Anasayfa , Köşe Yazıları , Kemalist İktidar üzerine notlar 1-Zahit Atam

Kemalist İktidar üzerine notlar 1-Zahit Atam

200px-Young_TurksfirstcongressMazlumun zalimden öcünü alacağı gün, şüphesiz zalimin zulmettiği günden daha çetin olacaktır! (Hz. Ali)

Başlangıçta Jön Türkler Vardı 

Jön Türkler hikâyenin başlangıcı gibi görünüyor, aslında başlangıç onlar değil. Osmanlı son iki yüzyılında sürekli olarak şunu idrak etmekle meşguldü: “Batıdan geri kaldık ve Batıya karşı askeri olarak kendimizi savunamıyoruz, buna bir hal çaresi bulmak lazım.”

Siyasi değerlendirmelerde neden bu kadar Jön Türkler öne çıkarılıyor?

Jön Türkleri çalışmak temel bir yolmuş gibi duruyor, niçin?

Niçin Jön Türkler sanıldığından çok daha fazla Osmanlının kaderi üzerinde etkiliymiş gibi gösteriliyor?

Sadece kendimize göre nedenlerle bunu kabul edelim ve devamında şu “sosyal olgu” ile karşılaşıyoruz:

“Hem II. Meşrutiyet hem de Cumhuriyet dönemi tarihi, Jön Türk ve Kemalistlerin ileri gelenlerinin, modernleşme ile gerçek demokrasi arasında bir seçim yapma durumu ile karşılaştıklarında, her zaman modernleşmeyi yeğlediklerini gösterecektir.” (Erik Jan Zürcher, Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si, s. 262-63)

Peki, niçin?

Açıkça söylemek gerekirse, şu sosyal olguyu açıkça yazmak isterim: Antik Yunandan günümüze kadar, demokrasi ile siyasi çıkar ilişkisi çatıştığında, iktidar demokrasiyi değil, siyasi çıkarı tercih eder. Her koşulda ve her durumda, içinde bulunulan uygarlığın dünya ve insan görüşüne göre, insanlığın çıkarlarını temsil eden “ideal bir iktidar” modeli yoktur. En basit örneğinden söz edersek, Birinci Dünya Savaşından sonra, daha savaş yıllarında kurulan Sovyetler Birliği de dâhil, Avrupa Uygarlığının bir parçası olan tüm devletlerin siyasi tarihi, her kritik durumda Demokrasiyi ve Hakkaniyeti değil, dönemsel ulusal menfaatler üzerine kurulduğu için İkinci Dünya Savaşı önlenemez bir şekilde ve bütün yıkıcılığıyla yaşandı. Hiçbir ülke ne demokrasi ilkeleri üzerinden hareket etti ne de hakkaniyet üzerinden, üstelik demokrasi ile hakkaniyet aynı anlama gelmez.

Jön Türkler esas itibarıyla Meşrutiyet ya da Cumhuriyeti ideolojik nedenlerle, fikir hürriyeti açısından aramıyorlardı, onlara harekete geçiren Osmanlının “kurtuluşuna dair” Saray ve ulemadan farklı düşünüyorlardı ve bunları gerçekleştirebilmeleri için Meşrutiyet çok etkili bir araçtı. Üstelik bu modeli de batıdan almışlardı.

“Jön Türkler, otokrat Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indirmek ve 1878’de sultan tarafından askıya alınıncaya kadar Osmanlı İmparatorluğunun birkaç ay yaşadığı anayasa-parlamenter rejimi kurmak üzere bir kışkırtma ve direniş kampanyasına giriştiler. Böyle bir rejimin kurulmasıyla hem Avrupalı emperyalistlerin hem de ayrılma taraftarı olan milliyetçi grupların imparatorluğun içişlerine müdahale etmek için öne sürdükleri bahaneyi ortadan kaldırmış olacaklarını düşünüyorlardı.” (EJZ, age, 262)

Meşrutiyeti niçin istiyorlardı acaba? Burada söylenilenin aksine, Jön Türklerin Meşrutiyeti istemelerinin asıl nedeni kendilerini bir hareket alanı açmaktı, batıdan öğrendikleri modelleri test edebilecekleri, kuvvelerini fiile geçirebilecekleri bir zemin arıyorlardı, be zemin Meşrutiyet oldu. Osmanlıda yeni ortaya çıkan aydın kesim ve bu aydının siyaset yapma imkânları açısından bakıldığında, geleneksel kurumlardan, geleneksel yöntemlerden kopmuşlardı, aynı nedenle geleneksel mekanizmalar aracılığıyla da iktidara gelemezlerdi, kendi buldukları düşünceleri örgütleyemez ve Osmanlı siyasi iktidar aygıtında belirleyici olamazlardı.

