Türkiye’de geçerli siyasi kültür esas itibariyle 1920-1938 döneminde oluşmuş, rejimin tüm kurumlarına derinlemesine sirayet etmiş, bugün de belirleyici olmaya devam eden ‚tuhaf‘ bir kültürdür. Yakın tarihin baştan aşağı tahrif edilip, ihtiyaca göre yeniden ‚inşa edilmiş‘ bir versiyonuna, Mustafa Kemal’in putlaştırılmasına, devletin kutsanmasına dayanmıştır. Böylece Eski Rejim kendini yepyeni bir şey olarak sunmayı başarmıştır.
„Yenilikçi“ Osmanlı bürokratik elitinin devamı olan egemen bürokratik elitin ve hâkim sınıfın diğer unsurlarının [Ticaret ve sanayi burjuvazisi, toprak ağaları] çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Yeniliği, farklılığı, moderniteyle ilgisi görüntüden ibarettir. Eski’nin yepyeni bir şeymiş gibi sunulabilmesini sağlayan da, ülkenin geçmişinde bir modernite devriminin yaşanmamış olmasıdır. Cumhuriyet aydınlanması denilen de tam bir safsatadır. Tartışmayı yasaklayan, farklı düşünceyi düşman sayıp lânetleyen, muhalifi şeytanlaştırıp cezalandıran, kişiye tapınmaya dayanan, bir dizi ‚laik kutsallıklar peydahlayan, toplumu ‚adam edilmesi gereken‘ bir nesne olarak gören bir rejimin modernite ve aydınlanmayla gerçekten bir ilgisi olabilir miydi? Eğer bir aydınlanma devrimi yaşanmış olsaydı, Eski Rejimle bir hesaplaşma ve kopuş söz konusu olsaydı, hem topluma böylesine bağnaz bir resmi tarihi ve resmi ideolojiyi dayatmak mümkün olmaz, hem de söz konusu resmi tarih ve resmi ideoloji bu kadar uzun ömürlü olmazdı. Osmanlı döneminin yeniliklerinin, Cumhuriyet döneminin inkılaplarının asıl misyonu, Eski olanı yeni bir retorik ve kimi yeni kurumlar ve mekanizmalarla marifetiyle yeniymiş gibi sunmaktan ibaretti ki, bu işte başarılı olduklarını teslim etmek gerekir. Herhalde modern tarih çağında kişi kültünün böylesine etkin ve etkinliğin bu kadar uzun ömürlü olduğu bir başka „modern“ toplum olup-olmadığını araştırmak ilginç olurdu. Her şeye kâdir bir kurtarıcı, koruyucu, kurucu, eğitici-yetiştirici [mürebbi], yol gösterici, bağışlayıcı, vasi, tek ve şaşmaz, en büyük [Atatürk] ve onun ne dediğini, neyi arzuladığını, neyi istemediğini bilen, onun adına konuşan bir ‚cumhuriyet aydını‘, ‚modern ulemâ‘ taifesi. İşte ‚Modern Türkiye‘ denilen böyle bir şey… [Ebedî] Şef, parti, devlet, millet özdeşliğine veya ‚birliğine‘ dayanan bir rejim, modernliğin [çağdaşlığın] timsali sayıldı. Yönetici elit millet dediğinde de kendini kastediyordu. Bütün bu zaman zarfında halkın ‚işe karıştırılmaması‘ kuralı geçerliydi. Halkın politik sürece dahil edilmemesinin gerekçesi de hazırdı: Halk cahildi, eğitilmesi ve ‚olgunlaşması‘ ‚yetiştirilmesi‘,’rüştünü ispat emesi‘ gerekiyordu. Onu eğitecek olan [mürebbi] de kendileriydi. Diktatörlük döneminde oluşturulan yapıda kayda değer bir değişiklik söz konusu olmadan 1946’da çok parti sistemine geçiş, gerçek anlamda birçok partili sistem anlamına gelmiyordu. O zamana kadar bütünüyle siyasi sürecin dışına atılmış halk kitleleri, bundan böyle muvazaa partileri veya taşeron devlet partileri ve seçimler aracılığıyla manipüle edilecekti. Aracın rotasını tek parti diktatörlüğü döneminde olduğu gibi yine asıl devlet partisi belirlemeye devam edecekti. Halk henüz mürebbilerin rahle-i tedrisinden geçmemişti, korunmaya ve kollanmaya ihtiyacı vardı. Halk henüz yeterli eğitimi alıp, ‚olgunlaşmadığına‘ göre mürteciler, teokrasi yanlıları, kızıl komünistler, kim bilir belki de liberaller onu aldatabilirdi… Aslında bu anlayış ‚modern koloniyalizme ‚ özgüdür ve bugün de geçerli ama artık köprülerin altından hayli su aktığı da bir vakıa… Nasıl İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş Eski Rejimden bir kopuş değil idiyse, diktatörlükten ‚demokrasiye‘ geçiş de bir kopuş değildi.
