Home , Köşe Yazıları , “Hüzünden Geçen Sevinç”: Chopin[*]

“Hüzünden Geçen Sevinç”: Chopin[*]

TEMEL DEMİRER | 30 – 03 – 2010 |

“En iyi nasihat;

iyi örnek olmaktır.”[1]

Mealen; “Müzikte gösterişten sıyrılan, gereksiz her fazlalıktan kurtulan ilk besteci: Chopin… Sonuç: En katıksız, en saf müzik… Olağanüstü bir yalınlık… Virtüözlerin aradığı parıltıyı, gürültüyü boş verin…”[2] derdi André Gide, Chopin için…

O da, “Müzik, ölümcül bir şeydir,” diye haykıran Beethoven gibi binlerce yıllık “imparatorluk”lar kuranlardandı…

Binlerce yıllık “imparatorluk”lar; evet, evet Elias Canetti’nin, “Bin yıllık imparatorluklar olmuştur: Platon’un, Aristoteles’in ve Konfüçyüs’ün imparatorlukları,”[3] betimlemesini duymamış olmazsınız…

* * * * *

Polonyalı besteci Fryderyk Chopin (1 Mart’ta doğduğu kabul edilir), bir insanın bir düzine opera veya senfoni bestelemeden de adını geçmişin en büyük bestecileri arasına yazdırabileceğinin tipik örneğidir.

39 yaşında ölen “küçük eserlerin büyük bestecisi” Chopin’in yaşadığı XIX. yüzyıl, Avrupa’nın sosyolojik olarak kabuk değiştirdiği bir dönem. Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi, burjuvazinin artık oturmaya başlaması ve milliyetçilik akımları o dönemin sadece müzisyenlerini değil tüm sanatçılarını etkilemiştir. Chopin, ömrünün büyük bir kısmını ülkesinden ve ailesinden uzakta, Avrupa’nın birçok şehrinde, ama en çok da Paris’te müziğini geliştirecek çalışmalar yaparak geçirmiştir.

Chopin; Schubert, Berlioz, Schumann ve Liszt ile birlikte müzikteki romantik akımın önde gelen isimlerindendi. Bu dönemin eserleri acı, ümit, melankoli, mutluluk ve sıkıntı gibi insanca hisleri melodik anlamda ele alır. Chopin, dönem karakteristiğiyle birebir örtüşen kimyası sayesinde, adıyla bile romantizmin evrensel çağrışımı olmasına yetecek popülerliğe ulaştı. Sanatçı, hisli tabiatından dolayı bizim kültürümüzde dahi melankoliyle özdeşleştirildi.

Polonyalı bir anne ile Polonya’da öğretmenlik yapan Fransız bir babanın çocuğu olan Frederic Chopin (1810-1849), Varşova yakınlarındaki bir kasabada doğdu. Doğduğu günden beri duyduğu Polonya halk dansları ve şarkıları, bestecinin müzikal kimliğinin şekillenmesinde etkin rol oynamıştır. Çocukluğunda müziğe olan yeteneği keşfedilen sanatçı, 20’li yaşlara geldiğinde eğitim ve kariyer için memleketini terk eder. Chopin’in Polonya’dan ayrıldıktan sonraki ilk durağı, Paris olur. Babası Fransız olan genç müzisyen, buradaki sanat çevresine kolaylıkla uyum sağlar. Ancak Chopin’in bestelerindeki melankoli örgüsünün ilmekleri, vatan hasretine dayanmaktadır. O, tuşlara dokundukça sıla özlemiyle düğümlenmiş yüreği çözülür ve yazdığı eserler en derinindeki hisleri açık eder.

Chopin’in besteciliği en çok Paris’te bulunduğu yıllarda gelişmişti. Sanatçı burada tanınmış müzisyenler, yazarlar ve ressamlardan oluşan seçkin bir çevre edindi. Chopin’in Paris’teki müzisyen dostları Berlioz, Meyerbeer, Liszt; yazar arkadaşları ise Balzac, Heine ve Musset’dir. Daha sonra Lizst’in aracılığıyla George Sand takma adını kullanan Aurore Dudevant ile tanışır. Sand yaşadığı dönemin alışkanlıklarına uymayan, erkek kıyafetleriyle dolaşan, edebiyat dünyasının aykırı ismidir. Chopin iki çocuklu, dul Sand’ın uçarılığına tutulur. Birliktelikleri boyunca dominant Sand, naif yaratılışlı Chopin’i çekip çevirir. Sand’ın Chopin ve sanatı üzerinde açık bir etkisi vardır. Aşk acısıyla harlanan ilham alevi, sanatçıya en çok besteyi bu zamanda yazdırır. George Sand, bestecinin ilk ve tek kadını olmasa da ömründe iz bırakan yegâne isimdir. Chopin’in eserlerindeki şiirsel anlatım, ona “piyano edebiyatının büyük şairi” unvanını kazandırır. Bestelerindeki zarif duygusallık, müzikal içtenlik ve dinleyenin içine işleyen derin melankoli sanatçının şairliğinin en güzel kanıtı olur. Şiirselliği gereksiz süslemelerden arındırıp sade bir ifadeyle sunması ise Chopin’i diğer bestecilerden ayıran en önemli hüneridir.

