Home , Röportaj , DTK Meclis Üyesi Kemal Bülbül: ‘Sosyalizm bir retorikten ibaret değildir’

DTK Meclis Üyesi Kemal Bülbül: ‘Sosyalizm bir retorikten ibaret değildir’

RÖPORTAJ | 17 – 05 – 2011 | Demokratik Toplum Kongresi Daimi Meclis Üyelerinden Kemal Bülbül ile yaptığımız röportajda 12 Haziran seçim sürecini ve güncel gelişmeleri çok yönlü konuştuk. Uzun yıllar KESK ve Eğitim Sen çalışmaları yürüten Bülbül, HADEP Ankara İl Başkanlığı ve Merkezi Yöneticiliğinin ardından yaşadığı tutuklanma sürecinden sonra, 5 yıllık bir Siyaset Yasağıyla yüzyüze kaldı. Siyasi Yasağı henüz bitmiş olan Kemal Bülbül, şu an DTK Daimi Meclis Üyeliği ve Demokratik Anayasa Aktivistliğinin yanısıra, Alevi Bektaşi Federasyonu ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Yöneticiliği yapıyor.

AHM: BDP öncülüğünde T.C. devletinin askeri ve siyasal operasyonlarına tepki olarak bir Sivil İtaatsizlik kampanyası başlatıldı. Bu kampanya çadırların söktürülmesi,çadır savaşları ve milletvekillerinin darp edilmesi suretiyle bastırılmaya çalışıldı. Önümüzdeki süreçte bu kampanyanın seyri ne yönde olacak ve bizi nasıl bir süreç bekliyor?

