Home , Köşe Yazıları , Antisemitizm, “terörizme karşı mücadele” ve Siyonizm

Antisemitizm, “terörizme karşı mücadele” ve Siyonizm

„Ben barbarların atlarını iyi bilirim.
Bir ben dururum onların karşısında,
bir ben,
gençliğin yüreğiyim her daim,
yüreğiyim beyaz kanatlı atlıların.“[2]

sibelozbudun„Piyanist“ filmini seyrettikten sonra bugün Gazze’de olan-bitenleri konuşmak, ister istemez insanın aklına, „Dün Nazilerin elinde tarihin en büyük soykırımlarından birine uğrayanlar, bugün nasıl olup da çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadın, sivil demeden Filistinlileri katleder?“ sorusunu getiriyor akla.

Belki gündelik mantığa uygun bir soru bu, ama bence İsrail -ve ona mündemiç olan- Siyonizm sorunsalının tartışılacağı zemin bu değil.

Çünkü bu zeminden hareket edersek, iki tip sonuca ulaşabiliriz ancak.

Bunlardan ilki, Yahudilerin Filistinlilerin başına gelenlerden sorumlu ilan ederek tüm bir halkı suçlamaktır – ki en son örneğini „Köpekler girebilir ama Yahudilerle Ermeniler (?) giremez“ pankartında gördüğümüz, zaman zaman Yahudilerin tarih boyunca uğradıkları belaları aslında hak ettiklerini öne sürmeye, Hitler’i haklı bulmaya dek varan fundamentalist mantıktır. Bir başka deyişle, dumanı üzerinde antisemitizm.

İkincisi ise, Yahudilerin günümüzdeki davranışlarını, Filistin halkına uyguladıkları kırım politikalarını, onların tarihsel travmalarıyla açıklamaya çalışan psikolojik-apolojist görüştür. Bu mantığa göre Yahudiler başından, en sonuncusu Holocaust olmak üzere bir dizi kıyım geçtiğinden ve tarih boyunca sürülen, itilip kakılan bir halk olduklarından, derin bir güvensizlik içerisinde hissetmektedirler kendilerini. Bu nedenle de, içinde varlıklarını sürdürmeye çalıştıkları düşman Müslüman-Arap okyanusunda, kimi zaman „zecrî“ olarak nitelenebilecek tedbirlere başvurmakla birlikte, kendilerini savunmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar aslında…

Bu yaklaşımların ikisi de tuzaklıdır ve günümüzde İsrail ve yapıp ettikleri üzerinde düşünürken, az ileride de tartışacağımız üzere her ikisi de ilginç bir tarzda Siyonizm’i destekleyen argümanlar olarak ileri sürülen iki yaklaşımdan da uzak durmak gerekir.

Bunun için de öncelikli iş, kurulduğu 1948’den, hatta tasavvur edildiği 20. yüzyıl başlarından bu yana bir kıyım makinesi olarak işleyen İsrail Devleti ve onun Siyonizm’i ile Yahudiliği ve Yahudileri birbirinden ayırt etmektir. 1948 öncesinde topraklarını hile-hurda ile satın alarak ya da paramiliter çete savaşlarıyla, 1948 sonrasında ise hem nizamî ordu hem de yerleşimcilerden oluşan çeteler ve başta ABD olmak üzere Batı Avrupalı güçlerin destek mahiyetindeki diplomatik (kimi zaman da askerî) müdahaleleri aracılığıyla Filistinli Arapları sistemli biçimde topraklarından sürmeye çalışan, Siyonizm ve onun bedenlenmiş hâli olan İsrail Devleti’dir, Yahudiler değil.