Frederic Chopin, zaman zaman piyanoyu insan sesini model alarak kullanıyordu. Yazdığı noktürnlerde piyanoya şarkı söyletir gibi etki yaratması onun bel canto (vokal-güzel söyleme) tekniğinden etkilendiğini düşündürüyor. Memleketine düşkünlüğü iyi bilinen Chopin, “Polonya stilinde bir dans” anlamına gelen Polonez formundaki eserlerinin yanı sıra piyano sonatı, vals, etüd, impromptu ve prelüdlere de imza atar. Ayrıca Polonya folkloründen mazurkaları kendi süzgecinden geçirerek zenginleştirir, bu stilin müziğine getirdiği yeni soluk, Chopin’i ve eserlerini klasikleştirir.

Çok iyi müzik kulağı olan birinin Fransızcayı Leh aksanıyla konuşması ve Lehlerle aynı dilbilgisi hatalarını yapması onun milletine ne denli bağlı olduğunun göstergesi bence. Buradaki Romantizm edebiyatla başlamış, milliyetçilik akımlarından beslenmiş bir romantizm dolayısıyla sadece yaşanmış aşk maceraları ile sınırlandırmak doğru olmaz. Ama Maria Wodzinska ile, George Sand ile yaşadıkları ve bu ilişkilerin onun müziğine olan etkisi de bir gerçektir.

* * * * *

Yaşadığı dönemin bütün özelliklerini, aşklarıyla müziğine yansıtan Chopin’i, “vatan hasreti, bir türlü iyileşemeyen bir hastalık ve kusursuz piyano çalış” sözcükleriyle özetleyebiliriz. Piyano çalışıyla kendine hayran bıraktığı Parisli hanımlardan biri onun için “Chopin tüm yaşamı boyunca ölüyordu,” ifadesini kullanmış; bir diğeri ise, bestecinin son yıllarının ayrılmaz parçası hâline gelen hastalığını “Çok zarif öksürürdü,” diye tanımlamıştı.

Öte yandan Viyana Kongresi sonrasında Avrupa’ya zorla kabul ettirilmek istenen siyasi yaşamın neden olduğu çalkantılar, kıtanın dört bir yanında olduğu gibi Polonya’da da uzun süreli karışıklıklara neden olmuş, bu süre boyunca doğduğu topraklardan uzak kalan besteci için ülkesine duyduğu özlem yaşamını etkileyen olayların başında yer almıştı. XIX. yüzyılın ilk elli yılında Avrupa haritasının geçirdiği değişimlerin Polonya için taşıdığı önemi tam olarak anlamadan, Chopin’in vatan hasretinden söz etmek doğru olmaz. Bestecinin çektiği onca sıkıntının temelinde, Çarlık Rusyası’nın bir toplumu yok sayma girişimlerine karşı çıkması ve bu uğurda ülkesini işgal eden güçlerin isteklerine boyun eğmeme direnci yatmaktadır.

XIX. yüzyılın en gözde çalgısı piyano, 1800’lü yılların ortalarına doğru sayıları hızla artan solistlerin Avrupa’nın dört bir yanında verdiği konserler yardımıyla büyük bir popülerlik kazanmıştı. Aslında bu gelişmede, şekillenmekte olan yeni toplum düzeninin ya da bir başka ifadeyle burjuva alışkanlıklarının önemli payı vardı.

Evlerin vazgeçilmez mobilyaları arasına giren piyanolar, kısa zamanda konser organizatörlerinin de baş tacı oldu. Konser organizasyonları, konser dinleme alışkanlıkları ve programların içeriği büyük bir değişim içine girmişti. Solistlerin kitleleri etkilemesi, becerilerinin sınır tanımaması, piyanonun olanaklarının sonuna dek zorlanması, dinleyenleri olduğu kadar çalanları da etkisi altına alıyordu. Böylesi bir ortamda, tüm yaşamı boyunca yaklaşık otuz kez halk önüne çıkan Chopin’in piyano çalışıyla adından söz ettirebilmesi üzerinde durulması gereken bir konudur.

Sanatçının tüm yaşamı boyunca verdiği konser sayısı, yakın arkadaşı Franz Liszt’in aynı tarihlerde neredeyse bir ayda gerçekleştirdiği dinleti kadardır. Chopin piyano çalmayı seviyor ama bunu başkalarının önünde, onların meraklı bakışları altında bir çeşit gösteriye dönüştürmekten hoşlanmıyordu. Ancak yaşamının sonlarına doğru, seyirci önünde çalmak istememesi müzikseverlerin daha çok ilgisini çekmeye başlamış, ender olarak verdiği konserlerde salonda yer bulabilmek başlı başına bir sorun olmuştu. Geniş kitleleri asıl ilgilendiren, her zaman olduğu gibi, sahnede duydukları değil o kimsenin adı etrafında oluşturulan söylentilerdi.

