağlamda sermayedarların düzeni, baskı ve sömürü üzerine kurulmuş olan kapitalizm krizle çalkalanıyorken unutmayalım: Radikal sosyalistlerin görevi kapitalizmi yıkmaktır; tamir etmek değil…

 

VI-) ÇÖZÜM (YA DA YOLUMUZ)

 

Dünya Ekonomik Forumu’nun yapıldığı Davos’ta CNBC’nin yayınına katılan spekülatör George Soros, “Finansal sistemin çöküşünün bu boyuta ulaşacağını öngörmemiştim,” deyip; Davos zirvesine katılan bir diğer isim olan Columbia Üniversitesi Profesörü Joseph Stiglitz ise “Dünyanın en büyük ekonomisi ABD’nin ekonomik durumu o kadar belirsiz ki, tahmin yapmak güç. Obama’nın planı işe yarayacak mı bilinmiyor. Çoğu ekonomist, 2010 yılının bu zamanlarının şimdikinden daha kötü olacağı görüşünde,” diye eklemişken anımsanması gereken şu: Son 30 yıldır süregiden neo-liberal politikalar tarihin mezarlığındaki yerini çoktan aldı. Her şey altüst oluyor… Muhtemelen krizin boyutları 1929’dakini aşabilir..

Çünkü dünya büyük bir krizin içinde debelenip duruyor. İşten çıkarmalar artıyor, meydanlar kalabalıklaşıyor. Kapitalizm her geçen gün biraz daha itibar kaybediyor. Peki sol, krizi en çok vuracak emekçileri bir araya getirebilecek mi? Hâkim görüş; Koşullar hazır, solun yükselme şansı kendi elinde, yönündedir…

Yaşanan krizi, bir panik hâli, birtakım açgözlülerin doymak bilmeyen iştahları, finansal innovasyon eksikliği vb. şeklinde “açıklama”ya kalkanlar, açıkladıkça batıyorlar. Pratik, her gün, gök kubbenin altında söylenmiş bu boş lakırdıları hemen, anında tekzip ediyor. Onca devlet müdahalesine rağmen krizin dibi bulunamıyor. Felç inen sistem sürekli umutsuzluk yayıyor.

Yüzleşilemeyen gerçek şu: Bu, bizatihi kapitalizmin krizi, kapitalizme içkin bir kriz. Otuz yıldır ayak sesleri duyulan bu büyük krizin en son ertelenebileceği nokta burasıydı. Burada da deniz bitti. Bu kapitalizm artık kolay kolay iflah etmez. Kâr ve sermaye birikimine dayalı bu insanlık dışı, bu doğayı, insanlığı çürütme bahasına gün bulup gün yiyen sistem, artık kim ne yaparsa yapsın, iflah olmaz durumda. Artık, bu mevtanın yeniden can bulması için hiçbir dua kâr etmez, hiçbir radikal müdahale merhem olmaz. Bu enkaz yığınının ayağa kalkıp kopan filmin yeniden, kaldığı yerden başlamasını bekleyenler, boş beklerler. Özellikle bu enkazın iyileşmesi için duacı olanların aklına turp sıkmalı.

Özellikle emekçiler açısından duacı olunacak hiçbir durum yok. Doğru olan, bu kriz ne zaman biter türü boş beklentiler beslemek, bu enkaza üzülmek yerine bu yığıntının ortasından yeni bir hayatı, yeni bir geleceği filizlendirmek, yeşertmek olmalıdır. Bugün, bu kriz insanlığa bunun fırsatını da sunmaktadır.

Sermaye, bir kez daha, bizatihi sermayenin kendi önünde engel oluşturmuştur ve bunu aşmak, belki mümkün ama çok mu çok zordur artık.

Kapitalizm, “Benden sonrası tufan!” diyenlerin sistemidir ve sistemlerinin iflah olmaz hâle geldiğini hiçbir zaman kabullenmeyecek, doğayı, insanlığı çürüterek, savaşlar çıkartarak, dünyayı yangın yerine dönüştürerek kendi varlıklarını idame etmekten geri durmayacaklardır. Ancak, bu kâr hırsı ve birikim çılgınlığından mustarip akıl sahibi insanlığın, bütün bunlara izin vermemesi gereken bir kavşaktayız artık.