Can sıkıcı ve rahatsız edici olan husus, rejimin hiçbir zaman tartışma konusu yapılmaması ve esas itibariyle 1920-1938 döneminde oluşturulan siyasi kültürün varlığını ve etkinliğini bugün de sürdürmesidir. Aslında bu durum kişi kültüne, ‚ulu öndere‘ tapınmaya dayalı eğitim sisteminin doğal sonucudur. Diplomalı kesimin bilincinin resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından dumura uğratılmasıyla, iğdiş edilmesiyle ilgilidir. Ulu önder tüm soruların cevabını peşinen ve ‚ilelebet‘ verdiğine ve gidilecek yolu da gösterdiğine göre, ortada tartışılacak bir şey kalır mıydı? Velhasıl mürebbilere ve diplomalı taifeye iz sürmekten başka yapacak bir şey kalmıyordu… Rejimi tartışmaya cesaret edenler rejimin kutsallarına saldıran ‚yıkıcılar‘, değilse „düşmanlarımız hesabına çalışan ajanlar“ olabilirlerdi ki, Cumhuriyetin ’sükûn sağlayıcı takrirleri onlara gereken dersi verirdi. Bu durum son dönemde gündemde olan ve bir süre daha gündemde kalacağa benzeyen Ergenekon Operasyonuyla bir kez daha doğrulandı. Sivil ve militer bürokrasi, akademi ve iş dünyası içindeki darbecilere yönelik operasyona özellikle diplomalı kesimin verdiği tepki, tek parti diktatörlüğü döneminde oluşturulan siyasi kültürün bu kesimin bilincinde ne kadar köklü bir yer edindiğini ortaya koyuyor. Elbette operasyonun mahiyeti hakkında da kafalar karışık ve böyle bir siyasi kültürün geçerli olduğu koşularda bu anlaşılmaz bir şey değil. Türkiye’de darbecilik ve darbeci gelenek rejime ve onun mantığına içkin bir özelliktir. Başka türlü söylersek, TC’de darbeler rejimin ‚olağan halidir‘. Dolayısıyla genel durumdan bir sapma veya istisna değildir. Netice itibariyle Cumhuriyet de bir darbeyle kurulduğuna göre, rejimin darbelerle yol alması neden şaşırtıcı olsun? Başladığı gibi devam etti ama artık yolun sonuna gelmekte olduğumuzu söyleyebiliriz… Öyleyse Ergenekon operasyonunda ‚yeni olan‘ nedir? ‚Yenilik‘ bu güne kadar ordu içinde kotarılan darbe girişiminin bu sefer ’sivil alana‘ sıçraması ve bunun engellenememesidir. Vatanın ve milletin tüm işlerinden sorumlu, koruyucu ve kollayıcı ordu bu sefer çalınan minareye kılıf bulmakta başarılı olamadı… Ordu içindeki darbecilerle darbe karşıtları arasındaki görüş ayrılığı ve çatışma, sivil yargının işe müdahale