Home , Köşe Yazıları , 12 Eylül: Karşı Devrim Devam Ediyor

12 Eylül: Karşı Devrim Devam Ediyor

VOLKAN YARAŞIR | 11 – 09 – 2011 | 12 Eylül darbesi, bir karşı devrimdir. 12 Eylül yeni bir emperyal konseptin ürünü olarak gerçekleşti. Ülke şartları ve Ortadoğu’daki gelişmeler yanında bu konsept anlaşıldığı oranda karşı devrimin mahiyeti ve etkisi kavranabilir.

Sermayenin yeniden yapılanma süreci ya da yeni sermaye birikim rejimi, küresel bir karşı devrim içeriğinde politikalar geliştirilmesine yol açtı. Bugün yaşanan kapitalist krizin tarihsel kökleri, emperyalizmin yeni konsept arayışlarının da ortaya çıktığı dönemi işaretledi.

İçinde yaşadığımız kriz, aslında kapitalizmin bir uzun dalga krizinin ya da kapitalizmin yapısal krizinin depresyon evresidir. Krizin tarihsel kökleri 1970’lerin başına dayanmaktadır.

1970’lerin başında kapitalist sistem hem üretim yapısını, hem kurumsal yapısını değiştirdi. Bu değişimin ya da zorunluluğun, iki temel nedeni vardı. Birincisi siyasal, ikincisi ise ekonomik boyuttu. Özellikle bu yeniden yapılanma sürecinin siyasal boyutu ihmal edilir ya görülmez ya da yeterince kavranmaz. En başta Vietnam Savaşı, dünya halkları için başka bir tarihin olabileceğini ortaya koydu. “Yenilmez” bir güç, dünyanın imparatoru ABD, Ho Chi Minh önderliğinde Vietnam halkının olağanüstü direnişi ve büyük bedeller ödemesi sonucu dize getirildi. Mao’nun deyimiyle Vietnam Savaşı emperyalizmin “kağıttan bir kaplan” olduğunu ortaya koydu. Halklara umut, direniş ve özgürlük aşkı aşıladı. Sömürge halklarını Afrika’dan Asya’ya, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya isyan ateşi sardı. “ İki üç daha fazla Vietnam” şiarı gerçek oldu. Laos’tan Kamboçya’ya, Angola’dan Mozambik’e, Şili’den El Salvador’a halklar ayağa kalktı.

Öte yandan diğer bir siyasal boyut ise, merkez ülkelerde 1968’de yaşanan küresel isyan hareketiydi. Her ne kadar 1968 öğrenci gençlik ayaklanması olarak görülse de, aslında Fransa’da ve İtalya’da yaşandığı gibi bir işçi hareketidir. Bu iki ülkede işçi sınıfı, işçi konseyleri kurarak, alternatif iktidar organları yarattı. Finans kapital işçi hareketindeki bu gelişmeyi durdurmaya çalıştı. Düzenin devamı ve istikrarı için ayrıca pro-sovyetik komünist partiler de harekete geçti. İleride Avro-komünizmin başat partileri olacak bu yapılar sistemin organik parçası gibi bir konumlandı. Konsey ve genel grev pratiklerinden olağanüstü derecede rahatsız oldular. Eylemler, goşizm ve “anarşizm” olarak değerlendirildi. Sistem dışına çıkması engellendi. Sartre’ın FKP’ye yönelik son derece sert eleştirisi, dönemin KP’leri hakkında önemli fikir vermektedir. 1968 Kıta Avrupa’sını sardığı gibi ABD’de 1930’lu yıllardan beri geri çekilmiş toplumsal muhalefeti tetikledi. ABD halkları barış ve sivil haklar için harekete geçti. Martin Luther King, Malcolm X gibi kişilikler hem siyahi hareketinin hem de dinsel diskriminasyona karşı siyah öfkenin simgeleri oldu. Kara Panterler, siyah öfkenin radikal organizasyonuydu. Ayrıca öğrenci gençlik hareketi ve savaş karşıtı hareket, tüketim toplumu olarak zehirlenmiş topraklarda umudun ve yeni arayışların habercisi oldu. 1968’in iki temel ayağı vardı. Birincisi kapitalizmin insanı bir kadavraya çevirdiği Refah toplumuna karşı bir ayaklanmaydı. İkincisi bürokratik ve otoriter bir kast tarafından ya da egemen sınıf tarafından (nomenklatura) yönetilen özgürlüğün kirletildiği, işçi sınıfının bir başka biçimde apolitize edildiği, şekilsizleştirildiği sınıf üzerinde diktatörlük olan reel sosyalizme karşı bir duruştu. Ve kitleler bir başka dünyanın mümkün olduğunu gösteriyorlardı. Bunu özgür üniversitelerde, işgal edilmiş okullarda, genel grevlerde, kitle gösterilerinde, sokak çatışmalarında dışa vurdular. 1968 ideolojik bir isyan, bir arınma ve kolektif bir umuttu. Ne yazık kendi siyasal önderliklerini yaratamaması ve kapitalizmin aynı zamanda sosyo-kültürel bir sistem olması 1968’in sönümlenmesine yol açtı. 1968’in yıkıcı enerjisi bir müddet sonra kapitalizm tarafından absorbe edildi. 1968 hareketi geri çekildi. Ama arkasında kitlelerin yaratıcı zenginliğini, özgürlüğün bir kalp atışı gibi gerçekliğini bıraktı. Bu iki siyasal etken, 1970’lerin ortasında bir dizi ekonomik etkenle birleşti. Kapitalist sistem, 1960’ların ortalarından sonra özellikle metropollerde çıplak bir şekilde gözlemlenen kar oranlarında ciddi düşüşler yaşadı. Kapitalizmin yapısal özelliklerinden kaynaklanan bu durum, kapitalist sistemi bir uzun dalga ya da büyük bunalım içine sürükledi. Sanayide kar oranlarının düşmesi, yaşanan petrol krizi, yeni sermaye birikim rejimine geçişi beraberinde getirdi.