Bunun somut kanıtı, Filistin topraklarında bir İsrail Devleti kurulmasını öngören Balfour Bildirgesi’nin yayınlanmasından (1917) çok önce, 1820’lerde Filistin topraklarında yaşayan 20 000 kadar Kudüs Yahudisi ile Filistinli Araplar arasında en ufak bir sorun yaşanmamasıdır. Bu dostça komşuluk ilişkileri, Filistin topraklarına Siyonist kolonların yerleşmeye başladığı 1880’lerde de süregitmiştir. Filistinliler, kolonların ne amaçla kurulduğunun, nihayetinde kendilerini topraklarından edecek bu sürecin başından beri farkındadır, bu nedenle kolonlara karşı daha ilk anda direnmeye koyulurlar; ancak bu direniş, antisemit (Yahudi düşmanı) bir görünüme hiçbir zaman bürünmez. Üstelik bu tutum, Filistinlilerin topraklarından sürüldüğü, mülteci kamplarında kuşatma altında bir yaşama, yoksulluğa, açlığa, susuzluğa, salgın hastalıklara mahkûm kılındığı, katliamlara uğratıldığı 20. yüzyıl ikinci yarısına damgasını vuran Filistin direnişi boyunca sürecektir.

Antisemitizm, esasında, Siyonizm’i besleyen ana kaynaklardan biri olarak ortaya çıkmaktadır. Siyonist devlet, tam da „Yahudi’nin Yahudi olarak varlığını sürdürebilmesi için İsrail Devleti’ne ihtiyaç vardır ve İsrail Devleti’nin tek olası oluş biçimi ise Siyonizm’dir“ denklemine dayanır. Yahudi’nin (İsrail Yahudileri için olduğu kadar, diyaspora Yahudilerinin de) İsrail Devleti’ne bağlılığını sürdürebilmek için, antisemitizm paranoyasının sürekli kılınması aslîdir. „Antisemitizmin yasallığını tanımazsanız, Siyonizmin meşruiyetini de inkâr etmiş olursunuz,“ der örneğin, Rus Siyonist ideologlardan Jacob Klatzikin. Ve de, „Yahudi halkı çok kötü bir halktır; komşuları haklı olarak ondan nefret ederler… Öyleyse kurtuluşu topyekûn İsrail ülkesine göçmesindedir.“ Siyonizm’in en önemli ideologu ve aktivisti Theodor Herzl ise ekler: „Tüm antisemitler bizim sevgili dostlarımız; antisemit bir politika izleyen bütün ülkeler ise, bağlaşıklarımızdır.“

Üstelik bu „muhabbet“ söylem düzleminde kalmamaktadır. O tarihlerde İngiliz mandası altında olan Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması için kolları sıvayan Theodor Herzl bir yandan, Kişinev pogromları mimarı, Çarlık Rusyası İçişleri Bakanı Von Plehve ile görüşüp Yahudiler’in Filistin’e göçü konusunda yardımını istiyor, Rus Siyonist önder Vladimir Jabotinsky (Siyonist milis örgütü Hagana’nın kurucusu) ile Beyaz Ordu’nun Yahudi düşmanı subayları arasında ilişki kurulmasını sağlıyor; bir yandan da Dünya Siyonist Örgütü ile Alman Naziler arasında görüşmeleri başlatıyordu. „Bu görüşmelerin bir sonucu, Yahudilerin Almanya’dan Filistin’e göç işlemlerini düzenleyen ve kolaylaştıran (…) ‚Hifrat‘ antlaşmasının imzalanması oldu.“[3]

Dünya Siyonist Örgütü ile Naziler arasındaki dirsek temasının bir başka getirisi ise, Örgüt’e ait Anglo-Filistin Bankası ile Hitler arasında imzalanan anlaşmayla Nazi rejimine yönelik Yahudi boykotunun kırılmasıydı. Böylelikle Dünya Siyonist Örgütü Nazi mallarının Orta Doğu ve Kuzey Avrupa’daki ana pazarlayıcısı rolünü üstlenecekti.[4]

Nazi Partisi bu „jest“i karşılıksız bırakmayacaktı: SS Güvenlik Servisi’nden Baron Von Mildenstein Filistin’e altı aylık bir destek ziyaretinde bulunurken, Hitler’in Propaganda Bakanı Joseph Goebbels de 1934’te Siyonizmi öven bir rapor hazırlayacaktı. SS Başkanı Reinhardt Heydrich ise, bir makalesinde, Siyonistlere „iyi dileklerini ve resmî desteklerini sun“duklarını belirtmekten çekinmiyordu.

