METIN AYCiCEK |20-01-2013 | Onları halkların yüreğine uğurladık.
6 Ocak’ta kaybettiğimiz Osman Sakalsız’la peşpeşe gittiler üçler, bir tarihi bütünleştiren parçalar gibi. Dostum, yoldaşım Osman Sakalsız, büyük yaşadı, büyük mücadele etti, büyük ideallerin insanıydı. Sara gibi, Rojbîn gibi, Ronahî gibi. Farklı siyasal gelenekler içinden yürüseler de, aynı yürüyüşün, aynı kavganın insanlarıydı hepsi. Kavgada „güneşi fethetmeyi” iddia edecek kadar cesur; yaşamda, kendilerinden ancak ölümlerinde söz ettirecek kadar mütevazi idiler.
Birileri silahlı infazla, birileri zulmün eseri ölmüşlerdi.
Tetikçi aramaya gerek yok.
Hepsinin yaşamlarının ortak gerçekliği bu katliamları açıklamak için yeterlidir: Ne Sakine’ler Paris’e tatil için gelmişlerdi, ne de Osman Sakalsız keyfince çıktı sürgünlere.
O sistem; o sistemin devleti; o devletin zulmü, o zulmün egemen ulusta yarattığı duyarsızlık özgürlüğü çekip aldı kanlı elleriyle onların yaşamlarından.
Yaşamamız için şimdi daha çok neden var yoldaşlar: Yaşamalıyız, çünkü onların sürdürdüğü yürüyüşü tamamlamak, onların taşıdığı bayrağı yükseltmek, artık dünden daha fazla bizim görevimizdir.
***
Silahlar susmalıdır. Elbette susmalıdır. Barışın konuşulabilmesi için silahların susması bir zorunluluktur. Ve bunun için, öncelikle, silah kavramının sadece ateşli silahları içermediğinin altı çizilmelidir. Dilden fiili eyleme, ekonomik kuşatmadan sosyal izolasyona, psikolojik savaşın bütün uygulamalarını da kapsayacak biçimde savaş için kullanılan bütün araçların kullanımı, „devletin öncelikle adım atmasıyla durdurulmalıdır”.
Henüz kanları bile kurumamış olan bunca katliamın Kürt halkında yarattığı derin güvensizliğin giderilmesi için, „silahları susturma” adımı devletin başlatması şarttır. Çünkü biliyoruz ki Kürt Özgürlük Hareketi bunu önceki yıllarda da kendiliğinden aldığı kararlarla, tek taraflı olarak, ve devletin saldırılarını artırmasına rağmen çok fazla denedi. Şimdi adım atma ve uygulama sırası devletindir. Bu konuda ne iktidarlara özgü intikamcı bir inat, ne gerçekliği yıkılmış bir egemen ulus kaprisi dayatmamak gerekir.
„Türk halkının hassasiyetleri” iddiası, ahlaken savunulabilir bir şey değildir. Yapılan kamuoyu çalışmaları, gerçekte Türk halkının da giderek daha da güçlenen bir „barış ve çözüm” bilincini geliştirmekte olduğu, hatta geçmişle asla kıyaslanamayacak bir düzeyde geliştirdiği gerçeğinin altını çizmektedir. Yani „Türk halkının hassasiyetleri uyarısı” gerçekte, pazarlıkta elini güçlendirme amacına yönelik olarak devletin uyguladığı bir kamuoyu yönlendirme çabasından başka bir şey değildir. Ama sonuçları önceden tahmin edilemeyecek kadar tehlikeli ve iğrenç bir çabadır.
Kaldı ki, ister doğrudan savaşarak isterse gözünün önünde cereyan eden haksız, açık ve kanlı bir savaşa duyarsız kalarak bir başka halkın bütün kimliğini zora başvurarak yok etmeye yönelen saldırgan bir girişim, özsavunma hareketinin vereceği zararları hak etmiştir ve barışa giden yol ancak bu evrensel ahlakın kabulüyle zihinlerden ve vicdanlardan başlayarak açılabilir. Tersi, kışkırtıcılıktan başka bir sonuç doğurmaz.
***
Daha önce de yazmıştım: „Bu tarihi biraz tanıyan herkes bilir ki, PKK’nin silahı bırakması, ancak ‘özgürlük koşullarının Kürt Halkı tarafından güvence altına alındığına inanıldığı bir ortamda’ gerçekleşebilir. Ve bu güven, asla, genetiği sömürgecilik olan bir Türk devletinin himayesine bağlı olarak sağlanamaz. Bu güven, Kürt halkının kendi öz örgütlenmesinden başka bir yerde aranamaz.”
Bu sürecin ne kadar sürebileceğini uygulamalardaki tutarlılık belirleyecektir. „Her barış sürecinde, süreci PKK eylemleri bozdu” söylemi devletin sürdürdüğü tehlikeli bir psikolojik savaş yalanından başka bir şey değildir. Bölgesel coğrafyada sınır haritalarının yeniden belirleneceği gerçeği artık gözümüzün önüne somut eylemleriyle dikilmektedir. Bu coğrafyada Kürdistan’ın yeni rolü ve önemi ise, sadece Kürdistan topraklarını zor kullanarak paylaşmış dört ülkeyi ve paylaştırma eylemini gerçekleştiren emperyalizmi değil, bütün dünyayı şöyle veya böyle, ama doğrudan ve sıcak olarak etkilemektedir. Kürtlerin ve bütünüyle Kürdistan’ın geleceği belki de tarihte hiçbir dönemde olmadığı kadar fazla dünya barışında anahtar rolü yüklenmiştir. Bu önem, sınırların yeniden çizilmesinde çözümsüzlük haline bağlı didişmeler sadece bölgeyi değil dünya bütününü kana boğacak bir savaş olasılığını artırmaktadır. Türkiye devleti, tarihsel olarak böyle bir sorumluluğu taşımakta ve halihazır konumuyla bütün dünya halklarının dikkatini üzerinde toplamaktadır.
***
Devlet, başta dilini değiştirerek; Kürt Özgürlük Hareketine „terör” eylemi demekten vazgeçmenin yollarını bulmalıdır. Kapılarını barışa her zaman sonuna kadar açan „PKK’den süreci baltalayacak eylemler beklentisiyle halkları kışkırtmaktan” vazgeçerek, neden bir barışa gereksinimi olduğunu; barışa ilişkin olarak hangi adımları atmayı planladığını; bunun için hangi araçları kullanacağını kamu oyu ile açık tartışmalıdır.