Kemal Bülbül: Ben bu konuda ancak bi yorum yapabilirim, izlenimlerimi paylaşabilirim, çünkü kendim Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkan Yardımcısıyım. İzlediğim kadarıyla şöyle bir pozisyon var: Bugüne kadar Kürt halkının ortaya koyduğu çeşitli demokratik eylemler var. Bir de silahlı süreç var. Bütün bunların sonucunda, gelinen noktada aslında Kürt sorununun bir şekilde çözüme kavuşması gerekiyor, fakat gerek T.C. devleti gerekse AKP hükümeti Kürt sorunun demokratik çözümü noktası olması gerektiği gibi çözmek yerine, Cumhuriyet fikrini oluşturan tekçilikte ısrar edince, sanıyorum Kürt halkı eylemde farklılık olarak daha fazla toplumsallaştırma,gündeme getirme,kitlesel hareketleri daha yığınsal hale dönüştürme nedeniyle Sivil İtaatsizlik diye tabir edilen eylemlere başvurdu. Aslında bu eylem şekil ve nitelik olarak yeni değil, ama işin içerisine Sivil Cumalar, Demokratik Çözüm Çadırları ve bu çadırlarda yapılan seminerler, paneller, halkla aydınların buluşmuş olması, halkın kendiliğinden bir demokratik tavır ortaya koyması vs girince, aslında Kürt halkının sosyal, kültürel, siyasal yaşamda ne kadar örgütlü olduğunun bir kez daha açıkça görülmesi sözkonusu oldu. Bunun yanısıra Türkiyede seçime gidilirken ülkede yegane güç olduğunu iddia eden AKP hükümeti ve Başbakan, buna beklenenin üstünde bi reaksiyon verdi. Aslında kendi mantığı içerisinde beklenen bi reyaksiondu bu. Özellikle polis aracılığıyla şiddeti de aşan, öldürülmeye ve yaralanmalara, yerlerde sürüklenmelere yol açan, dokunulmazlığı kendi hukuku dahilinde tescillenmiş milletvekillerini darb eden bi pozisyon ortaya çıktı. Bu aslında direk olarak hem seçim süreciyle hem de Kürt sorununda gelinen noktayla alakalı. Bir yandan İmralıyla görüşmeler yapılırken ve bunlar devlet ve Başbakan tarafından ifade edilirken, öte yandan halktan demokratik tapel niteliğinde olan bir takım çıkışlara karşı gösterilen reaksiyonu akılla açıklamak mümkün değil. Siz birinci derecede muhattapla sorunun çözümü için görüşmeler yapıyorsunuz, ama halkın demokratik taleplerine de bu şekilde tepki veriyosunuz. Bu da devletin kendi organları içersinde ne kadar uyumsuz, agresif, aslında devlet ve demokrasi ciddiyetinden uzak olduğunu da gösteren birşey. Nitekim Türkiyede devlet kurumları arasında bir ahenk ve uyum yoktur. Emniyetle Genel Kurmay arasında, İstihbaratla hükümet arasında bir uyum yoktur. Herkesin kendine göre bir devet oluşturduğu ve bu devletçikler üzerinden kendine mahsus bir çözüm ya da çözümsüzlük yaratarak, halkta şöyle bir psikoloji oluşturulmaya çalışılıyor: bu sorun çözülmez. Bir umutsuzluk ve bu umutsuzluktan kaynaklı örgütsüzlüğün dayatılmaya çalışıldığı bir durum. Bu çok yönlü birşey. Halkın gösterdiği tutum, dayanışma çok anlamlıdır. Kürt halkının iliklerine kadar ezilmiş, zorunlu göçten kaynaklı işşiz kalmış, çocukları sokakta dilencilik yapan ya da mendil satan, bu şekilde bir sosyolojiye mahkum edilen bir halk. Bu halkın siyasal ve kültürel olarak oluşturduğu bilinç düzeyi, bilim insanları tarafından dünya çapında sosyolojik/ psikolojik olarak incelenmesi gereken birşey. Ben özellikle sol/sosyalist hareketlere şunu söylemek istiyorum: Sosyalizm bir retorikten ibaret değildir. Marx`ın ve diğer Dünya Devrim Hareketlerinin oluşturduğu teorik retoriği ifade etmekten ibaret değildir. Ben Sosyalizmi Kürt halkı nezninde şöyle anlıyorum: 1990`lı yıllarda boşaltılan köylerden kentlere gelenlerin hiçbirşeyi yoktu. Ve oturdular, hiçbirşeyi paylaştılar. İşte bu, Sosyalizme giden düşünsel ve duygusal yolun ta kendisidir. Düşünün, derme çatma teneke bir gecekonduda, duygusal yaralarıyla yaşama tutunan ve duygusal dayanışmayla birbirlerini ayakta tutabilen bir toplum. Bu, sınıfsal karakterin oluşmasında, toplumsal yapının oluşmasında, dayanışmanın oluşmasında çok ciddi moral-motivasyon teşgil eden bişeydir. Araştırıldığında görülecektir ki, Küba`da, Vietnam`da, Rusya`da oluşmuş toplumsal/ideolojik yapının alt nüvenelerini oluşturan temel, moral değerlerdir. Sol/Sosyalist hareketler değerlendirme yaparken bu noktayı ciddiye almalıdır diye düşünüyorum.

AHM: İçerisinden geçtiğimiz sürecte kilitlenen ve çözümsüzlüğe itilen bir KCK davası gerçekliği var. Halkın seçilmişlerinin ve iradesinin mahkum edilerek, siyasi yaşamdan uzak tutulması gerçekliği var. Bu gerçekliği göz önünde tutarak, R.T.Erdoğa`nın HAMAS hakkında yaptığı „Ben Hamas’ı bir terör örgütü olarak görmüyorum. Hamas bir siyasi partidir, ülkesini işgalden korumaya çalışan bir direniş örgütüdür. Halkın seçilmişlerinin tutklanması kabullenilemez“ değerlendirmesi sizce ne denli samimi?

