KADİR CANGIZBAY | 22 – 02 – 2010 | Demokrasinin ön koşulu, kürsüdeki hariç bütün dokunulmazlıkların kaldırılması; siyasî partiler ve seçim yasalarının değiştirilip barajın sıfırlanması; ön seçim, tercihli oy ve millî bakiye gibi mekanizmaların hayata geçirilmesidir.
Seçmenin yüzde 26’sıyla Meclis’in yüzde 66’sı kapatılabiliyor; oyların yüzde 45’i, seçmenin de yüzde 60’ı Meclis’e yansımayabiliyor: Hepsi yüzde 10 barajının cilveleri. Ne ön seçim, ne de tercihli liste; parti lideri nihaî tek seçici; tek ilke ise, lidere biad/itaat; zira, milletvekili dokunulmazlığı büyük imtiyaz: Elde etmek/elden kaçırmamak için çok şey verilir. Hele parti yeterli çoğunluğa sahipse, lider artık bir monark: Hangi yasa çıkartılıp, devletin/meclisin başına kim getirilecek, her şey iki dudağının arasında. Eğer bu, ‘seçilmişlerin demokratik iktidarı’ ise, “daha fazla demokrasi” diyenin kastettiği de olsa olsa daha fazla monarşi/otokrasi olabilir.
Demokrasinin ön koşulu, -kürsüdeki hariç- bütün dokunulmazlıkların kaldırılması; siyasî partiler ve seçim yasalarının değiştirilip barajın sıfırlanması; ön seçim, tercihli oy ve millî bakiye gibi mekanizmaların hayata geçirilmesi. İlk yapılacak olan, işte bunlar; yoksa, ‘Kürt açılımı’ ve ‘millî birlik-bütünlük’ten söz etmek, ahlâkî ve mantıkî tutarlılığın ‘eksi sonsuz’u: Yüzde 10 barajı antidemokratik olmanın ötesinde, Kürtlerin Kürt olarak/kalarak Meclis’e girmesini engellemeye yönelik hem ırkçı, hem de bölücü bir düzenleme. Bu baraj, aynı zamanda siyasete siyaset dışından (silahlı-silahsız) her türlü müdahaleye zemin hazırlayan bir mekanizma: Alınan oy ile bunun Meclis’e yansıması arasındaki fark ne kadar büyükse, rejimin demokratik meşruiyeti de işte o kadar zayıf. Temsildeki adaletsizliğe bir de parti içi demokrasi yokluğunu ekleyin, Meclis’teki sayısal üstünlük, demokratik meşruiyet eksikliğine dönüşüyor; ki, bu da her türlü darbe/müdahale düşünce, tasarı ve girişimi için en mümbit zemin.
Korsan kapitalizm
Mevcut seçim sistemiyle siyasal partiler kanununu değiştirip milletvekili dokunulmazlığını sınırlandırmak: Bunlar için, değil yeni bir anayasa, bir anayasa değişikliği bile gerekmiyor. İşe buradan ve hemen şimdi başlamayıp, illaki yeni bir anayasa diye tutturmak, aslında ipe un sermek.
Bunlar, güya darbe anayasasına karşı, ama darbenin getirdiği düzenin de en büyük müstefidleri: Halka siyaset, emekçilere de sendikalaşma yasağı (nüfus 40 milyon iken sendikalı sayısı 2,5 milyon, şimdi 850 bin); en az yüzde 50’si kayıt dışı bir ekonomi; özelleştirme, taşeronlaşma vs… aracılığıyla ve milyonlarca ‘terör göçmeni’ sayesinde, toplumsal çatışmaların eksenini kaçak, sigortasız, güvencesiz ve can güvenliksiz çalışanlarla, daha kötüsüne de razı işsizler arasına kaydırıp etnik renklere de boyayan tam bir ‘korsan’ kapitalizmi; yani darbeyi yaptırtanların bile rüyalarını aşan bir neo-liberalizm.
