Home , Köşe Yazıları , “Fatmagül’ün Suçu Yok, Biz Onu Bihter Sandık!”[*]

“Fatmagül’ün Suçu Yok, Biz Onu Bihter Sandık!”[*]

SİBEL ÖZBUDUN | 28 – 10 – 2010 |

“Kadınların tarihi her şeyden önce

baskı altına alınmışların tarihidir.”[1]

“Birincisi kültür nedir? İkincisi kültür ile tecavüz tanımları yan yana kullanılabilir mi? Kullanıldığında ne gibi sorunlar yaşayabiliriz?” sorularına ilişkin kısaca şunlar ifade edilebilir.

“Tecavüz kültürü” kavramı son zamanlarda kimi kadın çevrelerinde revaçta bir kavram hâline geldi. Bu kavramla, sanırım tecavüzün arızî bir görüngü, rastlantısal bir (eril) şiddet patlaması olmadığı, “kültürel” bir boyutu olduğu, belki de belirli bir kültürel rasyonele dayandığı vurgulanmak isteniyor – anlaşılabilir bir vurgu…

Ama kavramın dinleyicide uyandırdığı algı bununla sınırlı kalmıyor. “Tecavüz kültürü” terimi, tecavüzün kültürel bir boyutu olduğundansa, bizatihî kültürel bir pratik olduğunun anlatılmak istendiği izlenimini veriyor. Benim itirazım ise, tam da buna.

Bence sorun, “kültür” kavramının hatalı kullanımından kaynaklanıyor. Aslına bakarsanız, bu da anlaşılabilir bir şey. Kanımca “Kültür”, bu terime sahip olan bütün dillerde, yeryüzünün en muğlak, en ikircimli kavramlarından birine gönderme yapan bir sözcük. Bir yandan bir topluluğun yaşam tarzı, coğrafî ve toplumsal çevrelerine uyarlanma stratejilerinin bütünü, kişilik sistemi, çevreyi, deneyimlerini, yaşamlarını anlamlandırmalarına yardımcı olan kolektif zihinsel şablonlar, bir topluluğu bir arada tutan değer ve anlam sistemleri vb. toplumbilimsel (dilerseniz bunlara “antropolojik” diyelim) tanımları var.

Diğer yanda, daha çok muhafazakâr çevrelerde ve popüler katmanlarda, halk kitlelerinde okunduğu hâliyle, “örf ve adetler, gelenekler, değerler, ataların yolu” vb. gibi daha yalınkat, kestirmeci (ve kimi zaman lince dek varan yaptırımcı bir güce sahip) bir yorumu var.

Ya da entelektüel kesimler ve/veya aydınlar arasında “yüksek kültür” olarak anlaşılan, rafine estetik, entelektüel yeti ve beğenilere, birikime gönderme yapan versiyonundan söz edilebilir.

“Mikrop kültürü”, “agrikültür/tarım”, “kültür-fizik” gibi kullanımlarındansa hiç söz etmiyorum.

Bu tanımların zaman zaman birbirine karşıt olarak kullanıldığı, hatta bu karşı(t)laşmalardan yıkıcı sonuçlar türeyebileceği de bilinir: Bunun en yakın (ve kanımca çarpıcı) örneği, Tophane’deki sergilere yönelen saldırıların her iki tarafın da “kültür” adına hareket ettiklerini düşünmeleriydi. Galeri sahipleri, sanatçılar ve sanatseverler, göreli geri bir mahalle halkını “kültür” ve “sanat” ile tanıştırmanın gururunu taşırken, mahalleli ise, kendi “yaşam tarzları” (örfleri, adetleri, gelenekleri vb.), yani “kültür”lerini koruma adına, [bu konuda aslî bir rol oynadığı kanısında olduğum “kentsel rant” meselesini şimdilik bir yana bırakarak] “dışarıdan gelen” (yabancı, “züppe”, “entel-dantel”…)lere saldırmaktaydı…

Dediğim gibi, “kültür” fazla geniş, fazla muğlak, hatta zıt anlamlar yüklenebilen bir kavram.

