Home , Köşe Yazıları , Zana, Mandela, Nesrin ve de Avrupa!

Zana, Mandela, Nesrin ve de Avrupa!

DOĞAN ÖZGÜDEN | 22 – 02 – 2010 | 12 Mart darbesinden sonra Avrupa’ya siyasal sürgün olarak geldiğimizde, askeri cuntaya karşı Avrupa kurumlarında kampanya yürütürken o kadar aptalca ya da hinoğluhince sorularla karşılaşırdık ki, unutmam mümkün değil.

Tam 39 yıl sonra Şubat başında Avrupa Parlamentosu’nda toplanan Kürt Konferansı’nı Avrupa Barış Meclisi adına gelen Koray Düzgören’le izlerken o günlere döndüm.

O yıllarda Avrupa Birliği bugünkü kadar etkin değildi, uluslararası planda insan hakları ihlallerine müdahale olanağı bugünküne oranla daha sınırlıydı. Cunta’yı mahkum ettirme kavgamız daha ağırlıklı olarak Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi bünyesinde sürüyordu.

Türkiye’den gelen işkence ve dâva belgelerinden İngilizce bir dosya hazırlamış, Strasbourg’ta Avrupalı parlementerlere iletmeye çalışıyor, askeri rejim varolduğu sürece Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğini askıya aldırtmaya çalışıyorduk.

Hiç unutmuyorum, Avusturyalı sosyal demokrat bir milletvekili kendisine sunduğumuz belgelere şöyle bir göz attıktan sonra:

– İyi de, bu belgelerde mağdur olarak gösterilenler sakın komünist olmasın, dedi. Bakın Avusturya’da bizim SPÖ de dahil tüm partiler işbirliği yaparak komünistleri siyaset sahnesinden dışladık. Eğer Türkiye’de komünistlerin meşruiyet kazanmasına destek vermemizi umuyorsanız, boşuna hayal kurmayın.

Oysa o yıllarda komünist partisininin Türkiye siyasi hayatında adı dahi geçmiyordu, tutuklananlar, işkenceden geçirilenler, mahkum edilenler 60 sonrası yıllarda kurulup gelişen sol ya da demokratik örgütlerin, neşvünema halindeki Kürt rönesansının yöneticileri ve militanlarıydı.

O yıllarda ABD Avrupa’daki tüm dostlarını, sosyal demokrat partiler de dahil, „anti-komünizm“e koşullandırdığından, , hangi ülkede olursa olsun, Pentagon uşağı generallere direniş gösteren her kuruluş, her kişi derhal „komünist“ ya da „Sovyet ajanı“ diye damgalanıyor, bunların uğradıkları baskıları, haksızlıkları teşhir ederek insan hakları kuruluşlarının dayanışmasını istemek „şaibeli“ bir faaliyet sayılıyordu.

Avrupa Parlamentosu’ndaki son konferansta da Avrupa Komisyonu Türkiye Masası Şefi Filori, Kürt sorununun çözümüne AB’nin ne türden bir katkı getirebileceğini anlatmaya çalışırken, yine aynı ABD patentli karalama yöntemiyle Kürt sorununda çözümsüzlüğe yeşil ışık yakıyordu. Çok iyi tanıdığım teranelerdi… Hiç şaşırmadım.

Filori’ye göre, Türkiye’deki Kürt sorununun taraflarından biri olan PKK, Avrupa’nın seçilmiş hükümetlerinin oybirliğiyle „terörist örgüt“ ilan edilmişti, bu yüzden onunla herhangi bir dialog kurulması mümkün değildi.

Oysa Filori’nin kendisi de çok iyi bilir ki, Avrupa ülkelerinde PKK’nin „terörist örgüt“lüğü demokratik süreçlerde tartışılarak karara bağlanmış değil, doğrudan doğruya Türkiye’deki ırkçı ve militarist yönetimleri tatmin ederek bu ülkenin ekonomik, politik, askeri olanaklarını ABD çıkarları doğrultusunda istismar edebilmek için Washington tarafından dayatılmıştı.