Özetle, bu kriz herkese öğretecek ki, bu çürüyen kapitalizme mahkûm değiliz, başka bir dünya, başka bir toplum kurmak mümkün. Yeni bir insan, evet mümkün ve hedeflenmeli. Çürümekte olan kapitalizmi, yeni bir insanı ve yeni bir toplumu yaratmanın potansiyelini de sunuyor insanlığa. O zaman geriye ne kalıyor? Yerkürenin her yerinde emeğin sahne alması… Rosa Luxemburg’un veciz cümlesinden esinlenerek sonlandıralım: Ya insanlık ya barbarlık… Ya barbarlık ya sosyalizm… Herkes tercihe zorlanacaktır, istisnasız herkes…

Evet, “Sosyalizm, kapitalizmin ‘akıl dışı’ özelliklerinden kurtulma, bir çıkış yolu arama çabasından başka bir şey değildir. Eğer kapitalizmin toplumsal, ekonomik, ahlâki koşullarından hoşnut değilseniz ‘sosyalizm’ mutlaka ilginizi çekecektir.”[16]

Tam da bu bağlamda 68’den Nepal’e uzanan mücadele konusunda Rudi Dutschke’nin, “Devrim, birkaç günlük silahlı çatışmalar, kapışmalar demek değildir. Devrim, uzun bir yürüyüştür. Eski klikten yeni bir klik yaratıp yeni insan türü demek değildir. Tam tersine aşağıdan toplumun demokratikleştirilmesi ve yukarıdaki yönetici bürokrasiye karşı mücadeledir. Dünyanın her yerinde bu savaş sürecek. Bu savaş uzun, çok uzun bir süreçtir, Kavga bitmemiştir,” uyarısı anımsanmalıdır…

 

VII-) “İYİ DE NE YAPABİLİRİZ” Mİ?

 

Soru(n): İktisat+politika eksenindeki beşeri münasebetlerin devrimcileştirilerek, toplumsallaştırılmasındadır…

Özellikle de Nâzım Hikmet’in, “Ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer/ ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak/ kabahat senin,/ -demeğe de dilim varmıyor ama-/ kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!” diye haykırmak zorunda kaldığı Türk(iye) siyasetinde -öncelikle- Türk(iye) insan(lık)ı deyince, soru(n)lu bir alana adım atmış oluruz; ki kriz ile bu alanın soru(n)ları daha da ağırlaşmıştır…

Karl Marx’ın, “İnsansal öz, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içersinde bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür,” diye betimlediği temelde; sınıflı-sömürü açısından etkin olan kapitalist yasa “İnsanları yaşamın her anında karşıt ve birbirine karşı duyarsız efsaneler çerçevesinde eğitip yönlendirir; sahip olduğu tek ilke duyarsızlıktır (…) kapitalizmin bildiği tek şey, her şeyi yüzeysel bir şekilde eşitlemek, etkisiz kılmak ve duyarsızlaştırmaktır,” saptamasını yapar Jean Baudrillard, ve ekler: “Sermaye, emekçileri ölümüne sömüren bir mekanizmadır. Emekçilere yapılan en büyük kötülük ‘ölme hakkının tanınmamasıdır’…” Ki bu gasp da köleleşmenin kapısını aralarken; “Rasyonel gerçeğe ihtiyacımız yoktur artık; şimdi işlemsel bir gerçek vardır.”[17]

Özetle kapitalizmin devasa yabancılaş(tır)masıyla beslenen, korku(lar) ile payandalanan, ekonomik-siyasal terör ile korunan iktidarında insan(lık), geleceksizleştirilmiş hiçleştirilmiştir!

Tıpkı Kafka’nın ‘Duruşma’sındaki betimlediği gibi… Anımsayınız, ‘Duruşma’da bir sabah Joseph K.’nın evine iki polis gelir ve onu tutuklayacaklarını söyler, neden der Joseph K., sebebini söyleyemeyiz derler, biz emir kuluyuz, ama tutuklanmanızı isteyenler inceden inceye araştırır derler, sorguya çekilecektir, ama ne zaman ve kimler tarafından bir türlü bilinemez.

Mübaşir, siz bilmezsiniz, burada sorguya çekilen adam ağzıyla kuş tutsa, hâkim bildiğinden şaşmaz der. Koridorlarda bekleyen yığınla tutuklu vardır, hepsi de sorgularının bir an önce olması için kıvranır durur, her şeyi bilen bir danışma memuru vardır, ayrıca kibardır bu memur. Tutuklanma nedeni çok önemlidir ama ne olduğu hiç anlaşılamaz.