Ben, “tecavüz kültürü” tamlamasına karşı çıkarken, kültürün “antropolojik” anlamından hareket ediyorum. Tanımlar bu alanda da muhtelif olsa bile, en azından belli bir tutarlılık gösterir; benim tanımım ise, en kestirme hâliyle, “uzun bir tarihsel kesitte bir arada yaşayan ve ortak geçim stratejileri izleyen bir insan topluluğunun süreç içerisinde paylaşır hale geldiği zihinsel yönelimler” gibi özetlenebilir. Hiç kuşkusuz, herhangi bir kültürü paylaşan hiç bir topluluk, homojen değildir, her topluluk bünyesinde farklı ve çelişik, hatta çatışkılı kesimleri, sınıfları, yaş ve cinsiyet gruplarını… vb. barındırır; bu çatışkılar kültürde de ifadesini -örtük ya da açık biçimlerde- bulacaktır.

Şimdi, böylesi bir “kültür” tanımından kalkındığınız, yani kavramı antropolojik içerimleriyle kullandığınızda, “tecavüz kültürü” (ya da aynı ölçüde yaygın olduğunu gördüğümüz “linç kültürü”, “şiddet kültürü”, vb.) gibi kavramlar, anlamsızlaşacaktır. “Tecavüz” (ya da linç, vb.) gibi edimleri kendi başına normal, olağan, sıradan, olması gereken vb. sayan bir toplum yoktur, benim bildiğim kadarıyla. Çünkü her toplum, (kendini yeniden üretmesinin temeli olarak) erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkiyi belirli bir istikrar temelinde sürdürülebilir kılacak aygıtları geliştirmek durumundadır; tecavüz ise bu istikrarın imhasıdır… Bu anlamda bir “tecavüz kültürü”nden söz etmek, bir yanılgıdır.

Ancak bu, tecavüzün kültürel boyutları olmadığı anlamına gelmez. Evet, tecavüzün bir kültürel işlevi vardır: pek çok sınıflı toplumda iktidar ilişkilerinin biçimlendiricisi ve payandalayıcısı olan bir kültürel biçimlenişin, ataerkinin (dilerseniz “ataerkil kültür” diyebiliriz buna…) sürdürümünün bir aygıtıdır tecavüz (ve dayak, ve hatta kadın cinayetleri)… Bir “had bildirme” aracıdır; sınırını şaşırmış, ataerkinin kendisini yerleştirdiği konuma rıza göstermeyen, kendisine dayatılan sınırlara itiraz eden kadınlara verilen kolektif, eril bir ceza… Ya da savaşta yenik düşen tarafı, kadınlarının bedenleri üzerinden onursuzlaştırma, teslim alma harekâtı…

Bilirsiniz, bu toplumda tecavüz, genellikle normlara uyan (evinin kadını, bir erkeğin “namusu”, normlara uygun giyinen, geceleri sokaklara çıkmayan, içki içmeyen, flört etmeyen, kocasının, babasının, ağabeylerinin sözünden çıkmayan….) kadınlara değil, sınırları zorlayan, ihlâl eden “aykırı” kadınlara yönelik bir ceza ya da ceza tehdididir. Şiddet ya da tecavüz, hatta salt tecavüz tehdidinin varlığı, kadınlar üzerindeki eril denetimin bir aracıdır. Bir başka deyişle, ataerkinin kendini sürdürüm araçlarından bir tanesidir.

Bunu, en iyi, Ankaragücü Kasımpaşa maçında bir ağızdan haykıran erkek topluluğu, kanıtlamaktadır: “Fatmagül’ün suçu yok, biz onu Bihter sandık!…”[2]

28 Eylül 2010 17:51:30, Ankara.

N O T L A R

[*] Günlük, 10 Ekim 2010…

[1] Andree Michel.

[2] Murat Emir Eren, “Fatmagül’ün Suçu: İstismar”, Pazar Sabah, 26 Eylül 2010, s. 17.