Kapitalist sistem acil önlemler alma ihtiyacı duydu.

Bir başka ifadeyle krize çözüm yöntemleri, aynı zamanda kapitalizmin yeniden yapılanma süreci olarak işledi.

Finans kapital krize karşı bir dizi proje geliştirdi. Öz olarak ikili bir amaç hedefledi. Önlem paketinin birincisi, azalan kar oranlarını nasıl artırırım ya da maksimum kara nasıl ulaşırım oldu. Çünkü kapitalizmin temel düsturu, kanunu ya da kaidesi maksimum kara ulaşmaktır. Kar daha fazla kar onun ontolojisidir.

Bu yönde uzun zamandan beri Türkiye işçi sınıfına açık bir saldırı mahiyeti taşıyan, fason üretim, taşeronlaşma, esnek üretim ve sistematik güvencesizleştirme yönünde adımlar atılmaya başlandı. Üretim tekniklerinde önemli değişiklikler yapıldı. Dünyanın fabrikalaşması ve başta Çin ve Uzak Asya’nın makro bir atölyeye çevrilmesi yönünde düzenlemelere girişildi.  Yoğun bir mülksüzleştirme politikası izlendi. Bu gelişmeler sınıf profilinde bir dizi farklılaşmayı beraberinde getirdi. İşçi sınıfının kapsamında muazzam genişlemeye karşın, organik birliği dağıldı. Hızla amorfe oldu. Katmanlaştı.

Önlem paketinin ikinci ayağıyla işçi sınıfının ekonomik, demokratik, siyasi her türlü ve her düzeydeki örgütlülüğünün dağıtılması hedeflendi. Böylece sınıfın ehlileştirilmesi ve boyunduruk altına alınması amaçlandı. Bu süreç bir yanıyla sınıfın ıslah edilmesi ve rıza göstermesi yönünde düzenlemeleri içerdi.

AÇIK ZOR VE İDEOLOJİK ZORUN KONSANTRASYONU

Finans kapital bu amaçlarını realize etmek için açık zorla (çıplak tehdit ve terörle) ekonomik zoru (ekonomik faşizmi) sistematik olarak devreye soktu. Zor diyalektiği ideolojik zorla sistemleştirildi. İdeolojik zorun hedefi beyinleri fethetme, tüm toplumu suç ortağı haline getirmekti. Bu uygulamalar kısaca sermayenin açık ve azgın diktatörlüğü olarak da tanımlanabilir. Finans kapital önünde hiçbir engel istemiyordu. Şiddeti çok boyutlu çıplak şiddetin yanında ekonomik ve ideolojik olarak da kullandı. Gündelik hayatın bir parçası kıldı.

Bu sürecin metropollerde ve periferide,  biçimlenişi farklı oldu.

Süreç metropollerde Thatcher ve Reagan’la simgelendi. ABD ve İngiltere’de yaşanan işçi sınıfına yönelik açık saldırı, neo-liberal karşı devrimin niteliğini ortaya koydu. Artık Thatcher tanımıyla TİNA – “başka alternatif yoktu. ” Kapitalizmin ve neo-liberalizm tahakkümü altında yaşamak bir zorunluluktu.

Bu yönde İngiltere’de 1984–1985 Büyük Madenci grevi önem taşıdı. Bu grev sınıfa karşı sermayenin topyekun saldırısıydı. Thatcher, son derece soğukkanlı bir şekilde önce çeşitli özelleştirme politikaları ve bürokratik sendikalarla girdiği ilişkiler sonucu, İngiliz işçi sınıfının en radikal gücü olan madencileri yalnızlaştırdı. Sonra yoğun bir dezenformasyon ve manipülasyon politikası izledi. Madenci grevlerine yapılan ekonomik destekleri kesti. Hatta son açıklanan belgelere göre Sovyet madencilerinden gelen büyük miktarda finans desteği, iki ülke arasında kriz yaratılarak engellendi. Büyük Madenci grevinin yenilgisi, Britanya’da neo-liberalizmin ya da sermayenin “altın dönemini” simgeledi. 1985 sonrasında son derece sistematik, rafine ve acımasızca sınıfa yönelik açık saldırı başlatıldı. Bu süreç bir başka yanıyla dünya çapında neo-liberal karşı devrim taktiklerinin hayata geçirilmesini simgeledi.

ABD’de Reagan yönetiminin havaalanı kontrolörlerinin grevini kırması, neo-liberal saldırıların başlangıcı oldu. Evet, “liberal virüs” öldürücü bir şekilde ve büyük bir hızla yayılmaya başladı. Virüsün semptomları çok netti, yığınsal yoksullaştırmayı, işsizleştirme ve güvencesizleştirme izledi. Her alan metalaştı. İnsanın emeği yanında, bedeni de metalaştı. Dünyayı kronik açlık, yoksulluk ve işsizlik sardı. Öte yandan sermaye inanılmaz karlar elde etti. Hızla yoğunlaştı ve merkezleşti.