Bu yalanı konferans katılımcılarının önünde Filori’nin yüzüne çarpmak için ısrarla söz istediğimiz halde, oturumu yöneten İngiliz milletvekili tarafından her nedense söz verilmedi.

Dert değil, o milletvekili de, Filori’nin kendisi de bunun bir kuyruklu yalan olduğunu, bu yalanda ısrar etmenin çözüme değil çözümsüzlüğe hizmet olduğunu en az bizler kadar iyi bilirler.

Eğer PKK gerçekten iflah olmaz, asla ve kat’a muhatap alınamaz bir terrörist örgütse, Türkiye’de sadece Kürt illerinde değil, Batı illerinde de binlerle sokağa dökülüp PKK’nin barış masasına dahil edilmesi için dayatan yüzbinlere ne işlem yapılacaktır?

Evet, yüzlerce DTP yöneticisi ve de yüzlerce Kürt çocuğu sırf bu barışçıl istemde bulundukları için tutuklanıp kelepçeleniyor, zındanlara atılıyor. Ya meydanları doldurup aynı barışçıl istemi haykıran yüzbinler, bu istemi yürekten paylaşan sessiz yüzbinler… Tükenir mi, tüketilebilir mi?

Son diyeceğim yine ABD’nin emirlerine esas durmayı asli görev sayan Avrupa Birliği yöneticilerine:

Yıllardır Avrupa’nın tüm metropollerinde, hattâ en ücre köşelerinde meydanlara inerek aynı istemi haykıran Kürt kökenli Avrupa vatandaşlarına ne yapacaksınız? Hele Avrupa ülkelerinin vatandaşlığına geçmiş olanlar, Avrupa’da doğup büyümüş olanlar, Avrupa kurumlarında seçimle söz ve karar sahibi olanlar, Avrupa’nın sosyal, kültürel ve edebi yaşamına katkıda bulunanlar?

Tüm bu Kürtler de mi „terrörist“? Bu Kürtlerle dayanışma içindeki Türkler de, Avrupalılar da mı „terörist“?

Seçim yapmalısınız.

Eğer „Evet, onlar da terörist“ diyorsanız, Ankara’daki üniformalı, üniformasız uçbeylerinizi tatmin etmek için açın yeniden tarihinizin utanç sayfalarındaki Guernica’ları, Treblinka’ları, Dachau’ları, Auschwitz’leri.

Ya da, demokrasi kriterlerine ve insan haklarına hâlâ çok saygılı olduğunuza inanıyorsanız, kırın bu Ankara-Washington mihverine kölelik zincirini, özür dileyin Kürt halkından. Hem de hiç gecikmeden…

Yetsin artık bu iki yüzlülük…

En azından, tüm yaşamını sadece Kürt halkının değil, tüm Türkiye halklarının özgürlüğü için mücadeleye adamış olan sevgili Leyla Zana’ya karşı dürüst olun.

1995’te zındandayken Saharov Ödülü verdiğiniz Zana yıllarca hapiste yattıktan sonra tekrar tekrar yargılanır, mahkum edilirken AB’ye üyelik görüşmelerinin nasıl sürdürülebildiğine bir izah gerekmez mi?

Soruyorum:

Saharov ödülü verdiğiniz diğer şahsiyetlerden herhangi biri, örneğin 1988’de ödüllendirdiğiniz Nelson Mandela, ya da 1994’te ödüllendirilen Teslime Nesrin aynı muameleye tabi tutulsa, onlara bunu reva gören rejimlerle aynı „al takke ver külah“ ilişkilerini sürdürebilir miydiniz?

Kürt halkına ve Kürt halkının dostlarına bu konuda da dobra dobra verilecek bir yanıt gerek…

Hem de hiç gecikmeden… Guernica’sız bir Avrupa için, Auschwitz’siz bir Avrupa için…