1937’de „sosyalist“ Siyonist milis örgütü Hagana Siyonist kolonlara destek olmak üzere Yahudi servetinin Almanya dışına çıkartılması iznine karşılık, ajanlarından birini Berlin’de SS Güvenlik Servisi için casusluk yapmakla görevlendiriyordu. Ajan Feivel Polkes’ın Adolf Eichmann’a verdiği şu bilgi, Siyonist-Nazi işbirliğinin „ruhuna“ tercüman olmaktadır: „Yahudi milliyetçi çevreleri radikal Alman politikasından çok hoşnut kaldılar, çünkü bu sayede Filistin’deki Yahudi toplumunun gücü öylesine artacak ki, görünür bir gelecekte Yahudiler Araplar karşısında sayısal üstünlük sağlayabilecekler.“ Ve bu „ruh“, Ben Gurion’un şu sözlerinde de yankılanmaktadır: „Bilsem ki Almanya’daki bütün çocukları kurtarmak için ya hepsini İngiltere’ye nakletmek ya da yarısını Eretz İsrail’e götürmek gerek, ikinci şıkkı seçerdim.“[5]

Dünya Siyonist Örgütü bu „ruh“la, 1933-35 arasında göçmen kağıdı alabilmek üzere kendilerine başvuran Alman Yahudilerinin üçte ikisini, „çocuk doğuramayacak kadar yaşlı, meslekî bilgiden yoksun oldukları ya da Siyonist olmadıkları“ gerekçesiyle geri çevirirken, ABD ya da İngiltere’de yaşayan 6000 genç ve eğitimli Yahudi’yi Filistin’e yerleştirecekti. Siyonistler öte yandan ABD ve İngiltere hükümetlerinin Nazi Almanyası’nda yaşayan Yahudilere göstermelik de olsa sığınma hakkı sağlama çabalarını baltalıyor, hatta, örneğin Macaristan’da daha da ileri giderek, Nazilerle „Yahudi sorununun çözümlenmesi“ konusunda gizli anlaşmalar imzalayabiliyordu. Tıpkı SS içinde de önemli görevler üstlenen, Yahudileri Kurtarma Komitesi’nden Dr. Rudolph Kastner’in altı yüz Yahudi ileri gelenin hayatlarının bağışlanması koşuluyla diğer dindaşlarının imhasına ses çıkartmayacağını taahhüt eden anlaşmayı imzaladığı gibi…

Ve nihayet, İzak Şamir’in 11 Ocak 1941’de Siyonist askerî örgüt İrgun ile 3. Reich arasında imzalanmasını önerdiği askerî antlaşma… Türkiye’deki Alman Büyükelçiliği dosyalarında ortaya çıktığı için „Ankara Belgesi“ olarak bilinen bu öneride „Yahudi sorununun çözümünün ön koşulunun Yahudi kitlelerin Avrupa’dan çıkartılması“ olduğu belirtildikten sonra bu, „Yahudi halkının anavatanı olan Filistin’e yerleştirilmesi ve tarihi sınırları içinde bir Yahudi devletinin kurulması“ koşuluna bağlanmaktadır. Belgenin geri kalanı ise daha da ilginçtir:
„UAÖ (Ulusal Askerî Örgüt = İrgun) Alman Reich’ı ile onun yetkililerinin Almanya’daki Siyonist faaliyetler ile Siyonist göç planları konusundaki iyi niyetlerinin bilincinde olarak şu görüşlere sahiptir:

Alman düşüncesine uygun olarak Avrupa’da kurulacak Yeni Düzen ile UAÖ’nün varlığında cisimleşen Yahudi ulusal hedefleri arasında ortak çıkarların varlığı mümkündür.

Yeni Almanya ile İbranîalemi arasında bir işbirliği mümkündür.