Metropollerde, sosyal devletin sosyal yönü özelleştirildi. Metalaştırıldı. Sosyalizmin tehdidine karşı kapitalist sistemin bir önlem projesi olarak devreye sokulan sosyal devlet, hızla tasfiye edildi. Ulaşımdan eğitime, sağlıktan gündelik hayatın her alanına kadar radikal özelleştirme politikaları hayata geçirildi.

Devlet bir gece bekçisi konumuna getirildi. Sermayenin güvenliğinden sorumlu, sınıfın her düzeydeki örgütlülüğünü ve tepkisini dağıtan bir misyonla hareket etti. Bir anlamda devletin yarattığı illüzyon dağıldı. Devlet gerçek niteliğiyle devreye girerek, kapitalist sistemin güvenliğini sağlayan ve işlerliğinden sorumlu bir aygıt olduğunu gösterdi.

Çevre ülkelerde ya da bizim gibi ülkelerde ise yeni emperyal konsepte uygun düzenlemeler yapıldı. Türkiye’de neo-liberal virüsü yayan baş mimar Turgut Özal oldu. 24 Ocak  Kararları ve 12 Eylül darbesi virüsün yayılma zeminini yarattı.

Özellikle Latin Amerika bu konseptin deney alanı, laboratuarı olarak öne çıktı. Güney Doğu Asya bir başka coğrafya olarak dikkat çekti.

1964’te Brezilya’da gerçekleşen darbe ilk adım oldu. Darbe Ulusal Güvenlik Doktrini diye tanımlanan karşı devrimci stratejinin ürünü olarak hayata geçirildi. Bu strateji, 1960’lı yılların başından itibaren sömürge ülkelerde hızla gelişen gerilla hareketlerine bir yanıttı. Bu arada Küba’da ve Cezayir’de devrim gerçekleşmişti. Che’nin gerillası ezilen halklara umut veriyordu. Gelişmeler karşısında emperyalizm bu doktrini ek unsurlarla tahkim etti. Yeni konsept Ayaklanmaya Karşı Mücadele Konsepti adında uygulanma başlandı.

Konsept Ulusal Güvenlik Doktrini’nde olduğu gibi komünizmi bir iç düşman olarak değerlendirdi. Bu düşmanı ortadan kaldırmak için her yöntemi (kontr-gerilla, ölüm mangaları, işkence, kaybetme, suikast, provokasyon vb. ) büyük bir acımasızlıkla kullandı. Yeni sömürge ülkelerdeki ordular reorganize edildi. Yeni misyonlar yüklendi. Karşı devrimci taktiklerin merkezi haline dönüştürüldü. Ordu askeri diktatörlük kurmakla, devletin tüm fonksiyonlarını üstlendi. Bir nevi kontr-gerilla cumhuriyetleri oluşturuldu. Baskı metodları rafine edildi. Medya etkili bir ideoloji üretim mekanizmasına dönüştürüldü. Umut hareketlerinin beslendiği deniz, yani kitlelerin “zehirlenmesi” hedeflendi. Gerilla ve devrimci hareketlerin parçalanması, dağılması ve marjinalize edilmesi için taktikler geliştirildi. Hedef her düzeydeki muhalefetin bastırılması ve yok edilmesiydi. Böylece neo-liberal politikalar rahatça hayata geçirilebilirdi. Zaten öyle de oldu. Askeri zoru, ekonomik zor izledi.

Bu yönde 1971 Bolivya’da, 1972 Uruguay ve Honduras’ta, 1973’te Şili’de, 1975 Peru’da, 1976 Arjantin’de askeri faşist darbeler yaşandı.

Ardından bütün bu saydığımız ülkelerde radikal neo-liberal politikalar devreye sokuldu.

Benzer gelişmeler Uzak Asya’da, Güney Kore’de, Pakistan’da ve Türkiye’de yaşandı. Yani aslında Türkiye’nin yaşadığı şeyleri anlamak istiyorsak, Latin Amerika’da askeri darbelere, örneğin Şili’ye, Arjantin’e, Uruguay’a bakmamız yeterliydi. Ama uluslararası karşı devrim tehdidi ne yazık işçi sınıfı ve siyasal önderlikler tarafından görülmedi, anlaşılmadı ve yeterince kavranmadı. İş böyle olunca karşı devrim son derece iyi programlanmış ve kitleleri manipüle edecek olanaklarla hayata geçirildi.

Türkiye’de 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ve onun devamı olan 12 Eylül askeri faşist darbesi, aynı konseptin ürünüydü.

Kısaca; çevre ülkeler yeni uluslararası işbölümüne ve kapitalizmin yeniden yapılanmasına uygun biçim alıyordu.

Açık zorla (şiddet ve terörle), ekonomik zor (ekonomik faşizm) konsantre edilerek, yeni bir devlet, toplum, birey ilişkisi yaratılıyordu.

Toparlarsak; 24 Ocak kararları artı 12 Eylül darbesi faşist diktatörlüğün ekonomi politiğidir.

Önce açık zorla toplumsal muhalefet ezildi. Korku kitleselleştirildi. 12 Eylül bir korku dinamosu gibi çalıştı. Sınıfın her düzeydeki örgütlenmesi dağıtıldı. Ardından ekonomik zor yani neo-liberal darbeler geldi.

Neo-liberalizm (bir karşı devrim programıydı) ve ekonomik zor / faşizm olarak devreye sokuldu.

BİR KARŞI DEVRİM OLARAK NEO-LİBERALİZM

Neo-liberalizm bu zamana kadar en fazla sonuçlarıyla ve satıhta tartışıldı. Yalnızca ekonomik boyutu ele alındı. Ne var ki sistematik ve konsantre bir karşı devrim programıydı.

