„Bir şeye ait her şeyi öğrenin;
her şeye dair bir şeyler bilin.“[2]
Onur hocam beni bu panele çağırdığında, neler söyleyebileceğim, daha doğrusu – söylenecek çok şey var, ama bunları güncel sorunlarımızla nasıl bağlantılı kılabileceğim üzerine, doğrusunu isterseniz epey düşündüm… Onur benden ÖES (Öğretim Elemanları Sendikası) deneyimi üzerine konuşmamı istemişti; sona erdirilmesinde katkıda bulunanlar arasında benim de olduğum, ama sanırım ki tüm katılımcılarının, anımsadıkça burunlarının direklerini sızlatan bir deneyimdi ÖES.
Aslına bakarsanız, ÖES’in güncel sorunlar(ımız)la nasıl ilintilendirilebileceğine ilişkin sıkıntım ile ÖES deneyiminin sona erdirilmesine katkıda bulunanlar arasında oluşum arasında doğrudan bir ilişki var. O zaman dilerseniz, önce bu sıkıntıyı açımlayalım. Yani ÖES’in günümüze neden ilişkinsiz olduğu konusunda biraz sohbet edelim. Ardından da ÖES’in neden -sanıyorum ki- hatırladıkça tüm katılımcılarının burnunun direğini sızlattığı üzerinde durabiliriz. Ki bu da, ÖES’in günümüz sorunlarına ilişkin olan yönlerini, yani güncelliğini verecektir bize…
Anımsayan anımsayacaktır; ÖES’i KESK’in (dolayısıyla da Eğitim Sen’in) yasallaşmasına olanak sağlayan, üstelik de çıkması için günlerimizi-gecelerimizi sokaklarda geçirdiğimiz, üzerimize fışkırtılan sularla buz kestiğimiz, çoğumuzun kafasını-gözünü yardırdığı Sendikalar Yasası’nın kabul edilmesi üzerine, bu yasanın düzenlemeleri gereği -içimiz sızlaya sızlaya- tasfiye ettik.
Çoğumuz ana gövdesini ilk ve ortaöğretim kurumlarında çalışan öğretmenlerin oluşturduğu, geçim koşulları ve özlük hakları mücadelesi deneyimleri birikimi üzerinden şekillenmiş bir sendika içerisinde hem sayıca çok daha az olan, hem de üniversite özerkliği, bilim ve düşünce özgürlüğü, yükseköğretimin kamusallığı konusunu gündemleştirmiş öğretim elemanlarının sorunsallarının bir doku uyuşmazlığı yaşayacağının bilincindeydi. Yine çoğumuz, KESK’e bağlı sendika yönetimlerinin, sol siyasal gruplar arasındaki denge, koalisyon ve pazarlıklar sonucu belirlendiğinin ve böylesi bir anlayışın öğretim elemanlarının örgütlenmesi önünde engel oluşturduğunun/oluşturacağının farkındaydık…
Dahası, galiba pek çoğumuzun bu sorunların zaman içerisinde düzeltilebileceğine dair pek umudu da yoktu – bunu, ÖES’den Eğitim Sen’e devrolunan üyelerden pek azının Eğitim Sen içerisinde aktif sendikacılığa kalkışmasından çıkartıyorum. Büyük çoğunluk, sendikayla ilişkisini, aidat ödemekle sınırlı tutmayı yeğledi; o da aidatların kaynaktan kesilmesi sayesinde… Aktif sendikacılığa kalkışanlar ise, öyle gözüküyor ki, öğretim elemanı kimliklerinden çok, siyasal temsiliyetleri oranında etkin olabildiler. Herhangi bir siyasal aidiyeti olmayan, ya da muhalif konumlu üyeler, çok kısa sürede tasfiyeye uğradıklarını gördüler.
Her durumda, Eğitim-Sen üyeliğini, salt yasal zorunluluklardan değil, aynı zamanda KESK’in yasallaşmasının Türkiye emek hareketi açısından oluşturduğu -biz beğenelim-beğenmeyelim- ikili dönüm noktası açısından bir zorunluluk olduğu bilinciyle seçtik.