Kemal Bülbül: AKP 2002`de iktidar olduğunda bazı çevrelerin şöyle bir beklentisi vardı: AKP hem kendi Türk İslamcı statükosuna, hem devletin statükosuna, hem de uluslararası emperyal güçlerin oluşturduğu statükoya bir panzehir olacak. Biraz daha liberal olacağına dair bir beklenti vardı. Bu, aslında bir anlamda doğruydu. Fakat AKP`nin mevcut statükoya vereceği tepki bundan ibaret. AKP`nin kendisi aslında devletin güdümünde büyümüş, 12 Eylül mantığının üretip ortaya koyduğu bir projedir. Nitekim 12 Eylül, aslında 1920`nin yılları başında mayalanmış olan Türk İslam sentezini biraz daha güçledirerek, sistematize ederek, kurumlarını ve psikolojik altyapısını oluşturarak pekiştirdi. Örneğin Kenan Evren`in devrimciler için söylediği asmayalım da besleyelimmi tabirini hatırlayalım. İşte bunları beslediler. Bu beslemeler 2 Temmuz 1992`de Sivas`ta bizi yakanlardır. Bu beslemeler Kürdistan`da faili meçhul cinayetleri işleyenlerdir. Ve yine bu beslemeler Genel Kurmay Başkanı`nın iyi çocuklar dediği kişilerdir. AKP`nin anti-militer bir yapısı varmış gibi bir durum yaratılmaya çalışılıyor. AKP`nin kendisi psikolojik olarak militarist bir yapıdır, anti-militarist bir yanı yoktur. Dünya emperyal güçlerinin Türkiye`ye yüklediği misyon gereği orduyla bir anlaşmaya gidilmiştir. Bu anlaşmada birbirlerine misyonlar ve yeni roller verilmiştir. Bu rollerde Türkiye`nin farklılklarını asimile etme rolü AKP`ye, bu farklılıkları kaba kuvvetle, şiddetle ortadan kaldırma rolü de orduya verilmiştir. Şimdi, yapbozun iki parçası karşılıklı olarak birbirini tamamlar niteliktedir. Bunun içerisinde elbette başka güçler de var, ama sonuçta bu şekilde tahlil ettiğinizde şöyle bişey ortaya çıkıyor: AKP bir devlet partisidir ve devletin ürettiği bir kurumdur. Devletin İslamcı Milliyetçi sağıdır. Bu noktada işi dengelemek gerekiyordu. Bir de Deniz Baykal e CHP nezninde dibe vurmuş devlet solunun canlandırılması gerekiyordu. Buraya da çok ilginç bir atak yapılarak, Kılıçtaroğlu ortaya sürüldü. AKP için Erdoğan neyse, CHP için Kılıçtaroğlu odur. Güya CHP`nin statükosunu kırmak için biraz daha liberal, ılımlı, devletin mantığı nezninde halkçı bir görünüme büründürülüp kitlelerle buluşturma anlamında, Kürt Alevi birisi özellikle seçildi. 1970`li yıllarda halkçı, Karaoğlan Ecevit rolünün devşirilip Kemal Kılıçtaroğlu`na yüklendiği bir pozisyon yaratıldı. Şu anda Avrupa`da ve ABD`de var olan iki ana akım var: Demokratlar ve Cumhuriyetçiler. Tahtırevallinin iki tarafına oturmuşlar, birisi iniyor, birisi çıkıyor. Ben bunu Alevi diliyle şöyle tabir ediyorum: AKP Muaviyedir, CHP de Hızır Paşadır. Birisi inip birisi çıkarken, biz de yıllardır matamatikteki etkisiz eleman pozisyonda olanları izliyoruz. Fakat bugün bu oyunu bozan birşey var. Cumhuriyet kurulurken bugünkü güçlerin hepsi vardı. 6 temel güç vardı: Kürtler, Sosyalistler, İslami kesim, Aleviler, Sivil bürokrasi ve Ordu. Bugün bu güçlerin hepsi yine var, ama güç dengelerinde oyunu bozan birşey var: Kürt halkının siyasal örgütlülüğü, belki alevilerin son birkaç yıl içerisinde yaptığı kitlesel eylemliliklerle, “Türkiye laiktir laik kalacak” saçmalığının sona ermesi, aslında laiklik diye birşeyin olmadığı ve Türk islamcılığının Diyanet İşleri Başkanlığı`nın aracılığıyla örgütlendiği (zorunlu din dersleri vs).1920`lerde Tekke ve Zaviyeler kanunuyla ve buna benzer kanun çalışmalarıyla, aslında Kemalizm`in islamiyeti değil, Aleviliği hedef aldığı açığa çıktı. Örneğin Tekke ve Zaviyeler kanununda şöyle bir tabir var: bundan sonra büyücü, üfürükçü, dede, pir, derviş sıfatı