Neo-liberalizmin birbirini tamamlayan ve iç içe geçmiş üç boyutu vardır. Birinci boyutu ideolojik, ikincisi kültürel, üçüncüsü ise ekonomik boyuttur.

İdeolojik boyutu açmamız gerekirse bu boyut da kendi içinde üç ayağa ayrılmaktadır. Birincisi Kalvinizim ya da Püritanizm: M. Weber’in kapitalizm ruhu olarak tanımladığı kalvinizm, Protestanlık ya da püritanizm, çalışmayı ve rekabeti kutsallaştırır. Kar ve hırsın insanın doğasında olduğunu savunur. Dünyadaki adaletsizliğe teolojik kılıflar uydurur. Dünyada zenginin zaten günahsız olduğu için zengin olduğunu, fakirin ise günahları çok olduğundan dolayı fakir kaldığını ileri sürer. Bunu da kadr-i mutlak olarak görür. Bunun değiştirilemeyecek bir kader olduğunu, bu dünyanın da bir sınama dünyası olduğunu açıklar. Bir anlamda fakirliğe itirazın kadere, aynı anlama gelmek üzere Allah’a itiraz etmek olduğunu belirtir. İnsanların rıza göstermesini, itaat etmesini telkin eder. Çünkü rıza ve itaat sistemin devamının güvencesidir.

Özal’ın “ben zenginleri severim” sözü bir ideolojik yaklaşımdır. Özal’ın her ne kadar Nakşibendi olduğu söylense de, aslında o bir püritendir. Kalvinisttir. Kapitalist sistemin bekası onun için her şeyden önemlidir. İdeolojik boyutun ikinci ayağını ise ferdiyetçilik ya da bireycilik, felsefi anlamda İndividualizm oluşturur.

Bu anlayışa göre her türlü toplumsal dayanışma, paylaşma ilişkisi reddedilmelidir. Bunlar ilkel, kaba duygulardır. Önemli olan birey ve egodur. Anlayışın özü elit, seçilmiş, üstün insandır. Eğer paran varsa her şeysin, yoksa hiçbir şeysin mantığı hakimdir.

Yine Özal böylesi bir ahlak ve toplumu açıkça dile getirdi. “Benim memurum işini bilir” dedi. Yani hırsızlık yap, rüşvet al, her türlü tezgahın içine gir ve gemini kurtar. Gerisi seni ilgilendirmiyor. Nasıl olsa her koyun kendi bacağından asılır.

İdeolojik boyutun üçüncü ayağını ise Sosyal Darwinizm oluşturur.

Sosyal darwinizm, bir boyutuyla faşist ideolojinin mayasıdır. Naziler gibi, İtalyan faşistleri de sosyal darwinist argümanlarla ideolojilerine destek bulmaya çalıştı.

Sosyal darwinizim özünde, “büyük balık her zaman küçük balığı yer” sözüne dayanır. Bunu bir doğa kanunu olarak söyler. İlerlemenin temel gücünü sosyal darwinist yönlerin oluşturduğunu ifade eder. Güçsüz insan, aşağı ve zayıf insandır. Fakir de güçsüz insandır. O da aşağı ve zayıftır. Doğanın kanunu olarak ezilmeye mahkumdur.

Bu üçlü ideolojik ayak son derece sistemli bir şekilde hayata geçirildi. Devletin ideolojik aygıtları kitleleri bu yönde bombardımana tuttu. Gösteri toplumun araçları yani yazılı ve görsel medya bu ideolojik manipülasyonla, yalanın imparatorluğunu kurdu. İdeolojik mistifikasyonlar her gün yeniden üretildi.

Hedef beyinleri fethetmekti. Çünkü yeni fetih alanı beyinlerdi. Beyinlerin fethedilmesi beraberinde biatı ve suç ortaklığını getirecekti. Kitleler bu yönde tekno-ideolojik bombardımana maruz kaldı. Korkunun kitleselleşmesi ideolojik manipülasyonun gücünü artırdı. Korkunun “enfekte” ettiği beyin, artık tutsaktı ve bu tutsaklıktan memnun hale getirildi.

İdeolojik saldırıyı, son derece sistemli yürütülen kültürel operasyonlar izledi. Kültürel manipülasyonlarla toplumun Mc Donalds’laşması, tek tipleştirilmesi, üniform bir toplum haline getirilmesi amaçlandı.

Bu yönde tüketim terörü körüklendi. Artık tükettiğin, tüketebildiğin kadar özgürdün. Hatta özgürlük tüketmekti. Gerisinin hiçbir anlamı yoktu. Mananın yoğunluk kazandığı yer tüketmekti. Tüketmek, tüketebilmek ve bunun yarattığı haz her şeydi. Hedonizm son derece rafine hayata geçirildi. Hedonizm son derece yok edici bireycilikle içselleştirildi. Sistem yeni haz nesneleri yarattı. Hazları kontrol etti, yönlendirdi. Bu yönde duygu doğurdu. İnsanın ontolojisini hedonizm üzerinden yeniden inşa etti. Emperyalist kültür, kültür imgeleri ve nesneleri topluma sistematik bir şekilde şırıngaladı. Tüketim terörü, toplumun temel özelliği haline getirildi.

Kültürel operasyonlarla beyni felç olmuş, bloke edilmiş ve fethedilmiş birey ve kitleler tam anlamıyla suç ortağına dönüştürüldü. Artık herkes sistemin döngüsünün bir parçası, hatta sistemin ayrılmaz parçasıydı.

Bu iki karşı devrimci taktiğin kitleler içinde nüfuzu, radikal ekonomik operasyonları koşulladı.