Meşrutiyetle asıl murad edilen ne batının etkili bir diplomatik silahını ellerinden almak ne de azınlıkların yükselen milliyetçiliğine karşı etkili bir karşı silaha sahip olunacağına inanmaktır. Bu tespit üzerine bir tarih tezi kuramazsınız: Jön Türklerin kendileri aslında gelenekselden kopmanın ve Saray siyasetine yabancılaşmanın merkezinde olduğu, geleneksele inancın yittiği ve Batılılaşmanın farklı bir çıkış noktası olarak alınabildiği inancının giderek netleştiği bir düşüncenin ürünüdür. Jön Türkler örgütsel gücüyle değil, fikirleriyle varoldular ve siyasi olarak etkin olabilecekleri araçlara sahip değildiler.

Dolayısıyla şu saptamaya ulaşıyoruz: “Şükrü Hanioğlu’nun da belirtmiş olduğu gibi, Jön Türklerin meşrutiyet yandaşlığı, elitist konumlarıyla çatışıyordu. Yönetici sınıfa mensup olmaları, pozitivizme bağlılıkları ve pozitivizmin temelindeki anti-demokratik davranışlar; yığınlara duyulan derin güvensizlik, kendilerini, halkı eğitme misyonunu yüklenmiş aydın seçkinler olarak görmelerine neden oldu. Onların gözünde anayasa, kendi başına bir amaç değil, sadece bir modernleşme aracı ve göstergesiydi.” (EJZ, age, 262)

Aslında siyaset yapamayan ve halkla bütünleşecek laik ve kültürel kurumları bile kurması yıkıcılık olarak kabul edilen aydınların sürgüne gitmeyi bir marifet sayması, oraya gidince sıradan bir nefer konumuna düşmeleri, giderek halka ve sisteme yabancılaşmaları olağan değil midir?

Yığınlara duyulan derin güvensizlik, biz de yalnızca Jön Türklerin, daha sonrasında İttihatçıların ve nihai aşamada Cumhuriyetçilerin ortak özelliği değildi, başından itibaren Osmanlı İmparatorluğunda iktidar aygıtı yığınlara güvenmez ve başından beri yığınları yönlendirmek için iktidar aygıtı çok farklı geleneksel araçları kullanır.

Batı toplumları yirminci yüzyılın başından itibaren yığınlara karşı kuşkucudur ve demokratik ülkelerde dahi “yığınlar” özne kabul edilmemiş ve onları en kolay yönlendirebilen, manipüle edebilen iktidar aygıtları çok daha güçlü olmuşlardır. Demokrasi “yığınların tepkileri üzerine şekillenen”, “yığınların fikirlerini merkeze alan”, “yığınları toplumun sahibi olarak gören” anlamında ne felsefik olarak ne de siyasi olarak kabul edilmiştir, üstelik bütün yirminci yüzyıl kitle psikolojisi üzerine kullanılabilecek araçların geliştirilmesi, uygulanması ve “kamuoyunun ıslah edilmesi” üzerine kuruludur. Bu paradoksal tez, tezimin başlangıç noktalarından birisidir.

Dolayısıyla, deyim yerindeyse, “bir yığın ütopisti” olmadıkları için Jön Türkleri eleştirmek doğru değildir, esasında Jön Türkleri bizdeki batılılaşmanın ve siyasallaşma dinamiklerinin merkezine oturtmak da yanlıştır:

Çünkü Jön Türkler başından itibaren ulusal ya da İmparatorluk içinde kapitalizm gelişmediği için, sivil toplumun kendisi üzerine düşünmesi ve kendini biçimlendirmek için geleneksel kurumlar dışındaki dışında siyaset yapılabilecek bir sivil toplum oluşmadığı için, siyaset yapma imkânlarını arayan yeni ve muhalif bir aydın kesimiydi. Fikirleri ise esaslı, özlü ve bütünün (Osmanlılar ve imparatorluğun iktisadi ve siyasi muhatapları, kısaca “düvel-i muazzama”[1]) analizinden çıkarsanmamış, büyük oranda el kitapları düzeyinde ve tercüme ağırlıklı metinlerden şekillenmiştir: Jön Türkler rejim muhalifinden çok daha fazla rejime, daha çok da Saraya inancını yitirmiş aydınlardır.