kullanılamaz. Biz Aleviler için pir, dede, inanç kurumumuzun ve toplumsal değerlerimizin birinci derecede temsilcileridir. Bu temsilcileri büyücü ve üfürükçüyle bir tutuyor bu kanun. İşin tuhaf tarafı, Aleviler`de şöyle bir algı var, sanki Tekke ve Zaviyeler kanunu islamcılara karşı yapılmış, kendilerini kapsamayan bir olguymuş gibi bi algılayış var. Hacı Bektaş dergahını kapatmışlar, ve Kürdistan`daki medreseleri kapatmışlardı, ki bu medreseler halkın kendi inisiyatifiyle oluşmuştu. Bunun dışında bugün alıp başını yürüyen devasa tarikatlara hiç dokunmamışlar, aksine önünü açmışlar. Başa geri dönecek olursak: Türkiye`nin devlet aklı bir konu etrafında patinaj yapıp durur genelde. Uluslararası güçler bu devlet aklını tetikleyerek değişime yönlendirdi. Değişim ama neden? Bakın Kürtler ayakta. Eskiden 2 Temmuz`larda sokağa çıkan Aleviler de uyanmaya başladı. Dolayısıyla Türkiye`nin bir açılıma gitmesini zorladılar. İlk açılımın adı Kürt açılımıydı. Arkasından Alevi, Ermeni ve Roman Açılımı geldi. Bu açılımların sonucuna bir bakalım. Alevi açılımının sonucu: sizi de Diyanet İşleri Başkanlığı`nın içine alacağız dediler (sanki çok büyük bir lütuf) ve Cemevlerinin adı değiştirilerek müsade görecek dediler. Kürt açılımının sonucu: KCK davası.Tamamiyle kendi hukuk ve kuralları dahilinde politika yapan insanlar adeta Guantanamo tutsakları gibi sıraya dizildi. Ermeni açılımın sonucu: Hrant Dink davasının geldiği noktadır. Roman açılımının sonucu: Romanlara Manisa-Selendi`yi dar ettiler, insanlar gidecek yer bulamadı. Dolayısıyla bu açılım dedikleri, aslında nihai bir asimilasyon projesinden ibaret. Çok şey yapıyormuş gibi görünerek aslında hiçbirşey yapmamak. Bu hiçbirşeyin sonucunda da bugüne kadar gelen yöntemi yeniden revize ederek ortaya sürmekti hedef. Bu politika artık tutmuyor. Bu seçim sürecinde bu daha da belirgin oluyor. BDP`den seçilecek insanların düşünce gücüyle, sosyal ilişki gücüyle, halkla ilişkiler gücüyle, uluslararsı hukukun normlarını ortaya koyarak oluşturacağı bir performans var. Türkiye`de Milletvekili profili tartışılır bir duruma geldi. Eskiden Milletvekili seçilirdi, Ankara`ya gönderilirdi, tekrar kentine döndüğünde mukaddes birşey gemiş gibi karşılanırdı, herkesin karşısında neredeyse secdeye durduğu bir tipolijiydi. Şimdi, Kürdistan`da Milletvekili geliyor, halkın sorunlarıyla ilgileniyor, onlarla sohbet ediyor, çay içiyor, yerde sürükleniyor. Durum böyle olunca bölgedeki halk AKP Milletvekillerinin duruşunu sorguluyor. Böyle bir çelişki ortaya çıktı. Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku`nu olşturan güçler de bunu dikkate almak zorunda. Evet, Blok içerisinde değişik düşünsel, algısal ve yorum farklılıkları var ve bu çok doğal. Zaten platform olmanın gerekliliklerindendir bu. Bu cepheye karşı olan güçler, bu demokratik Bloku bir bütün olarak görerek topyekün karşısına alıyor. Bu topyekün karşıya alış Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Alevi sorunu, Emek sorunu, Kadın sorunu, Öğrenci sorunu, bütün bunları hedef alan bir projeyi kapsıyor. Kitlede ortaklaşan birçok nokta var, ama örgütlenme konusunda bir fikir ayrılığı var. Milletvekillerinin halkla bütünleşmesinde bu fikir ayrılıkları azami noktaya indirgenerek güven kavramı büyütüldü. Batı kentlerindeki sosyalist arkadalşarımız mutlaka Kürdistan şehirlerine gidip bölgeyi gözlemlemelidir, anlamalıdır. Aynı zamanda Kürt aktivistler de örneğin Karadeniz`e gidip ordaki siyasi yaşamı sahiplenip paylaşmalıdır. Bu, kurumsal, toplumsal, etniksel ve inançsal anlamdaki yabancılaşmanın önünü alacaktır.