Sonunda yargıç karşısına çıkar Joseph K., ama o dehşetengiz suç hâlâ belli değildir. Etraftaki herkes mahkemenin bir çeşit adamıdır ve sonunda Joseph K.’yı bıçaklayarak öldürür iki cellat…

İnsanı, hamam böceğine tahvil eden söz konusu yabancılaş(tırıl)mayla, “Korku insanın kurdudur” önermesi, Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” saptamasıyla bütünleşir…

Korku, dört yanı sarar; her şeyi “teslim alır”; “içini boşaltır” insan(lık)ın…

Böylelikle de bütün yaşam, endişeyle/korkuyla sürünerek, sürdürülür… Bu da özgür insan(lık)ı kemirir/ bitirir; körleştirir…

Var olmanın, “gelecekte yaşamak; geleceği kovalamaktır” olduğu zorunluluğunu unutturur; ölüm korkusunun galebe çalmasına yol açar…

Yani “Ölüm, yaşama olaylarından biri değildir; ölüm yaşanmaz,” diyen Ludwig Wittgenstein’ın; veya Fethi Naci’nin, “Hâlâ ölümden korkuyorsanız, en büyük acıyı yaşamamışsınız demektir,” vurgusuyla ifade ettiği insan(lık) gerçeğine sırt dönmeyi devreye sokar ki, bu da insan(lık)ın “olağan” denilen düzen tarafından robotlaştırılmasıdır…

Robotlaştırılmak; bilinçsizleştirilmektir…

Aslı sorulursa bu; aynı zamanda da, veba gibi, yok edici salgın bir hastalıktır… Bu hastalığın mikrobu doğrudan beyinlere saldırır; yıkımı beyinlerde gerçekleşir. Hastalığın sinsi ve âni etkisi yüzünden, yakalananlar hastalandıklarının farkına varmazlar…

Onlar artık bilinçsiz, algısız, kördürler; çünkü, robotlaştırılmışlardır; (u)mutsuzdurlar…

“Kafka’nın ‘Olanaksız-Umut’u”ndaki vazgeçiştirler![18]

Bu “vazgeçiş”i, Erdal Atabek şöyle tarif eder:

“Önce ‘bakmak’ gerekiyor. İnsanların çoğu ya bakmıyor ya da yanlış yere bakıyor.

Sonra, baktığını ‘görmek’ gerekiyor. ‘Görmek’ için de görmek istemek gerekli.

Gördüğünü ‘anlamak’ bir bilinç işi.

Resmin bütününü görmek, gördüğünü anlamak, bilinçle ilgili.

‘Davranmak’ ise ‘sorumluluk’ istiyor ve ‘cesaret’.

Bakmayan, görmeyen, anlamayan, davranmayan kişiler işte bu nedenlerle, bilinçsiz, sorumsuz ve korkak…”[19]

Bu “olanaksız-(u)mutsuz”luğun vazgeçişiyle unutulan, ertelenen ise, başkaldıran insan(lık)ın ütopya ve umutlarının ancak emek ve ısrar ile geliştirilebileceğidir…

Oysa “onlar”; “Gün gelir, her şey yoluna girer,” diyerek, “ilahi bir gücün yazgımıza yön vermesini” bekleyerek; yani, bir piyango bileti alır gibi, rastlantıların yaşamı düzenlemesini isteyen utanmazlık, tembellik ve aymazlıkla yok olmayı seçerler…

Söz konusu “seçim”le kapitalizm insan(lık)ı, nasıl çirkinleştirerek, yok ediyor; veya bir acayip mahluk yaratıyor…

O mahlukların ağızları konuştuğunu, fikirlerini söylediğini sanır; ama gerçek, kesinlikle böyle değildir; çünkü onların bilincinden sözüne; şarkılarından neşe ve elemine her şeyleri tutsaktır; köleleştirilmiştir artık…

Burada kilit soru(n), artık yitir(til)ilmiş başkaldıran Türk(iye) insan(lık)ının, “sivil toplumcu”luktan neo-liberalizme, “ulusal solcu”luktan CHP’ye dek tüm barikatları aşarak, yeniden tarihin sahnesindeki yerini alabilmesindedir…

O hâlde Johan Wolfgang von Goethe’nin, “Görev, içinde bulunduğumuz zamanın bizden istediği şeydir,” sözünü unutmadan; Nâzım Hikmet’in, 26 Ağustos 1959 tarihli şiirindeki umutla: “Ay’a gidilecek, daha da ötelere…/ Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç kalmayacak,/ korkmayacak kimse kimseden,/ emretmeyecek kimse kimseye,/ yermeyecek kimse kimseyi,/ umudunu çalmayacak kimse kimsenin?..” diyerek…