Ulusal ve totaliter temelde bir tarihi bir Yahudi devletinin Alman Reich’ıyla yapılacak bir antlaşma çerçevesinde kurulması gelecekte Ortadoğu’daki güçlü Alman çıkarları açısından da gereklidir.

Bu düşüncelerden yola çıkan Filistin’deki UAÖ, İsrail özgürlük hareketinin yukarıda belirtilen ulusal hedeflerinin Alman hükümeti tarafından tanınması koşuluyla savaşta Almanya’nın yanında aktif olarak yer almayı teklif eder.“[6]

Antisemitizmin İsrail devletinin kuruluş evresinde Siyonistlerin elinde Yahudilerin „vaat edilmiş topraklar“a dönüşünü, günümüzdeyse onların Siyonist Devlet’e bağlılıklarını güvence altına alacak bir araç işlevini gördüğü açıktır.

[Öte yandan, burada bir parantez açmakta fayda var. Siyonist söylence, Yahudiler’in Filistin toprakları üzerindeki „hak“kını, Eski Ahid’e, Rab ile İbrahim arasındaki akde dayandırmaktadır: „Ve Kızıldeniz’den Filistinlilerin denizine kadar ve çölden ırmağa kadar sana hudut koyacağım; çünkü memleketin ahalisini sizin elinize vereceğim,“ (Çıkış, 23/31) ve „(…) bütün Kenan diyarını sana ve senden sonra zürriyetine mülk olarak vereceğim ve onların Allahı olacağım.“ (Tekvin, 18/8). Oysa Roger Garaudy’nin belirttiği gibi bu sınırlar son derece muğlaktır ve son yüzyıl boyunca farklı Siyonist politikacılar tarafından farklı biçimlerde çizilmiştir. Böylelikle, „vaat edilmiş topraklar“ın sınırları, siyasal konjonktüre göre Kıbrıs’tan Haleb’e, Nil Nehrinden Anadolu içlerine dek uzatılabilmektedir![7]…]

Dilerseniz bir de, söze başlarken dikkati çektiğimiz, Siyonizm’i meşrulaştıran ikinci söylem üzerinde duralım: „Yahudilerin, başından, en sonuncusu Holocaust olmak üzere bir dizi kıyım geçtiğinden ve tarih boyunca sürülen, itilip kakılan bir halk olduklarından, kendilerini derin bir güvensizlik içerisinde hissettikleri, bu nedenle de, içinde varlıklarını sürdürmeye çalıştıkları düşman Müslüman-Arap okyanusunda, kimi zaman „zecrî“ olarak nitelenebilecek tedbirlere başvurmakla birlikte, kendilerini savunmaktan başka bir şey yapmadıkları“ söylemi…

Gerçekten de İsrail Gazze üzerine son saldırısını da „güvenlik“ gerekçesine bağlamıyor, Hamas’ın „İslâmî terörü“ karşısında „Batı Dünyası“nın savunuculuğunu üstendiğinden dem vurmuyor mu?

Oysa Siyonizm, savunmacı değil, saldırgan bir ideolojidir. „Araplardan arındırılmış bir Filistin“ idealini daha İsrail Devleti kurulmadan önce, en yetkili ağızlardan, tekrar tekrar ifade etmiş, ve bu idealini hayata geçirmek için eline geçen her fırsatı değerlendirmekten geri durmamıştır. Önde gelen ideologlarından Vladimir Jabtinsky’nin 1923 tarihli „Demir Duvar“ başlıklı makalesinden okuyalım:

„Ne şimdi ne de görünür bir gelecekte Araplarla bir uzlaşmaya varmamız söz konusu bile olamaz. (…) Her biriniz sömürgecilik tarihi üzerine az çok bir şeyler biliyorsunuz. Bir ülkenin, o ülkenin yerlisi olan insanların rızası ile sömürgeleştirilebileceğini kanıtlayan tek bir örnek gösterebilir misiniz? (…)

Yerliler kültürlü olsunlar olmasınlar, sömürgecilere karşı inatla direneceklerdir. Cortez ya da Pizarro’nun silahlı adamları gittikleri yerlerde eşkiyalar gibi davranmışlardı. Kızılderililer sömürgecilerin iyisine de kötüsüne de aynı uzlaşmaz şiddetle direndiler. Bütün yerli halklar mücadeleden geri durmadılar, çünkü nerede, ne zaman, hangi, biçimde olursa olsun, sömürge olmak yerli bir halk için kabul edilemez bir şeydir.