Meşrutiyeti istiyor ve savunuyorlardı, çünkü “Abdülhamit yönetimi altında son derece katı olan sansür, Osmanlı basınında her türlü siyasi tartışmayı yasaklıyordu. Avrupa’daki göçmen Jön Türkler bir ölçüde kamusal sorunlarla uğraşmış olmakla birlikte, 1906 yılına kadar süren tartışmaları, bilimsel ve kültürel sorunlarla sınırlı kaldı, “politika yapmak” ikinci plana atıldı. Öncelikli hedef, Osmanlı kamuoyunda pozitivist düşünce yapısını ve dünya görüşünü yerleştirmek olduğundan, anayasal-parlamenter sistemin yeniden yürürlüğe girince siyasi programlarının ne olacağı üzerine çok az düşünüldü.

Temmuz 1908 Devriminden sonra ise imparatorluktaki durum dramatik biçimde değişti. Gazete ve dergi sayısı otuz kat arttı. Bu yayınlar, her türlü sorun hakkında tartışmayı teşvik ediyordu. Ancak Jön Türkleri her şeyden önce meşgul eden, “devletin nasıl kurtarılacağı” sorunu idi. Bu bağlamda, iki sorun dizisi üzerinde durdular: İmparatorluk, dünyanın önde gelen güçleri arasında yerini alabilmek için yeterince (ve yeterince hızlı bir şekilde) nasıl modernize edilebilirdi; ve devletin üzerine inşa edileceği dayanak noktası, ya da bağlayıcı unsur, ne olabilirdi?” EJZ, 263-64, Karpat,

Asıl mesele buydu, biz silkinişten başka çaresi yoktu ve İmparatorluk bu silkinişi neye dayanarak ve hangi vazgeçilmeze boyun eğerek, ama mutlaka batılı yöntemlerle kendini yenileyebilirdi?

Peki, Abdülhamit’in siyasi anlamı nedir? Abdülhamit’in oynadığı tarihsel misyon nedir?

Abdülhamit’e ilişkin söylenilen “kızıl padişah”, “jurnalciliği yerleştiren”, “cihatçı”, “son büyük Osmanlı Padişahı”, “gerici” niteleme sıfatlarının her birisi belirli tarihsel olgulara dayanmasına rağmen, Osmanlının modernleşme çabaları içinde en başarılı olanıdır.

Demokrasi teriminin Osmanlının modernleşmesinde etkili bir rolü olmayacağını kavramış, demokrasi dışı yöntemlerle büyük oranda halkı manipüle etmeyi başarmış ve etkili ve hızlı bir modernizasyon döneminin temellerini atmıştır. Tarihsel paradoksla, kendisinin modernize ettiği okullarda ve Sarayın öncülük ettiği araçlarla yetişmiş nesil bir yandan onu iktidardan alırken, öte yandan ise İmparatorluğu bitiren kararlara imza atmış ve nihai aşamada ise yıkılan imparatorluğun yerine Cumhuriyeti kurmuştur. Bu anlamda Abdülhamit Jön Türklerden çok daha fazla İmparatorluğun modernizasyonunda belirleyici bir rol oynamıştır.