Bir de şunu not edelim: Demokrasi, anayasa -isterse en demokratiği olsun- üzerinden ısmarlama bir şekilde kurulamayacağı gibi, en köklü demokrasiye sahip İngiltere’nin yazılı bir anayasası bile yoktur ya da demokrasi, önceden tasarlanmış ideal bir çerçevenin içini doldurarak kurulacak bir yapı değil, mevcut çerçevenin dar geldiği an ve nokta itibariyle yıkılıp aşılması şeklinde gerçekleşebilecek bir süreçtir. Bidayette ‘Kürt açılımı’, sonunda ‘demokratik açılım’ı; ancak araya ‘kardeşlik ve millî birlik projesi’ de girer: Projeyle, yani önceden planlanıp belirli teknikler uygulayarak kurulabilecek en son şey, kardeşlik ve birlik-beraberliktir. Projeler ancak nesneler/manipüle edilebilecek nesne konumuna indirgenmiş insanlar üzerinde uygulanır: İster kardeşlik olsun, isterse de birlik-beraberlik, ancak eşit özneler arasında var olabilir. Ayrıca birileri arasında kardeşlik kurulmak isteniyorsa, bu aynı zamanda ortada bir düşmanlık ve çatışma var demektir.
Burada ima edilen ise Kürt-Türk düşmanlığı/çatışmasıdır. Oysa, Türkler ile Kürtler arasında sırf Kürt ya da Türk olmaktan kaynaklanan özsel bir çatışma/düşmanlık yoktur. Ama olsun, çağ globalleşme çağıdır, Yeni Dünya Düzeni’nin dayatmak istediği paradigmada da birbiriyle çatışacak olanlar artık sınıflar değil, ‘Medeniyetler (kültürler, dinler, mezhepler, kültürler, etnisiteler, diller vb…)’dir: Herkes kimliğine sahip çıkmak adına kendi kendisini kendi kompartımanına sıkı sıkıya hapsetsin ki, vagon koridorları tümüyle insansızlaşırken, uluslar-üstü sermaye de hiçbir engelle karşılaşmaksızın katarın tümünü bir uçtan bir uca kat ve kontrol edebilsin.
‘Oto-oryantalist yaklaşımlar‘
Yeni Dünya Düzeni’nde, insanlar kendi kendilerini ‘kimlik’ temelinde tanımlamaya çağırılır: ‘Vatandaş olarak insan’ hem söylem, hem de siyasal pratik düzleminde geri plana atılacaktır. ‘Vatandaş olarak insan’, aydınlanmanın insanıdır; yani hukuken vatandaş, ahlaken de dünyadaş olarak insan: En başta Tanrı olmak üzere hiç kimsenin kulu/kölesi olmayan, kendisini tanımlayıp değerlendirmek için kendisi dışından hiçbir referansa başvurulmayan, sevilecekse de, dövülecekse de bunun ‘yaratandan ötürü’ yapılmayacağı bir insan.
Buradaki insan, birey olarak da, kendi dışından verilmiş (cinsiyet, ırk, deri rengi, dil, din, mezhep vb…) hiçbir şey referans alınmayacak olan insandır. Yeni Dünya Düzeni ise, insanı ‘Aydınlanma-öncesi’ne geriletme peşindedir; işte bu yüzden de işi ‘Aydınlanma-öncesi’nde kalmış unsurlarla götürmek zorundadır. Gazze’de katliam yapmasın diye İsrail’e bir dünyadaş olarak değil de Tevrat’ın “öldürmeyeceksin”i aracılığıyla ‘insan-dışı’ndan seslenmek ya da “Müslüman soykırım yapmaz” demek ile ülke problemlerini etnik/mezhepsel parametreler üzerinden okuyup çözmeye soyunmak arasında yapısal bir bağ vardır. Ayrıca, Kürt, Alevî, Roman vb… türünden açılımlar ve çalıştaylar, sadece kimlikler-ötesi bir vatandaş kavramına ulaşamamışlığın göstergesi değil, farklı kültürden insanları birer inceleme nesnesi olarak gözlemlenip tasviri çıkartılacak tuhaf canlı türleriymiş gibi gören oto-oryantalist yaklaşımlardır da.