AHM: Türkiye gerçekliğini göz önünde bulundurduğumuzda özellikle BDP`nin ve Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku`nun kitleler üzerindeki etkisi, belli statükoları kırmada önemi nedir sizce?

Kemal Bülbül: Öncelikle, güçlerin biraraya gelip bir Blok oluşturması, sol kurumlar biraraya gelemez önyargısını ortadan kaldırmıştır. İkincisi,1970`li yıllarda ortaya çıkan ve Türkiye`de devrimci-demokratik tarihi değerler için bir sembol olan Mahir Çayan`ların nezninde Ertuğrul Kürkçü`nün Kürt siyasal hareketiyle buluşmuş olması, birkaç sözcükle açıklanamaz, çok daha değerli ve geçmişi/geleceği olan birşey. Üçüncüsü, bu Blok`taki siyasal yapıların tanış olması, siyasal fikirlerin tanıdık olması ve ortak proje üretebiliyor olması. Dördüncüsü, halka gidiş ve güven verme açısından, ortak eylemliklerde kitleyle buluşma açısından önemli. Diğer bir nokta, toplumların birbilerini tanıması, önyargıların kırılması. Bütün bunlardan da ziyade en önemli olan enternasyonalizmin inşa edilmesidir. Örneğin Marksizm`e dayalı siyaset yapan bir yapının başka bir kurumla buluşması, Marksizm`in güncellenmesi ve ilerletilmesini içinde barındıracaktır. Marksizm`in siyasal ihtiyaçlar ekseninde yenilenmesinde bir değere yol açacaktır. Bu siyasal hareketin yekpare duruşu, Türkiye siyasal hareketini tümden etkilecektir,değiştirecektir demek şu an itibariyle erken olabilir. Fakat bu birliktelik uzun vadede sürdürülebilirse eğer, Kırklareli`nden Hakkari`ye, Samsun`dan Antalya`ya kadar, ifade edilebilir. Belki uzun süredir siyasal demokratik hareketlerin farkında olmadığı birşey var: Biz içinde bulunduğumuz kurumlarda yürüttüğümüz mücadeleden kaynaklı buna tanığız. Yaşar Kemal`in bir sözü var: “İlyada ve Odissea yı bir odaya kapatsaydınız, Avrupa edebiyatı olmazdı.” Siz şimdi Şeyh Bedrettin`i, Pir Sultan Abdal`ı, Ahmedi Xani`yi, Feqiye Teyran`ı bir yere kapatsaydınız, Cigerxwin, Nazım Hikmet ve Ahmed Arifler olmazdı. Dolayısıyla Mahir Çayanlar ve İbrahim Kaypakkayalar da olmazdı. Birbirini tetikleyen, üreten, adeta zincirin halkaları gibi birbirine bağlı olan bir süreç var. Bu sürecin en temel faktörlerinden bir tanesi Alevi kültürüdür. Alevi kültürünün Selçukluda, Osmanlıda Cumhuriyet tarih boyunca egemene, sömürene, ezene karşı isyancı duruşu, felsefenin içindeki hümanite, sahidende tüm örgütler açısından görülüp dikkate alınması gereken bir olgudur. Türkiye`nin neresinde olursa olsun, Yunus Emre`den, Pir Sultan Abdal`dan bir dörtlük söylerseniz, inancı ne olursa olsun, insanların yüreğine hitap edersiniz. Siyasal demokrat hareketlerin siyasallaşma süreçlerinde bu tür değerleri de doğru temsil etmesi ve halkla iletişimde bir dil olarak kullanması gerektiğini düşünüyorum.

AHM: Siz Alevi Bektaşi Federasyonu aktivisti ve yöneticisi olarak, Türkiye`deki Dinsel ve Mezhepsel farklılıkları nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle Kürt Ulusal Mücadelesi açısından baktığımızda, Türkiye ve Türkiye Kürdistan`ı ekseninde varolan bu farklılıklar sizce bir sorun mu? Sorunsa eğer, nasıl çözülebilir? BDP bu farklılıkları ansıl ele almalıdır?