Bu ikili dönüm noktasının bir yönü, emek hareketinin -1980 sonrasında ilk kez- kitleselleşme olasılığının ortaya çıkmasıydı. Evet, sekter çekişmeler, bürokratikleşme, tabanın depolitizasyonu ölçüsünde suiistimaller, beceriksizlikler… yani her emek hareketinin önündeki riskleri içeren bir gelişmeydi bu, ama, en azından bir çağrıyla Sinop’taki sağlık emekçisini, Van’daki öğretmeni, Antalya’daki PTT memurunu, Muğla’daki profesörü Kızılay’da toplayabilme potansiyeline sahip bir Konfederasyonun mensubu olmak, önemliydi.
Hele ki, her birimizin eksikliğinin, Kamu-Sen, Memur-Sen vb.’nin önünü açacağı bir düzenlemede…
Dönüm noktasının ikinci yönü ise, 1980 sonrası Türkiye’yi teslim alan neo-liberal kıskaç çerçevesinde akademik personel dahil tüm memurların sürüklendiği proleterleşme süreciyle ilgiliydi. Yükseköğrenim alanına da yansıyan bu gelişmeler sonucunda, sonunda akademik personel de, „entelektüel sermaye“sinden kaynaklanan ayrıcalıklarını yitirmekte olduğunun bilincine varmaya başlamıştı. Artık hiçbirimizin, ama özellikle de araştırma görevlisi, öğretim görevlisi ve yardımcı doçent kadrolarının, camiamızın paternalist sarıp sarmalayıcılığında, lonca rahatlığında, bölümlerimizden emekli olmayı beklerken ders verme ve araştırmalarımızı sürdürme lüksüne sahip olamayacağı günlerin gelip çattığını yavaş yavaş kavramaya başlamıştık. Üniversite öğretim elemanlarının önünde ihtiram duruşu yapıldığı, „Hocam-hocam“ diye eteklendiği, ağızlarından çıkan her lafın hikmet sayıldığı günler geride kalmaktaydı.
Evet, üst düzey akademik personelin ücretleri örneğin TSK mensuplarıyla kıyaslandığı zaman hep binbaşı-albay aralığında salınagelmişti; alt kademelere inildikçe ise ancak çavuşlarla yarışabiliyorduk; ama bunu telafi eden itibar da elden gitmeye başlamıştı artık.
Yüksek öğrenimi de kıskacına alan neo-liberal düzenlemeler ve küreselleşme süreçleri, üniversiteleri artık „talebe“den çok „müşteri“ gözüyle bakılan öğrenci avına çıkan, ve de üretimlerini piyasaya sunmak için birbirleriyle yarışan şirketlere dönüştürmüştü, bu duruma mantar gibi biten yeni kamu üniversitelerine her ne pahasına olursa olsun eleman sağlamanın politik baskısı, vakıf üniversiteleri ve uluslar arası rekabetin basıncı eklendiğinde, öğretim elemanları, birden bire bir presin içerisinde buldular kendilerini. Ücretleri büyük bir hızla düşerken, özlük hakları, iş güvenceleri ellerinden alınıyor, ders saatleri ve öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısı arttırılıyor, indeksli dergilerde yayın yapmaları konusundaki basınç yoğunlaşıyor, bunlar da yetmiyormuş gibi döner sermayeye katkıda bulunacak projelere katılmaları yolundaki telkinler birbirini izliyordu.
Evet, öğretim elemanları hızla „zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan“ proleterler hâline gelmekteydiler: çalıştığı kurumda her an sözleşmesinin yenilenmemesi ya da feshedilmesi tehdidi altında yaşayan, nerede iş bulursa oraya çalışmaya hazır, kurumuna kâr ettirme yükümlülüğü altındaki emekçilere dönüşüyorduk.
* * *
Ne yapıyorum ki ben? Sizin derdinizi size anlatıyorum. Ama emin olun, ÖES’in kurulduğu yıllarda bunlar -kuramsal olarak olmasa da pratik açıdan- yeni, tahayyülü zor gelişmelerdi. Düşünün ÖES’in kurucuları arasında Korkmaz Alemdar’lar, Korkut Boratav’lar, Ömür Sezgin’ler, ilk yöneticileri arasındaysa Sina Akşin’ler, Melih Ersoy’lar vardı… Akademia’nın olduğu kadar, sol kamuoyunun da karizmatik isimleri. Her biri asistan olarak girdiği bölümde profesör olmuş, kamusal yaşamda olduğu kadar üniversite içi güçler dengesinde belirli bir ağırlığı olan „prof.“lar.