Yine Nâzım Hikmet’in 6 Aralık 1945 tarihli dizelerini öfkeyle, ısrarla haykırma zamanıdır: “Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,/ akar suyun,/ meyve çağında ağacın,/ serpilip gelişen hayatın düşmanı./

Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:/ – çürüyen diş, dökülen et -,/ bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler./

Ve elbette ki, sevgilim, elbet,/ dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,/ dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla/ bu güzelim memlekette hürriyet…”

 

12 Şubat 2009 12:26:38, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Avustralya Türk-Kürt Toplum Hizmetleri Kooperatifi’nin 20 Şubat 2009’da Sydney’de, 22 Şubat 2009’da da Melbourne’de düzenlediği konferanslarda yapılan konuşma… 27 Şubat 2009 tarihinde Ankara ODTÜ Yapı Topluluğu-Mimarlık Topluluğu’nun düzenlediği “Kriz, Kentler ve Yerel Seçimler” başlıklı panelde yapılan konuşma… 5 Mart 2009 tarihinde Ankara Özgür Üniversite’de “İsyan(lar) ve İnsan(lar)” dersinde yapılan konuşma… 21 Mart 2009 tarihinde Ankara Aka-Der’in düzenlediği ‘Emperyalizm, Kriz ve Savaş’ başlıklı panelde yapılan konuşma… Kaldıraç Dergisi, No:99, Nisan 2009…

[2] Karl Polanyi.

[3] Türkel Minibaş, “ABD Gerçekten Resesyonda!”, Cumhuriyet, 2 Şubat 2009, s.10.

[4] Hasan Bülent Kahraman, “Sokaktaki Amerika: Kriz Umut ve Politika”, Sabah, 24 Kasım 2008, s.20.

[5] Metin Ercan, “Kriz ve ABD’nin Bütçe Açığı”, Radikal, 14 Ocak 2009, s.15.

[6] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Girdi mi Girmedi mi’den ‘Ne Zaman Çıkar’a”, Cumhuriyet, 9 Aralık 2008, s.10.

[7] Mahfi Eğilmez, “Küresel Krizleri Önlemek İçin”, Radikal, 4 Aralık 2008, s.13.

[8] The Guardian, 30 Ocak 2009.

[9] K. Marx, The Revolutions of 1848, New York Vintage, 1974, s.285.

[10] K. Marx, Capital, I., International Publisher, 1967 s.138.

[11] Ergin Yıldızoğlu, “Tüm Seferler İptal Edildi”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2008, s.10.

[12] Yavuz Alogan, “Katı Olan Her Şey”, Kızılcık, No:35, Kış 2009, s.18.

[13] “Yunanistan’daki protesto eylemlerinde göstericilerin ‘Kahrolsun kan, yoksulluk ve özelleştirme hükümeti’ gibi sloganlarla somut siyasal taleplere ve hedeflere (hükümete) yöneldiler… Göstericilerin, ‘Atina’da kıvılcım, Paris’te yangın, Devrim geliyor’ gibi eylemleri Avrupa’ya yaymak istediklerini gösteren sloganları abartılı bulunsa bile, The Independent gazetesine konuşan bir Fransız hükümet görevlisine göre eylemler, Avrupa Birliği’nde bir ‘Yunan sendorumu’ oluşturdu.. yönetimlerce dikkatle izleniyor. Çünkü bu eylemlere yol açan hoşnutsuzluklara hemen her AB ülkesinde rastlamak olanaklı…” (Ergin Yıldızoğlu, “Kriz ve İki ‘Semptom’…”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2008, s.10.)

[14] İzzettin Önder, “Kriz”, Kızılcık, No:35, Kış 2009, s.10.

[15] P. Togliatti, Faşizm Üzerine Dersler, Bilim ve Sosyalizm Yay., s.26.

[16] Ergin Yıldızoğlu, “Sosyalizm ve Marx Üzerine İki Not”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2008, s.4.

[17] Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Çev: Oğuz Adanır, Doğu-Batı Yay., 3. Basım, 2005, s.69-79-15.

[18] Geçerken M. Löwy’nin, “Kafka’nın romanları mağlupların bakış açısından yazılmıştır,” (M. Löwy: F. Kafka: Boyun Eğmeyen Hayalperest, Çev: I. Ergüden, Versus Yay, 2008, s.125) sözünü anımsatayım…

[19] Erdal Atabek, “Bakmak Görmek Anlamak Davranmak…”, Cumhuriyet, 5 Ocak 2009, s.4.

| 25 – 04 – 2009 |