Kemal Bülbül: Tabii ki bu dini farklılıklar bir sorun. Ama bu sorun çözülebilir. Demokratik Toplum Kongresi`nde iki tane inanç konferansı yaptık biz. Bu konferansa Aleviler, Sunniler, Sunniler`den Hanefi ve Şafiler, Ezidiler, Hristiyanlar, Hristiyanlar`dan Ermeniler ve Süryaniler, Nüsayriler, Arap Alevileri, Mehellemiler katıldı, ki birçok insan belki de bunları yeni duyuyor. Bu konferansta birinci çalıştayda tanış olma amaçlı inançlarımızı birbirimize anlattık ve şu görüldü ki, aslında birimizin yaşadığı acıyı ötekimiz de yaşamış ama biz acılarımıza tanık değiliz. Acılarımızın aynı duygusal frekansa tekabül ettiğini gördük. Tanış olduktan sonra, inanç özgürlüğü ve eşit yurttaşlık denilen kavramın, toplumsal anlamda hukuksal olarak nasıl oluşturulması gerektiğini düşündük ve ikinci çalıştayı onun üzerine yaptık. Bu çalışmada da şunu farkettik: Aslında inancın kendisi halksal bir karakter olarak çok da sorun yaşamıyor, ama egemenler işin içerisine girip teblici, vahiyci bir dil kullandıkları zaman, sorunlar yaşanmaya başlıyor. Türkiye`de mezarı bilinmeyen yüzlerce insan var, ama 4 tane sembol isim var: Pir Sultan Abdal, Seyid Rıza, Şeyh Said ve Said-i Kurdi. Bunların ikisi alevi, ikisi sunni. Devlet katletmiş ve dördünün de mezarını ortadan kaldırmış, Sunni ya da Alevi ayırd etmemiş ki. Demek ki mesele mezhep değil. Halk kendi inancına sahip çıktığında, onu halk gibi yaşamak istediğinde, kendi yorumuyla ve kendi değerleriyle bütünleştirdiğinde karşısında devleti bulmuş. Devlet, benim dediğim gibi Kürt, Türk, Alevi, Sunni, Kadın, Öğrenci olacaksın diyor. Belli bir tip yaratıyor. Bu tipe karşı ne kadar karşı çıkarsanız ve anti bir tip yaratırsanız o kadar güçlüsünüz. Dediğim gibi bu bir sorun ve bir çırpıda çözülür birşey değil. Bunun çözülmesi uzunca bir süreç gerektirir ve bu çözümün temel esprisini Alevi toplumundaki bir düşünceyle açıkayabiliriz: “Herkesin inancı kutsaldır, kendine kutsaldır.” Herkes kendi inancını yaşamalıdır. Herkesin inancı kendine göre haktır. Yunus der ki: “Hak bir gönül verdi bana, Ha demeden hayrân olur. Bir dem gelir şâdân olur, Bir dem gelir giryân olur. Bir dem varır mescidlere, Yüz sürer anda yerlere. Bir dem varır deyre girer, İncil okur ruhbân olur.” Bu çerçevede bakıldığı zaman,herkesin inancının kendine mukaddes olduğu gerçeği kavrandığı zaman ve bu inancın yaşanmasında, yürütülmesinde, mekanlarında, toplumsal oluşumunda herhangi bir müdahale olmadığı zaman, bu bütünlük sağlanacaktır. Bu bütünlüğün sağlanması da, dediğim gibi birbirini tanımakla, evrenseleşmeyle, evrensel hukuku oluşturma yolunda kendisi bir özne, kendisi bir misyon, kendisi bir yapıcı olmakla, nasıl olsa devletin laikliği var saçmalığına kapılmadan, bunun toplumsal hukukunu kendi oluşturma bağlamında işin içine katılmakla olur. Böyle yaklaşılırsa bu noktada çok rahatlıkla bir çözüm olabilir diye düşünüyorum.

AHM: Bizimle çok değerli yorum ve görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkür ediyor, çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.

Kemal Bülbül: Ben teşekkür ederim.