Bunun yanı sıra, ÖES’in kuruluş paradigmasını, üniversiteler üzerinde bir baskı ve denetim aracı olan YÖK’e karşıtlık biçimlendirmekteydi. Bir bakıma, Akademia üzerindeki baskı ve denetim girişimlerine karşı düşünce ve bilim özgürlüğünün, üniversite özerkliğinin savunulmasına verilen öncelik, 1980 sonrası kendini solda konumlandıran bir akademisyen örgütlenmesi için adeta doğal bir görevdi.
Oysa neo-liberal politikalar, ülkeyi, hatta ülkenin (YÖK uygulamaları sayesinde) en durağan birimlerinden birini oluşturan üniversiteleri kısa sürede bir altüstlüğe sürükledi. Yanı sıra, politik gelişmeler, üniversitelerin MGK’sı YÖK’ü de bir yandan piyasa isterlerini üniversitelere uygulamaya öncelik veren, ama bir yandan da yekpareliğini ve etkisini giderek kaybedeceği iç çatışmalar yaşayan bir kuruma dönüştürdü. Bir başka deyişle piyasa ekonomisi, YÖK’ü bile önemsizleştirdi.
Bu gelişmeler, öğretim elemanları açısından bir dönüm noktasına işaret ediyordu; ÖES tarzı bir örgütlenmeyle böylesi bir dönüşümün karşısında durmak olanaksızdı. Bunun için çok daha geniş bir cepheye ihtiyaç vardı; dönüştüğümüz emekçilerle, yalnız aklımızla değil, gövdemizle yan yana durmayı öğrenmemiz gerekiyordu…
Günümüzden dönüp baktığımızda „Eğitim Sen bu saptamaların dile getirdiği ihtiyaçları karşılayabilmekte midir?“ sorusuna, doğru, yanıt „Hayır“ dır; ama b u „Hayır“ın gereğinin, yeniden ÖES gibi küçük ve yalıtılmış bir oluşuma dönüş olmadığı açıktır. Bir başka deyişle, kanaatimi sorarsanız, öğretim elemanları, Eğitim Sen’in yapısal zorunluluklarının ve kısıtlılıklarının bilinciyle, ona fazla bel bağlamadan, içinde var olmayı sürdürmelidirler. Ama aynı zamanda üniversitenin özgül koşullarını ve taleplerini dile getirecek informel örüntüleri biçimlendirmesinin yollarını da mutlaka aramalıdırlar. Üniversite forumu gibi süreçlerin bu açıdan önem taşıdığı kanısındayım.
Yukarıda sözünü ettiğim, „ÖES deneyiminin güncelliği“ tam da burada devreye giriyor. Bir dönem ÖES’in yönetim kurulunda bulunma onurunu taşıdım. Sizlerle en çok, bu deneyimleri paylaşabilirim.
O dönem ÖES, öğretim elemanları mevcudu içerisinde küçük bir azınlığa hitap ediyordu. Aidatlar neredeyse hiç tahsil edilemiyor, giderler yönetim kurulu üyelerinin özverisiyle karşılanıyordu. Belirli bir lokalden yoksunduk. Meslek odalarının bize tahsis ettiği odaları adres gösteriyor, zorunlu evrakı orada tutuyorduk. ÖES küçük bir sendika olduğunun bilincindeydi, buna göre davranıyordu. Sendikanın etkinliğinin, faaliyetlere katılan üyeleri kadar olabileceğinin farkındalığıyla, örneğin özlük hakları, ücret gibi konulara ancak çok sınırlı bir öncelik verdi. Bunun yerine, kendi aramızda „pozisyon sendikacılığı“ ya da „onur sendikacılığı“ olarak adlandırdığımızı hayata geçirmeye çalıştık. Yani, bilim/düşünce özgürlüğünü, üniversitenin özerkliğini ve kamusallığını savunmayı öne aldık. Attığımız adımlar cirmimiz kadardı, ama her zaman cirmimizden fazla yer yakmayı hedefledik. Bir başka deyişle, simgesel, ama akademisyen onurunu, aydın olma onurunu savunan eylemliliklerde bulunmaya gayret ettik.