(…) Araplar için de durum aynıdır. Şimdi aramızdaki bazı uzlaşma yanlıları, gerçek ve temel hedeflerimizi bir takım gizli formülasyonlarla allayıp pullayıp Araplara yutturabileceğimizi, Arapların bu oyuna gelecek kadar sersem olduklarını söyleyip bizleri ikna etmeye çalışıyorlar. (…)

Biz Filistin’e karşılık ne Filistinlilere ne de öteki Araplara hiçbir şey veremeyiz. Öyleyse gönül rızasıyla anlaşamayız. Bugün sömürgeleştirme faaliyeti, en sınırlandırılmış hâliyle bile, yerli halkın iradesine rağmen sürdürülmek zorundadır. Dolayısıyla bu faaliyet ancak ve ancak yöre halkının hiçbir şekilde kıramayacağı, adına Demir Duvar diyebileceğimiz bir güç kalkanının ardında sürdürülüp genişletilebilir. İşte bizim Arap politikamız budur. Bunu başka bir biçimde formüle etmeye kalkışmak olsa olsa ikiyüzlülüktür. (…)

Bu görüşlerimizin gayrıahlâkî olduğunu savunan beylik yaklaşıma gelince, onlara iddialarının ‚tamamen gerçekdışı‘ olduğunu söyleyerek cevap vereceğim. Bizim ahlâkımız budur. Başka bir ahlâk da yoktur. Araplar bizi yolumuzdan çevirmek konusunda karşılarına çıkacak en küçük umudu dahi ne en tatlı söze, ne de en leziz lokmaya değişeceklerdir; çünkü karşı karşıya olduğumuz, basit bir ayaktakımı değil, düpedüz bir halktır, hem de yaşayan bir halk. Ve hiçbir halk da kendi yazgısıyla ilgili böylesi bir sorun karşısında bu denli muazzam boyun eğişlere yanaşmaz; tabii ki bütün umutları silininceye dek; ta ki biz Demir Duvar’daki görünür her gediği tıkayıncaya kadar.“[8]

Siyonist ideolog ve önderlerin tümünün üzerinde hemfikir olduğu bu net mantık ve İngiliz hükümetinin açık desteğiyledir ki, daha İsrail devletinin kurulmasından önce İrgun ve Hagana’ya bağlı milisler Filistin topraklarının dörtte üçünü ele geçirip üzerinde yaşayanları sürmüşlerdi bile. Filistin’deki yerleşimlerin örgütlenmesinden sorumlu Yahudi Ajansı Göçmen Dairesi başkanı Joseph Weitz 1940’da şöyle yazmaktaydı: „Şu nokta her birimiz tarafından açıkça bilinmelidir ki, bu topraklar üzerinde iki ayrı halka yer yoktur. Eğer Araplar bu küçücük ülkede yaşayacaklarsa biz hedefimize hiçbir zaman varamayacağız demektir. Öyleyse Arapları buradan uzaklaştırıp komşu ülkelere sürmeliyiz, hem de hepsini. Tek bir köy, tek bir aşiret kalmamacasına…“[9]

Bu politika, hiç değişmeden süregider:
„Arap nüfusunu odunculardan ve garsonlardan oluşan küçük bir topluluğa indireceğiz.“ (Ben Gurion’un Arap İşleri özel danışmanı Uri Lubrani, 1960).