Neo-liberalizm devlet/toplum/birey ilişkisinin yeniden kuruluşuydu. Kitlelerin karşı duruşunun ve direncinin kırılması, sessizleştirilmesi, boyun eğmesi ve suç ortağı haline getirilmesiyle ekonomik faşizmin radikal uygulamaları hayata geçirildi.

Özelleştirme politikaları sistematik bir şekilde gerçekleştirildi. Finans kapital tarihin en büyük vurgununu ya da soygununu özelleştirmelerle yaptı. Bu küresel soygun ne Sezar’ın, ne Hitler’in ne de Mussolini’nin  tahayyülünün ötesindeydi.

Finans kapital küresel düzeyde özelleştirme operasyonlarıyla karına kar kattı. Finans kapital büyük bir açgözlülükle saldırdı, çaldı, soydu. Kapitalist devlet bu soygunun örgütleyicisi olarak hareket etti. Böylece tarihin en büyük talanı ve yağması gerçekleşti.

1990’da Sovyet sistemin çökmesi finans kapitale yeni bakir alanlar yarattı. Bu coğrafyalarda kriminal bir kapitalizm sürecinden geçildi. Finans kapital bu coğrafyaları tam anlamıyla talan etti. Enkaz haline getirdi.

Neo-liberalizm bu üçlü karşı devrimci boyutu kavrandığı ölçüde anlaşılabilirdi. Ne yazık ki saldırının boyutu ve mahiyeti kavranmadı. Yalnızca neo-liberal politikaların bir ayağı olan ekonomik boyutu ve onun da sonuçlarıyla, yani işsizlik, sendikasızlık, toplu tensikatla mücadele edildi. O da bir düzeyde. Sonuçtan hareketle bir direnç gösterme çabalarının başarılı olması mümkün değildi. Zaten de olmadı. İşçi sınıfı bu sürecin bütününde olağanüstü düzeyde zarar gördü, ağır darbeler aldı. Örgütsel gücü parçalandı. Amorfe, hatta deklase oldu. Yoğun demoralizasyon içine düştü. Sendikal hareketin bu süreçte en azından bir savunma gerçekleştirememesi, yer yer suç ortağı olması, son derece olumsuz sonuçlar yarattı. Sendikal harekette hızla çözülme ve çürüme yaşandı. Bu süreç ülkemizde olduğu kadar metropolde de benzer şekilde yaşandı.

Sendikal hareketin sınıf örgütü olma özelliği dejenere oldu. Sendikalar sınıftan ve sınıfın sorunlarından uzaklaştı. Ona yabancılaştı. Bu süreç de sınıfın parçalanmasını artırdı. Kendine güvenini zayıflattı. Gerici dalga ve karşı devrimci saldırıya karşı, işçi sınıfı geri çekildi. Örgütsel gücü parçalandı. Hızla şekilsizleşti.

Neo-liberal karşı devrim böylece büyük kazanımlar sağladı. Finans kapital sınıfın güçsüzlüğü üzerinden gücünü inşa etti. Neo-liberalizm, finans kapitalin sınıfa yönelik konsantre savaşıydı. Bu saldırılar, sınıfı böldü, parçaladı, dağıttı ve şekilsizleştirdi.

Kısaca ideolojik bombardımanlarla önce beyinler felç edildi. Kültürel operasyon ve manipülasyonlarla toplum suç ortağı haline getirildi.

İdeolojik ve kültürel hegemonya sağlandıktan sonra, ekonomik operasyonlar geldi. Radikal özelleştirme operasyonları devreye sokuldu.

Türkiye özelinde neo-liberal saldırı dalgası, 1985’te sistemli bir biçim aldı. 1985–1998 arasında bu karşı devrim saldırısının alt yapısı oluşturuldu. 1998–2007 arasında ise son derece yoğun ve sistemli saldırılara geçildi. Büyük sosyal yıkım operasyonları gerçekleştirildi.

 

ULUSLARARASI SERMAYENİN YOL HARİTASI, SINIFA YÖNELİK ÜÇLÜ KARŞI DEVRİMCİ SALDIRI VE ETKİLERİ

Finans kapital’in izleyeceği rota ya da uluslararası sermayenin yol haritası 1983’te imzalanan Washington Konsensüsü –uzlaşısı- adı verilen anlaşmayla çizildi.

Ne yazık ki bu rotanın anlaşılmaması, yeterince kavranmaması, finans kapitalin topyekun saldırısına karşı önlemler alınamamasına yol açtı.

Washington uzlaşısı hem finans kapitalin hem kapitalist devletin izleyeceği politikaları bütün açıklığıyla, hatta pervasızca dile getirmişti.

Uluslararası düzlemde ve Türkiye’de izlenen neo-liberal saldırılar bu uzlaşının belirlediği koşullarda realize oldu.

Uzlaşının ana yönelimlerine baktığımızda, daha 1980’lerin başında, 2000’li yıllarda hem Türkiye hem de uluslararası düzeyde radikal özelleştirme politikalarının rotasını tespit etmek mümkündü. Bahar Eylemleri’nin, Zonguldak Büyük Madenci Yürüyüşü’nün gerçekleştiği koşullarda bazı önlemler alınabilirdi. Sınıf hareketi ve sendikal hareket bu derecede ağır darbeler almazdı, bir düzeyde kazanımlarını koruyabilirdi. Ayrıca işçi sınıfı gerçekleştirdiği savunmayla sınıfın deklase olmasını, şekilsizleşmesini engelleyebilirdi, sendikal hareketin bürokratik bir kastta dönüşmesinin önü kesilebilirdi.