Hatırlayabildiklerim, Meclis’te YÖK karşıtı pankart açtıkları için 96 yıla mahkûm edilen öğrencileri cezaevinde ziyaret ve „sembolik tünel kazma eylemi“ (Başkan İzzettin Hoca’nın „bu çocuklar hakkında hüküm kesinleştiğinde, onları saklamaya hazırız“ mealli bildiriyi okuyuşu hâlâ aklımdan çıkmaz); o sıralar Bursa cezaevinde olan İsmail Beşikçi’yi ziyaret; kendi kurumları ya da YÖK tarafından kovuşturulan akademisyenlerle dayanışma eylemleri; Üniversitelerin piyasalaştırılması girişimlerine karşı düzenlenen sempozyumlar…
Bunların yanı sıra, bir yandan üyeler arasında her türlü hiyerarşik dizilimi reddeden, araştırma görevlisiyle profesörün söz ve katılım hakkını eşitleyen, örneğin idarî göreve gelen üyelerinin üyeliğini askıya alan radikal bir demokrasi anlayışı; bir yandan da örgütü sekter çekişmelere kurban etmeme konusundaki kararlılık: örneğin benim yönetim kurulu üyeliğim süresince örgütsel kararların yönetim kurulu üyelerinin oybirliğiyle alınması esasını özenle koruduk. İki yıl süreyle birlikte çalıştığım arkadaşlarımın hangi örgüte sempati duyduğunu hâlâ bilmem. Sanırım onlar da benimkini bilmezler…
* * *
Özetle, ÖES’de „toplumdan ve hayattan yana bilim“ şiarıyla akademik faaliyetleri, aydın sorumluluğunun yüklediği bir militanlıkla kaynaştırmaya çalıştık. İsrailli askerlere doğru taş atan Edward Said fotoğrafı o zaman var mıydı, yok muydu hatırlamıyorum, ama olmaya ve yapmaya çalıştığımız, tam da buydu. Akademisyen olmadan kaynaklanan herhangi bir ayrıcalığa talip olmadan bilim özgürlüğünü, üniversite özerkliğini ve toplumun demokratikleşmesini savunmak… Baskılara, soruşturmalara, cezalara karşı öğrencilerimizin yanında olmak… Araştırmalar, yazılar, danışmanlık türü hizmetler vb. ile emek cephesine entelektüel katkı sağlamak… Geriye dönüp baktığımda, ÖES militanı olmak beni gönendiriyor. Sanırım diğer arkadaşları da öyle…
ÖES’in güncelliği, tam da burada yatıyor. Az önce, öğretim elemanlarının bir yandan -fazla bir şey beklemeksizin, rolünü abartmaksızın- Eğitim Sen içerisinde yer alırken, bir yandan da -Eğitim Sen’e alternatif olmamak kaydıyla- informel oluşumlara yönelik arayışlarını sürdürmesi gerektiğini söyledim. Bu tip oluşumlar, bizlere öğretim elemanları olarak farklı, özgül kaygılarımızı dile getirme olanağı sağlayacaktır.
Evet, emek süreçleri içerisinde sorunlarımız katlanıyor. Diğer emekçilerle paylaştığımız pek çok sıkıntımız var: sözleşmelileşme, iş güvencesi yitimi, ağır iş yükü, düşük ücretler vb.. Ama yalnızca bizim sahip çıkabileceğimiz, özgül sorunlar da katlanarak ağırlaşmakta: Bilimin metalaşması, üniversitelerin kamusal niteliğini yitirerek piyasaya eklemlenmesi, düşünce özgürlüğü önündeki engeller, tüm bunların yol açtığı entelektüel kısırlık, toplumun yaşadığı „ethos değişimi“, öğrencilere yönelik baskılar, merkez-dışı üniversitelerdeki hızlı muhafazakârlaşma/İslâmîleşme… Birilerinin bu sorunlarla uğraşması gerek ve sanırım bu „birileri“ de biziz. Bu sorunları Eğitim Sen’e ciro edemeyiz. Bu nedenle, sendika içerisinde -ya da bu olamıyorsa dışında- özerk bir alana ihtiyacımız var.
Sanıyorum ÖES de, dayanışmacı, içtenlikli, antihiyerarşik, gözükara, esnek, hızlı karar alıp hayata geçirebilen, ilişkilerin karşılıklı güvene dayalı olarak sürdürüldüğü, militan örneğiyle, bu alanda bizlere örnek olabilir.
N O T L A R
[1] 28 Şubat 2009’da Kocaeli Üniversitesi Emekçileri Platformu tarafından Kocaeli Üniversitesi’nde düzenlenen Sempozyum’a sunulan tebliğ… Kaldıraç Dergisi, No:99, Nisan 2009…
[2] Var Dyke.
| 30 – 04 – 2009 |