Abdülhamit’in iktidarı devraldığı yıllarda ya da padişah ilan edilmesinden ayrılmasına kadar dönemin hiçbir momentinde Osmanlı İmparatorluğu “siyasi ya da iktisadi” olarak bağımsız bir devlet değildi ve en açık biçimiyle “yarı-sömürge” dönemini yaşıyordu, bunun en aktif göstergesi şu verilere dayanır:

“Yabancı sermayenin etki alanının Osmanlı İmparatorluğundan daha geniş olduğu bağımsız bir devlet herhalde yoktur. Bu miras, sadece ekonomik girişimleri ilgilendirmekle kalmaz, Türkiye’nin politik ve toplumsal hayatının tümüne etkilerini yayar… Siyasi denetim sağlamanın en güvenceli ve en basit yöntemlerinden biri sermaye kaynakları üzerinde egemenlik sağlamaktır… Eski Osmanlı İmparatorluğu, şaşılacak derecede dış mali çıkarlara ipotek edilmiş durumda idi.” (E. G. Mears, “Modern Türkiye”, 1924, akt. K. Boratav, s. 19)

 

“Yarı-sömürgeleşmiş bir toplum yapısı” hammadde ihracatçısı, sınai ürün ithalatçısı olan bir ekonomik yapı, Uluslararası ihtisaslaşmanın bu klasik biçimi 19. yüzyılın ilk on yılından başlayarak süregelen dönüşümler sonucunda yerleşmiş ve Avrupa kökenli sınai ürünler iç piyasaya büyük ölçüde egemen olmuştur.

  1. yüzyılın başlarında Oİ kendi kendine tekstilde yeterliyken, yaklaşık 100 yıl sonra %80-90 oranında ithalatçı bir konuma sürüklenmişti.

Osmanlı İmparatorluğunun yarı-sömürge niteliğinin en açık belirtisi, dış borçlanmalar –Düyun-u Umumiye- sürekli imtiyazlar arayarak ülkeye giren yabancı sermaye yatırımları- giderek ağırlaşan ve yaygınlaşan kapitülasyonlar zinciri sonunda ülke yönetiminin önce iktisadi, sonra büyük ölçüde askeri ve siyasi alanlarda emperyalizmin denetimine girmiş olmasıydı. İmparatorluktan Cumhuriyete geçişin sancıları kısmen de (…) bu ekonomik tutsaklığa karşı verilen çetin mücadelelerden kaynaklanacaktır.

“1913 ve 1915 yıllarında yapılan sanayi sayımları, bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan Batı Anadolu ve Marmara bölgelerinde, yani ülkenin en gelişmiş yörelerinde, 1908’den önce kurulmuş sınai tesislerin, 20 un değirmeni, 2 makarna, 6 konserve, 1 bira fabrikası, 2 tütün mağazası, 1 buz, 3 tuğla, 3 kireç, 7 kutu, 2 yağ, 2 sabun, 2 porselen imalathanesi, 11 tabakhane, 7 marangoz ve doğrama atölyesi, 7 yün, 2 pamuklu iplik ve dokuma, 36 ham ipek, 1 ipekli dokuma ve 5 “sair” dokuma fabrikası, 35 matbaa, 8 sigara kâğıdı, 5 madeni eşya ve 1 kimyasal ürün fabrikasından ibaret olduğunu ortaya koyuyor.” (Boratav, TİT (1908-2007), s. 20-21).

1908-1922 dönemi, esas olarak, Osmanlı İmparatorluğunun bir dizi savaş, ihtilal darbe ve ayaklanma sonunda tarihe karıştığı yıllar olarak bütünlük taşır. Ancak bu yıllara iktisadi bir perspektifle bakacak olursak, dönemi, “eksik kalmış bir burjuva demokratik devrimi” veya “ulusal bir kapitalizm doğrultusunda atılan ilk ve çekingen adımlar” ifadeleriyle nitelendirmek uygun olacaktır.

[1] Düvel-i Muazzama (İng: Great Powers, Fr: Grande Puissance). Düvel devlet kelimesinin çoğuludur. Günümüz Türkçesi ile Büyük DevletlerBüyük Güçler olarak ifade edilebilir. Genel olarak bu terim ekonomileri, dış siyasetleri ve askeri güçleri ile küresel alanda etkisi olan devletleri kapsamaktadır.

Avrupa’ da bu terim ilk olarak, Napolyon sonrası dönemde devletlerarası ayrımı ifade etmek ve dünya ölçeğinde etkili olan güçleri ayırt edebilmek için kullanılmış ve Osmanlı İmparatorluğu‘na terim bu dönemde geçmiştir. İmparatorluğun son dönemlerinde Avrupa’nın süper güçlerini betimlemek için bu ifadeye sıklıkla başvurulmuştur. (Wikipedia)