FİKRET BAŞKAYA | 01 – 03 – 2011 | Bu sefer rüzgâr ‚yeryüzünün efendileri‘ tarafından değil de ‚yeryüzünün lânetlileri‘ tarafından esiyor. Batı’dan değil de Doğu’dan esiyor. Kuzeyden değil de Güneyden esiyor. Ufukta, artık bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının emareleri beliriyor. Tunus’tan Mısır’a, tüm Arap dünyasını ve Ortadoğu’yu saran ateşin alevi, insanlığın ufkunu aydınlatıyor.Nil Devrimi, Batılı efendilere ve dünyaya onların gözüyle bakan diğerlerine hiç de beklemedikleri, alışık olmadıkları bir ders veriyor. Beş yüz yıllık burjuva saltanatının sonunun başlangıcını ilân ediyor. Tam bir bilgelik, olgunluk, vakar ve erdemle… Velhasıl insan onurunun ne demek olduğunu ve halk ayağa kalktığında nelere kâdir olduğunu, tarihin gerçek öznesinin kim olduğunu, bir defa daha dosta düşmana gösteriyor…
Mısırın emekçileri, sıradan insanları dalga dalga Tahrir Meydanı’na akarken ve halk Mısırın her yerinde komprador otokrasiye karşı ayaklandığında, her şeyin kendilerinden menkul olduğunu, dünyanın gerçekliğini ceplerinde taşıdığını sanan çokbilmiş akl-ı evvellerin ilk akıllarına gelen: “Acaba bu kalkışmanın arkasında kim var?” sorusu oldu… Öyle ya, Mısır halkı ve hiç bir halk kendiliğinden hiçbir şey yapmaya ehil olmadığına göre… Acaba bir ‚yumuşak geçiş‘ için ABD ve müttefikleri mi ‚düğmeye basmıştı? Bu, ‚Büyük Ortadoğu Projesini‘ kotarmaya yönelik bir ABD manipülasyonu muydu? Bu isyanın sonunda ‚İslamcı fanatikler‘ mi aracın direksiyonuna geçecekti? Kendilerini ‚dünyanın merkezi‘ olarak görmeye alışık efendiler cephesi başka türlü düşünebilir miydi? Soldan gelen tepkiler ve değerlendirmeler de bir başka tuhaftı. Yok efendim hareket bir liderlikten yoksunmuş, yok işte ’ne değişmiş‘, ‚her şey yerli yerinde duruyormuş‘, üretim araçlarının mülkiyeti el değiştirmemişmiş… Tabii devrimi öncülerin, şeflerin, ‚profesyonel‘ devrimcilerin ve sadece onların yapabileceğini sananların bu tür itirazları anlaşılır bir şeydir… Lâkin bu dünyada hiç bir devrim şeflerin ve profesyonellerin eseri olmamıştır ve olması da asla mümkün değildir. Eğer devrimi şefler, öncüler, liderler, “bu işin” ‚profesyonelleri‘ yaparsa, ona devrim denmez, denmemesi gerekir. Çünkü devrimi sadece halk yapar da ondan… O halde üç şey: Birincisi, devrimi halk, yani sıradan insanlar yapar; ikincisi, devrimin ne zaman patlayacağı bilinmez; ve üçüncüsü de, hiçbir devrim bir diğerine benzemez, her devrim ‚tektir‘ ve başka türlü olamaz…
Sonlar ve başlangıçlar
Arap Dünyasını saran isyanlar, kalkışmalar, egemen söylemin ısrarla ileri sürdüğü gibi sadece bölgedeki komprador otokrasilere, diktatörlüklere yönelik itirazdan ibaret değil ve birçok şeyin de sonu demeye geliyor. Birincisi, bu devrim dalgası geride kalan yüzyıllarda kolonyalist/emperyalist Batı’da Arap Dünyasına ve ‚Doğu halklarına‘ dair uydurulmuş ‚Araplar adam olmaz‘, ‚kendiliklerinden hiçbir şey yapamazlar…‘ türü, ırkçı, Avrupamerkezli, kültüralist