Yaşanan son derece konsantre ve rafine saldırıların işçi sınıfına yansıması yıkıcı oldu. Finans kapital ve kapitalist devlet esas olarak sınıfın devrimci kimyasını bozmayı hedefledi. Çünkü kapitalist sistemde tek devrimci sınıf, tek yıkıcı güç, kolektif davranabilme ve kolektif aksiyon gerçekleştirebilme kabiliyeti olan sınıf, işçi sınıfıdır. Finans kapital bunu tarihsel deneyimlerinden öğrendiğinden dolayı, sınıfın her düzeyde bloke edilmesini, ontolojisinin bozulmasını ve hızla şekilsizleşmesini hedefledi. Böylece devrimci kimyası bozulan sınıfın, biat ve riayet etmesi, boyun eğmesi sağlanabilirdi. Saldırılar bu yönde başlatıldı ve son derece soğukkanlı ve acımasızca hayata geçirildi.

Finans kapitalin saldırıları, üçlü karşı devrimci bir kombinasyon şeklinde biçimlendi.

Birinci operasyon; sınıfın kimliğine ve bilincine yönelikti. Bilinç ve kimlikte deformasyonlar ve aşınmaların yaratılması amaçlandı. Bilincin her düzeyde kırılması ve dejenerasyonu yönünde hamleler yapıldı. Sınıfın zihinsel ve ruhsal yeteneklerinin köreltilmesi için sistematik programlar uygulandı.

Finans kapital sınıfın karakterinde aşınmaları sağladıkça ters orantılı bir şekilde hareket serbestliği, maksimum sömürü olanakları kazandı. İdeolojik hegemonyasını yaydı. Sınıf egemenliğini, yeni rıza mekanizmaları üreterek toplumsal egemenlik şeklinde kabul ettirdi.

Sınıfın kimliğine ve bilincine yönelik konsantre saldırılar, sınıfın şekilsizleşmesine ve birlik zeminini kaybetmesine yol açtı. Bireyciliği körükleyen dezenformasyon politikalarıyla, sınıf içinde rekabet ve hırs körüklendi ve sınıf hızla atomize oldu. Marx Alman İdeolojisi’nde sınıfın şekillenmesine ilişkin şöyle bir vurgu yapar: “Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak mücadele yürütmek zorunda oldukça, bir sınıf meydana getirebilirler; bunu dışında, rekabet içinde birbirinin düşmanıdırlar. . . ”

Bu gelişmelerin doğal yansımasıyla sınıfın örgütsel gücü dağıtıldı ve parçalandı. Sınıfın bilinç ve kimliğinde yaşadığı olağanüstü deformasyonun bazı somut yansımaları oldu. Yani bir anlamda “negatif” diyalektik işledi. Yani yaşanan süreç aynı zamanda sınıfın eylem ve örgütlenme kapasitesini zayıflattı. Çünkü sınıfın bilinç ve kimliğiyle onun eylem kapasitesi ve örgütlenme gücü arasında diyalektik bir bağ vardır. Eğer sınıfın bu diyalektik alanların birinde kırılma ve dejenerasyon yaşanması doğrudan başka alanlara yansımasına yol açar. Kısaca bilincin deforme olması peşi sıra kimliği zayıflatır. Bilincin deformasyonu ve kimliğin aşınması doğal olarak, sınıfın eylem gücünü etkiler ve örgütsel kapasitesini düşürür. Finans kapital sınıfın çok yönelimli ve birbirini besleyen kabiliyetlerini bozdu ve aşındırdı. Son derece bilinçli bir şekilde savaş stratejisi uyguladı. Devletin ideolojik aygıtlarını sistemli çalıştırdı. İdeolojik ve siyasal hegemonyasını kökleştirdi ve yaygınlaştırdı.

Bilinç ve kimlik, eylem ve örgütlenme arasındaki diyalektik sarmalın kırılması sınıfın farklı ve geri refleksler geliştirmesine yol açtı.

İşçi sınıfı olaylara, dünyaya kendi sınıf kimliğiyle bakamadı. İşçi olma üst kimliği dejenere oldu. Alt kimlikler öne çıktı. Sistem bu kimliklerin öne çıkmasını körükledi, ön açtı. İşçi sınıfı yaşadığı cangılda bir savunma refleksi olarak alt kimliklerine sarıldı. Varoluşunu burada kurdu. Ama sermayenin bu kimlikleri son derece kullanma kabiliyeti, sınıfın atomizasyonunu ve dejenerasyonun beraberinde getirdi.

Sosyolojide objektif kimlik olarak tanımlanan alt kimlikler, bireyin etnik, dini, mezhebi, ırksal vb. yönlerini işaretler. Bir anlamda bireyin doğarken aldığı, “kazandığı” kimliklerdir.

Sosyolojide sübjektif kimlik olarak tanımlanan üst kimlik iradi olarak oluşturulur ve özneleşme sürecini işaretler. Kapitalist sistemde sınıfsal eksen bu kimliğin gerçek oluşma zeminidir. İşçi sınıfı bu kimliğiyle yani işçi olma kimliğiyle yaşamını kazanır ve sürdürür, yaşamsal duruş ve rolünü kavrar. Bu kimlik sınıf mücadelesi içinde edinilen bir kimliktir.

İşçi sınıfı üst kimliğiyle bakmayı, olguları değerlendirmeyi bıraktığı an, sermayenin bütün saldırılarına maruz kalır. Bu noktada alt kimlikler sermayenin inisiyatif kurduğu, manipüle ettiği alanlar olduğundan, alt kimlikle hareket eden sınıf güçsüz, mecalsiz hatta sert koşullarda birbirinin düşmanı haline gelir.