Chopin piyano için bestelediği yapıtlarıyla çalgının gelişmesine büyük katkı sağlamıştır. Bunu yaparken tuşlardan elde edeceği tınının her zaman ‘piyano gibi’ olmasına özen gösteriyordu. Çalgısını bir orkestraya dönüştürmek ona göre değildi. Piyano tekniğinin gelişmesi için son derece bilinçli bir şekilde bestelediği etütler, çalgının ifade gücünü doruğa çıkarmak amacıyla kaleme aldığı mazurkalar, noktürnler ve diğer parçalar hep aynı amaca, piyanodan, piyanoya yakışır bir tını elde etmeye yönelikti.

İlk konserinden başlayarak yaşamının sonuna dek karşılaştığı ‘piyanodan yeterince güçlü ses çıkaramıyor’ eleştirisi, aslında onun çalgısına bakış açısının sonucuydu. O dönem piyanoları henüz günümüzdeki çalgıların yapısal özelliklerine sahip olmadığı için güçlü ses çıkarmaya çalışmak, çıkan sesin tınısını değiştiriyor ve Chopin’in arzuladığı tını aniden kayboluyordu.[4]

* * * * *

Ne demişti şair Baudelaire? Güzelliğe en yakışan, güzelliğin asıl hakkını veren duygu hüzündür.

André Gide ise şiirde Baudelaire ne ise müzikte de Chopin odur diyor. İkisi de melal yani melankoli ehli.

Buradaki elem, aslında mükemmeliyet arayışıdır, demiş Gide… Ve gerçek Chopin, hüzünden geçerek sevince ulaşandır demiş. “Çünkü Chopin’de egemen olan sevinçtir…”[5]

39 yıllık kısa yaşamı boyunca Chopin, daima “küçük şeylerin büyük bestecisi” ve romantizmi olagelmiştir.

Her bestecinin üzerine yapıştırılan yaftalardan Chopin de öldükten sonra nasibini almış, XX. yüzyılın hayli geniş bir dilimi boyunca üzerine ‘veremden gitmiş zavallı romantik besteci’ kıyafeti giydirilmiş ve Chopin zırıl zırıl çalınması gereken, içli bir besteci olarak kafalarda kurgulanmıştı.

Elbette yaşamını tümüyle tuşlara adayan, yalnızca piyano için yapıtlar üreten bir besteci olarak Chopin, sadece “bu” değildi; ancak XIX. yüzyıl Romantizm’inin XX. yüzyıla aktardığı bakış açısının da taşıyıcılarındandı…

Günümüz klasik müzik dünyasında J.S. Bach, Mozart, Beethoven, Brahms, Schubert gibi dâhi bestecilerle anılması gereken Chopin’in büyük besteciler arasında belki de en özgünü olabilmesinin önemli sebeplerinden biri de onun aynı zamanda, memleketinin halk ezgilerini tüm büyük eserlerinde doyasıya kullanmış bir “büyük yurtsever” oluşudur. Polonez, mazurka, krakowiak gibi Leh öğeleri Chopin’in yalnızca eserlerinin adlarında bulunmazlar; bestecinin armonileri, ritimleri, kromatizmine kadar sinmiş temel materyallerdir her biri…

Bedeni de ruhu gibi kırılgan ve hassas olan Chopin, cenazesinde kendi yazdığı ‘Cenaze Marşı’nı değil de, Mozart’tan Requiem’in çalınmasını vasiyet etmiştir…

Onun çok genç, 39 yaşında veremden ölmesi; bana göre, Mercedes Sosa’nın, “Teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için/ yorgun ayaklarımın adımlarını verdin/ onlarla şehirleri ve gölcükleri gezdiğim/ ve kumsalları ve çölleri, dağlar ve ovaları/ ve yürüdüğüm, senin evin, senin cadden, ve senin avlunu…”

“Teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için/ bana gülüşü, gözyaşlarını verdin/ böylece yıkıntılardan kısmeti ayırdığım/ şarkımı yapan iki maddeyi/ ve benim olan hepinizin şarkısını…” terennüm eden “Gracias A La Vida”nın haykırışıydı sanki…

4 Mart 2010 10:29:59, Ankara.

N O T L A R

[*] Newroz, Yıl:4, No:126, 25 Mart 2010…

[1] Malcom X.

[2] André Gide, Chopin Üzerine Notlar, Çev: Ömer Bozkurt, Can Yay., 2010.

[3] Elias Canetti, “Notlar’dan”, Cogito, No:2, Güz 1994, s.143.

[4] Aydın Büke, “Notalarla Kurulu Bir Dünya”, Cumhuriyet Kitap, No:1044, 18 Şubat 2010, s.18.

[5] Nilüfer Kuyaş, “Chopin: Hüzün ve Sevinç”, Taraf, 22 Ocak 2010, s.16.