etmesi ve durumdan halkın haberdar olmasıyla sonuçlandı. Velhasıl halk duymaması gerekeni duydu… Bir kısmı emekli olan, darbede ısrarcı komutan başarılı olursa [ ki bu onun ’sivil toplum‘ dediklerini etkili bir şekilde harekete geçirebilmesine bağlıydı], darbeyi ordu içinde de yapacakları bilindiğinden, darbe karşıtları [aslında darbe karşıtlarıyla darbeciler arasındaki anlaşmazlık bir ilkeden değil, konjonktürün darbeye uygun olmaması tespitinden kaynaklandığı anlaşılıyor…] bu kesimi etkisizleştirmek üzere – operasyonun kapsamını da kendileri belirlemek kaydıyla – sorunu sivil yargıya havale etmek zorunda kaldılar. [Her ne kadar operasyonunun kapsamı hakkında etkin olsalar da, bazı durumlarda ruhları çağıranların onu geri gönderemedikleri de bilinen bir gerçektir.] Bu tür bir operasyonla fazlasıyla ayağa düşmüş, mafyalaşmış unsurları tasfiye etmek, ordu içindeki ve dışındaki darbecileri etkisizleştirmek, imaj tazelemek, başta ordu olmak üzere ‚devletimizin itibarını‘ restore etmenin amaçlandığı anlaşılıyor. Aslında darbeye hedef olan ordu kadrolarının darbe karşıtlığı, onların demokrasi aşkıyla ilgili değildir. Bu durumda yeni olan bir şey de, ilk defa her darbenin gönüllü destekçisi olan sivil bürokrasinin yükseklerine, akademinin ve medyanın, bazı unsurlarına dokunulmuş olmasıdır. Dokunulmazlıkları konusunda sarsılmaz bir inanca sahip olan ve kendilerini ‚müesses nizamın bekçisi‘ ve ‚memleketin sahibi‘ olarak gören diplomalı seçkinlerin infiali ve şaşkınlığı bu yüzdendir. Oldum olası bu kesimlerin en büyük korkusu ‚cahil halkın‘ işe karışmasıdır. Bu yüzden özgürlüklerin, demokrasinin, insan haklarının katıksız düşmanıdırlar. Darbeyle ilgili olduğu gerekçesiyle tutuklananlara yapılan muameleden vazife çıkarmaya çalışıyorlar. Elbette hak ihlallerinin her türlüsüne karşı çıkmak ve usul hukuku kurallarına uyulmasını istemek son derece önemli ve gereklidir. Tutuklamalar sürecinde yasal gereklere uyulmadığı için ortalığı velveleye verenler, hak ihlâllerinden yakınanlar, Ergenekon sanıklarına yapılanın yüz katı başkalarına yapıldığında kıllarını hiç kıpırdattıkları oldu mu? İşkence ve siyasi cinayetlerle ilgili, düşüncelerinden dolayı cezalandırılanlarla ilgili bir defacık sesleri çıktı mı? Çıkar mıydı? Çıkabilir miydi?