Sermayenin ikinci operasyonu sınıfın değersizleştirilmesi, şeyleştirilmesi ya da nesneleştirilmesidir.

Kapitalist üretim ilişkisi, doğasında sınıfın yabancılaşmasına yol açar. Önce kendine, yarattığı ürüne yabancılaşan işçi giderek bu yabancılaşmayı içselleştirir. Sermaye artı değer yaratma gücünü, kapasitesini bu yabancılaşma üzerinden rahatça kurgular. İşçiyi bir nesne, basit bir emek gücü haline getirdikçe varoluşunun temeli olan sermaye birikimini sağlar.

Sermaye ekonomik, siyasi, ideolojik hegemonyasını sınıfı değersizleştirip, onu hiçleştirerek ya da bir nesneye çevirerek kurar.

Sermaye bu yönde son derece iyi programlanmış ve iyi hesaplanmış taktikler uygular. Örneğin; Wall-Mart’ta çalışan kadın kasiyerin iş saatinde tuvalete gitmesini engellemek için altına pet bağlatır. Böylece en temel insani ihtiyaç, işçiyi boyunduruk altına almanın, onu terbiye etmenin aracına dönüşür. Bunu sermaye bilinçli olarak yapar. Sınıfı aşağılama eğilimi olan bu tutum, esas olarak sınıfın kendine öz saygısını yitirmesini hedefler. Bugün birçok işyerinde artık olağan hale gelmiş üst arama tavrı da sınıfa yönelik açık bir aşağılama hareketidir. İşçiler işe giriş ve çıkışlarında, her sefer “hırsız” olmadıklarını kanıtlamaya çalışır. Ama muamele “sen potansiyel hırsızsın” demektir. Bu muameleye maruz kalan işçi tedirgin, tereddütlü ve kendinden emin değildir. Yine asgari ücret alan bir işçi (Türkiye işçi sınıfının %65’i asgari ücretle yaşamını sürdürmektedir) objektif olarak kendini değersiz hisseder. Bugün birçok araştırmaya göre açlık sınırı, 750/800 TL’dir. Yoksulluk sınırı ise 2. 500 TL’ye yaklaştı. Böylesi bir ekonomik ortamda işçiye asgari ücret olarak 650 TL vermek onu alenen aşağılama ve hor görmektir. Her ne kadar bizler, asgari ücretin insanca bir ücret olması için talepler geliştirsek de, asgari ücret politikası başlı başına sınıfı değersizleştirme taktiğidir ve salt ekonomik değil, ideolojik ve varoluşsal temelleri bulunmaktadır.

Sermaye böylesi taktiklerle sınıfa kendisini hiç hissettirir. Kendini değersiz gören işçi salt ekonomik teröre değil, ideolojik teröre de maruz kalmaktadır.

İşçi sınıfı böylece sistematik değersizleştirme operasyonlarıyla karşı karşıyadır. İş yerlerinde artık olağanlaşan işleyiş sonucu (emir, hakaret, aşağılama ve farklı mobbing uygulamalarıyla) ruhsal ve duygusal bir teröre tabi tutulur.

Bütün bu uygulamalar özünde sınıfın devrimci gücünün kırılmasını, devrimci kimyasının bozulmasını hedefler. Kendini değersiz ve hiç hisseden bir işçi harekete geçmez. Nesneleşen bir işçi rıza gösterir, boyun eğer, riayet eder. Sınıf nesneler yığınına dönüştürülerek, deklase edilir.

Buradan çıkan sonuç şudur, sınıfın onuru ekmekten daha da önemlidir. Bu anlamda 1917 Şubat devriminde garson ve hizmetçilerin şu talebi sarsıcıdır: “Bundan sonra bize sen değil, siz diye hitap edeceksiniz. ” Ayrıca DİSK kurucusu Lastik-İş Sendikası Başkanı Rıza Kuas’ın 1969’da “üstünü aratma” eylemi, sınıfın değersizleştirilmesine, nesneleştirilmesine karşı muhteşem bir eylemdir. Bugün dahi bizlere yol göstermektedir.

Bu iki operasyonu sınıfın bir zümreye çevrilmesi, cemaatleştirilmesi izledi.

12 Eylül faşist darbesinden sonra radikal bir şekilde hayata geçirilen neo-liberal politikalar, 2000’lerin başlarında derinleştirildi. Yeni bir momente girildi. Uluslararası düzlemde hegemonya krizi yaşayan ABD imparatorluk projesi olarak BOP’u devreye soktu. Uluslararası jeopolitikteki bu gelişmeler TC’yi etkiledi. TC, BOP’un model ülkesi olarak bölgede öne çıkarıldı. Model parti ise AKP’ydi. Bu süreç iç ve dış politikada bir dizi değişikliğe, altüst oluşa neden oldu. AKP’nin iktidara gelmesi bir transformasyonun önünü açtı. 12 Eylül’ün resmi ideolojisi olan Türk-İslam sentezine neo-liberal bir aşı yapıldı. Neo-liberalizme meşruiyet kazandıran cemaatçi hayırsever kapitalizm inşa edilmeye başlandı. Kritik eşik ikinci AKP iktidarı dönemi oldu. Bu AKP yeni bir AKP’ydi. Yakın zamanda gerçekleşen referandum ve yerel seçimlerle AKP’nin üçüncü dönemine girildi. Bu süreç T. C.’nin hızlı bir transformasyonunun önünü açtı.