Devletin şekerini almayan çocuklar
Adı ister Kürt/demokrasi açılımı, ister kardeşlik-birlik projesi olsun, esas hedef askerî yoldan yok edilemeyen PKK’yı, diplomatik manevralarla desteklenmiş bir halkla ilişkiler kampanyasıyla tasfiye etmektir: Çeyrek yüzyıllık paradigmada hiçbir değişiklik yoktur; yani, bütün kötülüklerin başı PKK’dır ve ne şekilde olursa olsun ortadan bir kaldırılabilse/etkisiz kılınabilse her şey düzelecektir. Kandil’den inişler için ABD’nin Erbil yönetimi üzerindeki nüfuzundan yararlanılacak, Türkiye Kürtleri ise din kardeşliğinin de yedeğinde TRT-6, Ahmedi Hani’ye bir iki atıf, Ahmet Kaya’ya mezar, birkaç köyle kasabaya Kürtçe adları, Şivan Perver’den konser vb… türünden birkaç elma şekeriyle tavlanmaya çalışılacaktır.
Ancak bu plan işlemez; zira PKK sadece bir örgüt olmadığı gibi, PKK’lılık da artık siyasal bir tercih olmanın çok ötesine geçmiş toplumsal-kültürel bir olgudur: Polise taş atan çocuklar “bunu para karşılığı yapıyorlar”a inansanız bile, 7-8 yaşındaki çocuklar -onca yoksulluk ve yoksunluğa rağmen- polisin Nevruz’da dağıttığı şekerleri yıllardır niye almıyorlar dersiniz. PKK’yı örgüt olarak tasfiye edip, PKK siyaseti güdenlerin tümünü hapse atsanız bile devletin şekerini-çikolatasını reddeden çocukları analarının karnına geri sokamazsınız ve de onlar büyüdüler/büyüyecekler.
Bu durumda yapılacak şey, PKK’nın kitle tabanının üzerine gitmek değil, Türkiye’de siyasetin topyekûn silahsızlandırılması, yani eli-beli silahlı olmanın siyaset üzerinde belirleyici olmaktan çıkartılmasıdır; ki, bunun için de her şeyden önce askerin siyaseti bırakmasını sağlamak gerekir. Ama, ne asker “siyaseti bırak” demekle siyaseti, ne de PKK “silahını bırak” demekle silah bırakır. Siyaset alanı, halkın bütününe ve bütün fikirlere öylesine açılmalıdır ki, bu alana girebilmek için insanlar silaha sarılmak/sarılanların gölgesine sığınmak zorunda kalmasın ve de halk tarafından öylesine tıka basa doldurulsun ki, eli/beli silahlılar bu alana sızıp kendilerine bir yol/yer açma imkanı bulamasın.
Askerî yönetimlerin demokratik olmadığı açıktır; ama, yönetimin sivil olması da demokratikliğin garantisi değildir. Sivilleşmeyi bizatihi demokratikleşmeymiş gibi gösterip, siyaseti de asker-sivil karşıtlığı üzerinden formüle etmek ise, sermayedar-işçi/işsiz çelişkisini maskelemek üzere tezgâhlanmış ideolojik bir tuzaktan başka hiçbir şey değildir. Hele, sivilleşmeyi askerin siyaset üzerindeki etkisini başka bir silahlı güçle kırmaya bağlamanın götüreceği yer, siyasetin topyekûn silahlılaşması, yani bir iç/sivil savaş (guerre civile; civil war) da olabilir.
Oysa yapılması gereken, siyasetin topyekûn silahsızlandırılması, bunun için de siyaset alanının son noktasına kadar halka açılmasıdır; yani, yetersiz ama zorunlu bir ilk adım olarak sıfır barajlı, ‘millî bakiye’li, ön seçimli, tercih sıralamalı bir seçim sistemi ve bunun yanı sıra dokunulmazlıkları kaldırıp milletvekilliğini genel başkanın iki dudağı arasına sıkışmış imtiyazlı bir statü olmaktan çıkartmak.
25 Ocak 2010 Pazartesi, 00:30 Kadir Cangızbay AÇIK GÖRÜŞ [Star gazetesi]