Bu ülkede anaokulundan başlayarak tüm okul sisteminde ve askerlikte puta tapmayı esas alan, özgür düşünceye düşman bir eğitim sürecinden geçmiş, düşünme yeteneği körelmiş, yurttaş değil kul bilinci taşıyan, bürokraside, akademide, orduda, medyada, vb. ayrıcalıklı bir pozisyon edinmiş kesimin darbeci, ‚ulusalcı‘, Ergenekoncu olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim bir üniversite rektörünün Ergenekon davasından tutuklanması sonrasında bu durumu Atalarına şikâyet için Anıt Kebire giden cüppeli hocaların „biz Atatürk’ün askerleriyiz“ sloganı atmaları, rejimin verdiği eğitimin etkinliğinin kanıtı oyduğu gibi, yarattığı insan tipi hakkında da bir fikir verecek durumdadır… Bu dünya’da ve sadece burada, Kemalist Cumhuriyette üniversite üyeleri, şikayet için ölmüş bir şahsiyetin mezarına gidebilir ve kendini militarist bir sloganla ifade edebilir… İşte size ‚memleketimin üniversitesinden manzaralar…‘ İşte size ‚modern Türkiye’den manzaralar… Bu durum sadece üniversite denilen ama adından başka üniversiteyle ortak yanı olmayan kurumun sefaletini göstermiyor, aynı zamanda Türkiye’deki bilimsel/entelektüel seviyeyi de gösteriyor ve siyasi kültürün sefaleti hakkında da fikir veriyor.
Solun Ergenekonla imtihanı…
Aldığı eğitim ve rejimin niteliği gereği, kalben veya fiilen, reel veya potansiyel Ulusalcı-Ergenekoncu olanların bu durumuna diyecek bir şey yok. Lâkin solun bu konudaki tavrı problemli. Elbette operasyonun devlet içi bir operasyon olduğunda da kuşku yok ve dosya pisliğin temizlenmesi için mobilize olmuş emekçi halk kitlesinin talebi ve dayatması sonucu açılmış da değil. Sol problemli bir kavram. Genel olarak sol kavramından, ezilen, sömürülen sınıfların safında olmak ve ezilme ve sömürülmenin olmadığı, eşitlik ve özgürlüğe dayalı sosyalist bir toplum ve dünya için mücadele etmenin anlaşılması gerekir. Türkiye’de sol ile sol olmayan arasındaki sınır silik. Bunun nedeni solun her şeyden önce Kemalizm’den kopamamış, rejimin resmi ideolojisi olan Kemalizm’le hesaplaşamamış, dahası öyle bir kaygı taşımıyor olmasıyla ilgili. [Elbette istisnalar vardır…] Resmi tarihle, resmi ideolojiyle hesaplaşmayan, resmi tarihin ürettiği yalanlara, efsanelere itibar eden bir sol hareket olabilir mi? Böyle bir hareket inandırıcı olabilir, kitlelerin güvenini kazanabilir, etkin bir politik faaliyet yürütülebilir mi? Türkiye’de solun ‚radikal unsurları‘ arasında bile Türkiye Cumhuriyeti denilenin ‚gerçek‘ bir cumhuriyet olduğuna, üstelik anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı sonucu kurulduğuna inanların sayısı az değildir. Türkiye’de 1923 de adı Cumhuriyet olarak değiştirilen rejim, padişahın sahneden çekilmesi dışında bir farklılık ve orijinallik içermiyordu. Kaldı ki, zaten rejim o tarihte şeklen anayasal bir monarşiydi ve padişahın sadece sembolik bir varlığı söz konusuydu. Kemalizm’le aradaki sınırın kalın çizgiyle ayrılmadığı koşullarda ve köklü bir anti-militarist bilinç yokluğunda solun darbeler karşısında tutarlı bir tavır ortaya koyması elbette mümkün olamazdı ve olmadı. Mesela 27 Mayıs darbesini ‚ilerici‘ sayıyor… Bu dünyada ilerici bir darbe olabilir mi? Böyle bir şeyi düşünmek bile Elif-Ba da kırk hata değil midir? Nitekim son dönemde solun bir kesiminin ‚ulusalcılığa‘ meyletmesi ve darbecilerin safına savrulması söylediğimizi doğruluyor.