Yasama-yürütme-yargı sistematiğinde özellikle yürütmenin belirleyiciliği arttı. Yürütme güçler ayrılığını ifade eden bir erkten öte, iktidarın son derece konsantre hale getirildiği bir yapıya dönüştü, yasama ve yargı da bu konsantrasyona bağlı olarak yeniden şekillendirildi. Devletin yeniden yapılanmasını ifade eden bu operasyonlarla devlet bir yandan içeride hızla militarize olup, otoriter ve totaliter oluşumlara giderken, dışarıda bölgesel bir karşı devrim merkezi gibi biçimlenmeye başladı. Devlet daha konsantre bir faşist yapılanmaya dönüşüp, kendini “saklayıp” bir yandan içe çekildi, öte yandan sivil toplumu da devlet eliyle inşa ederek ya da fethederek, kendisini saklamanın aracına dönüştürdü. Böylece siyasal gericiliğin gündelik hayata daha etkin müdahale etme olanakları çoğaldı. Küresel sermayenin ihtiyaçları ve kapitalist entegrasyonun önündeki engellerin kaldırılması yönünde devlet yeniden işlevlendirildi.

Bu sürecin bir parçası olarak ayrıca devlet, “hayırsever kapitalizmin” inşasının en önemli unsuru olarak devreye girdi. Birinci AKP iktidarıyla cemaatçi-hayırsever kapitalizmin alt yapısı oluşturuldu. Bu durum paradoksi bir gelişmeyi işaretledi. Kapitalizm aslında cemaati parçalar ve bozar. Ne var ki sosyal devletin tasfiyesi ve radikal neo-liberal politikalar sonucu bir “sadaka toplumu” yaratıldı. Devlet-cemaat-birey ilişkisi inşa edildi. Kapitalist devlet cemaatleşti. Cemaat devletleşti. Kitlelerin sosyal devlet olmaktan kaynaklanan en temel hakları eğitim, sağlık, ulaşım vb. metalaştırıldı, gasp edildi. Kitleler yardıma muhtaç yığın haline getirildi. Muhtaçlar yığını sadaka toplumunun zeminini oluşturdu. Fakirlik, yoksulluk “kader” olurken, ona yardım bir “hayırseverlik” ve cennetin anahtarı olarak sunuldu. Yoksullar, hayırseverlik organizasyonlarıyla -bizzat bu organizasyonların bir kısmını devlet gerçekleştirdi- nesneler yığınına dönüştürüldü, enkaz haline getirildi. İşçi sınıfı da bu gelişmelerin bir parçası oldu.

Sistem devletin ideolojik aygıtlarını devreye sokarak, yeni rıza mekanizmaları üretti. Hayırseverlik, rıza ve şükürle beslendi.

Sınıfa yönelik bu karşı devrimci operasyonlar, son derece tehlikeli sonuçlar doğurabilir. En başta işçi sınıfı yeni bir zihniyet dünyası içinde, kaderine razı, koşulsuz kula dönüştürülebilir. Ayrıca yaşadığı bütün olumsuzlukları kanıksamış, atıl, düşünmeyen, boyun eğen, sessiz yığınlar haline getirilebilir. Yoksulluğun kader olarak algılanması yazının başında belirttiğimiz, neo-liberalizmin ideolojik saldırılarının (prütanizm) parçasıdır. Amaç; sınıfın köleleştirilmesi, nesneleştirilmesi, ruhunu ve mücadele gücünü kaybetmesidir. Ama sınıflar mücadelesi son derece yaratıcı, zengin ve en olumsuz koşullarda bile umudu ayaklandıran bir dinamiktir. Yaşanan kapitalist kriz ve yarattığı sonuçlar bunu bir kez daha ispatladı. Çeyrek asırlık karabasan küresel düzeyde paramparça oldu.

Hayat kendi zenginliğiyle yeniden ortaya çıktı. Sermayenin yarattığı cehennem, hegemonya hızla dağıldı. Sınıfsal antagonizmanın, kutuplaşmanın üstündeki “kadife karanlık” yok oldu. Emek sermaye çelişkisini örten, gizleyen tül parçalandı.

Kapitalist kriz uluslararası düzeyde yeni bir tarihsel momentin önünü açtı. Muazzam dinamikleri açığa çıkardı ve çıkarmaya devam ediyor.

Kısaca özetlersek, 12 Eylül faşist diktatörlüğü sınıfın devrimci kimyasını bozmayı, sınıfı köleleştirmeyi, bilinç ve kimliğini deforme etmeyi ve onu demoralize etmeyi amaçladı. Onun ontolojisine saldırdı. Faşizm sınıfın ontolojisine yönelik açık bir saldırıdır. Sermayenin maksimum tahakkümüdür. Karşı devrimdir ve karşı devrim hala sürmektedir.

Sınıfın ontolojisini yeniden kurmak işçi sınıfının yıkıcı gücünü açığa çıkarmakla mümkündür. Bu anlamda sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkaracak her çaba, onun devrimci kimyasını besleyecek her çalışma, bilinç ve kimliğini yeniden inşa edecek her faaliyet, moralini besleyecek her direniş ve her eylem 12 Eylül faşizmine ve kapitalizme vurulan bir darbe olacaktır.

12 Eylül faşizmi ve onun kurduğu düzenle ancak böyle hesaplaşılabilir.

Devrimin mayalandığı işçi havzalarında, fabrikalarda, atölyelerde, organize sanayi bölgelerinde, sınıfın öfkesini ve kinini örgütlediğimiz ve bu sisteme yönelttiğimiz oranda 12 Eylül faşizmiyle hesaplaşabilir ve geleceği kurabiliriz.