„Açıkça ilan ediyoruz ki Arapların Eretz İsrail’in bir santimetrekaresini dahi işgal etme hakları yoktur. Siz iyi yürekli, yumuşak huylu insanlar, şunu biliniz ki, Adolf Hitler’in gaz odaları bile birer cennet sarayıdır. Zor, tek yaptıkları ve de tek anlayacakları şeydir. Öyleyse biz de Filistinliler dört ayakları üstünde sürüne sürüne bize gelinceye kadar zorun en şiddetlisini uygulamayı sürdüreceğiz.“ (İsrail Genelkurmay Başkanı Rafael Eytan, 1983).

„Filistinli militanları öldürmeye devam edeceğiz. Bu savaşta mucizevî çözüm yok. En etkili mücadele yolu teröristleri tasfiye etmek.“ (İsrail Savunma Bakanı Yardımcısı Efraim Sneh, 2000). [10]

Şu hâlde İsrail Siyonizmi, Araplardan arınmış bir Filistin nihaî idealine yaklaşmaya yönelik saldırganlığını, „İsrail’in güvenliği“, giderek 11 Eylül’ün „terörizme karşı savaşım“ bahanesiyle maskelemektedir. Oysa bizzat İsrail devletinin günümüzde nükleer güce erişmiş ve okullara karşı fosfor bombaları kullanmaktan çekinmeyen „terör“ü, en azından eski İsrail Başbakanı Moshe Sharett’in İsrail’in Arap ülkelerini istikrarsızlaştırmak için ne türden örtülü operasyonlar düzenlediğini, Batı Şeria ve Gazze’nin tümünü ele geçirmek üzere girişilen komploları bir bir anlatan günlüklerinin ortaya çıktığı 1960’lardan beri bilinmektedir. [11] Ya da, „kaçak“ Mossad ajanı Victor Ostrovsky’nin ABD’li gazeteci Claire Hoy’a „itiraf ettiği“, Mossad’ın ABD istihbarat birimlerini, ABD’nin Orta Doğu’da kendinden yana davranmasını sağlamak üzere nasıl manipüle ettiğine ilişkin manevralardan[12] …
* * *
Sonuç olarak, son dönemlerde „Siyonizm“ ve/veya onunla özdeşleşmiş olan İsrail Devleti’nin değil, Yahudiler’in tartışılmaya başlanmasının, bir yıkım aygıtına dönüşen Siyonist aygıtın da ekmeğine yağ sürdüğünü söyleyebiliriz..

17 Ocak 2009 21:38:45

N O T L A R
[1] 23 Ocak 2009 günü Mimarlar Odası’nda yapılan söyleşi metni.
[2] Mahmud Derviş.
[3] Akt. Dr. Abdul Vahap El Mısrî, „Siyonist Irkçılık Yahudiler’e de Karşıdır“, Iraq Today, 16 Ağustos 1979, no. 95, c. 4, ss.18/20. (Makalenin çevirisi için bkz. Süreç, 1980/3: 28-29.
[4] Ralph Schoenman, Siyonizmin Gizli Tarihi, Kardelen Yayınları, İstanbul, 1992: 51.
[5] akt. R. Schoenman, s.52.
[6] Schoenman, ay. ss.57-58.
[7] Bkz. Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, İstanbul, Pınar Yayınları, 1983, s.31.
[8] Aktaran: R. Schoenman, a.y. ss.25-27.
[9] Aktaran: R. Schoenman, a.y. s.34.
[10] Bkz. M. A. Civelek, S.Çevikarslan, T. Demirer “ ‚Küçük Generaller’in İsyanı (Veya Ortadoğu’nun Filistin’i)“, Y. Demirer ve S.Özbudun (der.), İsyanın Adı: Filistin. İntifada Kazanacak!, Ankara, Ütopya Yayınları, 2002.
[11] Bkz. Livia Rokach, İsrail’in Kutsal Terörü, İstanbul, Belge Yayınları, 1984.
[12] Bkz. Claire Hoy, Victor Ostrovsky, Hile Yolu, İstanbul, E Yayınları, 1990.

 | 25 – 01 – 2009 |