Solda olmak şurada dursun, solun karşısındaki ulusalcılar dışındaki ‚radikal solun‘ da [istisnalar hariç ve genel bir çerçevede] Ergenekon Operasyonu konusunda sola yakışır bir tavır sergilediğini söylemek mümkün değil. Oysa bu durum rejimi teşhir etmek için bir fırsata dönüştürülebilir, rejimle ilgili bir netleşme sağlanılabilirdi. Bu işe girişmemek için her biri kendince bir ‚gerekçe‘ bulmuş görünüyor. Kimileri operasyonun gerisinde AKP’nin olduğunu düşündüğü için yapması gerekeni yapmıyor. Eğer AKP’nin de diğer düzen partileri gibi bir taşeron devlet partisi olduğunu bilselerdi, bu tür gerekçeler üretmek durumda kalmazlardı. Bunun için de asıl iktidar ile görünen iktidar arasındaki ayrımın farkında olmaları gerekirdi. Kimileri sorunun üzerine gitmenin AKP’yi güçlendireceğini düşünüyor. Başkaları operasyonun sonuna kadar gitmeyeceğini, diğerleri operasyonun asıl yapılması yerde yapılmadığını söylüyor. Kimi sol entelektüel de ‚demokrasi ve sol adına‘ darbecilerden bir kısmını desteklemeye kadar işi ileri götürüyor. Operasyonun gerisinde ABD’nin olduğunu düşündükleri için uzak duranlar da var… Elbette operasyonun arkasında emperyalistler de olabilir ama bu sorunun üzerine gerektiği gibi gitmememin ve gereğini yapmamanın bir mazereti olabilir mi? Sizin kendi ilkelerinizin gereğini yapmak diye bir derdiniz yok mu? Bu gerekçelerin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok ve anyayı Konyayla karıştırmakla ilgili… Eğer öyleyse bütün bu uyduruk gerekçelerin gerisinde ne var? Belli ki, solun rejimin niteliğini anlamakla ilgili bir derdi ve kaygısı yok ve o konuda ‚bilinç‘ zafiyeti var… Rejimin niteliğini tartışmayı hiçbir zaman dert etmemiş sol hareketin bileşenlerinin bu operasyonla ilgili sağlıklı bir duruş ortaya koymaları düşünülebilir miydi? Solun bu sorun karşısındaki tavrındaki tutarsızlık onun demokrasi ve özgürlükler konusundaki yetersizliğiyle de ilgili. Bizdeki sol, resmi ideoloji olan Kemalizm’den ve onun yakın akrabası olan Stalinizmden kopamamış olmaktan ötürü, demokrasiyi ve özgürlükleri hiçbir zaman önemsemedi. Bizzat kendi içinde demokrasiyi işletemeyen, kendi içinde eşitlikçi-demokratik işleyişi gerçekleştiremeyen, özgürlüklerin kıskanç savunucusu olmayan bir sol nasıl bir soldur? Bırakın demokrasiyi kıskançlıkla savunmayı, demokrasiyi ‚burjuva demokrasisi‘ sayıp lânetliyor… Egemen sınıfların asla demokrasi diye bir sorunu olamayacağını, egemenliklerini ancak demokrasi ve özgürlük yokluğunda sürdürebileceklerini düşünemiyor. Aslında burjuva demokrasisi diye bir şey yok. İşçi sınıfının ve ezilen halkların mücadelesi sonucu burjuva düzeninde kazanılmış sınırlı mevziler var. Burjuvaların demokrasiyle ilgisi, sömürme ve egemen olmayla sınırlıdır. Egemenler için demokrasi sadece bir retoriktir ve bir ideolojik manipülasyon aracıdır… Özgürlükler ve demokrasiyse ezilen ve sömürülen sınıflara gereklidir ve ancak onların mücadelesiyle ete-kemiğe bürünebilir, içi doldurulabilir. Velhasıl Ergenekonla rejimin ayıbı ‚dışa vurmuştu‘ solun bu ayıbı büyütmek, oradan giderek de Kemalist rejimi teşhir etmek gibi bir misyonu olmalıydı ama misyonunun gereğini yapmakta sınıfta kaldı…
Fikret Başkaya
| 30 – 04 – 2009 |