ön yargıların teşhir edilip, çöp sepetine atıldığı anlamına geliyor; ikincisi, burjuva uygarlığında mündemiç [içkin] ikiyüzlülüğü teşhir ediyor. Emperyalist devletler halk ayaklanıp, duruma müdahale etmediği dönemde ‚dost‘ deyip yere göğe sığdıramadıkları ‚dost liderlerin‘ birden ‚diktatör‘ olduklarını keşfediyorlar… Halk sokağa çıkmadan önce ‚dost‘ olan liderler, halk sokağa çıkınca ve birden iflah olmaz ‚diktatörlere‘ dönüşüyor. Tabii dillerinden hiç düşmeyen “istikrar” denilenin kimin için ne anlama geldiği de bu vesileyle netleşmiş olmalıdır…
Bu devrimler, sadece halk düşmanı komprador oligarşilerin değil, emperyalizm tarafından son dönemde araçlaştırılan ‚medeniyetler çatışması‘ söyleminin [aslında safsatası demek daha uygun] de teşhir edilmesi demek. Belki de hepsinden önemlisi bu devrimlerin, ta baştan ve oldum olası kolonyalizm/emperyalizm tarafından peydahlanıp, ‚araçlaştırılan‘ Politik İslam’ın iflasını da ilan etmiş olmasıdır. Oysa tam tersini dünyanın her yerindeki insanları inandırma çabası söz konusudur. Bir başka son da Petro-dolarlar sayesinde emperyalizm [ABD] güdümünde gerici ideolojik hegemonya peşindeki Suudi Arabistan’ın da etkinliğinin sonuna gelindiğini gösteriyor. Söz konusu hareketlerin açığa çıkardığı bir şey de, “milli ordu” denilenin ne menem şeyler olduğu, ne kadar “milli‘ oldukları ve neye yaradığına dair soruları gündeme getirme potansiyelidir. Esas itibariyle eğer halk düşmanı bir rejim söz konusuysa, öyle bir rejimin ordusu “kimin ordusudur?” Elbette istisnalar olabilir ama sınıf orduları adı üstünde sınıf ordusudur ve ‚kendi halkına karşıdırlar’… Sadece emperyalist ülkelerin ordularının dışa karşı ‚etkin kullanımı‘ söz konusudur… Gerçek öyledir ama söylem farklıdır. Şimdilerde Üçüncü Dünya veya Güney denilen ülkelerdeki ordular, sadece ve sadece ‚içe karşı‘ kullanılmak üzere beslenip/donatılıyorlar ama içe karşı bile ‚etkili‘ olmaları da ancak halk sokağa çıkmadığı zamanda mümkündür. Halk sokağa çıktığında kağıttan kaplan olduklarının anlaşılması için fazla zaman gerekmiyor… Durum böyledir ama ekseri ordular, söz konusu ülkenin ‚en güvenilir kurumu‘ olarak sunulur… Elbette yalan uydurmanın bir sınırı yok…
O halde Arap Dünyasını saran devrim dalgasının tarihsel anlamı nedir sorusu dahilinde bazı tespitler yapabiliriz. Bir kere söz konusu dalga, geçen yüzyılın ilk yarısındakine benzer bir kaç on yıl sürecek bir döneme girildiğinin habercisi. Elbette benzerlik özdeşlik anlamında değildir. XXI’inci yüzyılın başındaki hareketler, geride kalan yüzyılın ilk yarısındakinden farklı olarak, sadece anti-kolonyalist hareketler değil, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talebinin ön plana çıktığı özgürleştirici [emansipatris] hareketler ki, açılan yolun uzun vadede sosyalist/komünist perspektif demek olan yolun başlangıcı olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Elbette kavramın jenerik anlamındaki komünizmden söz ediyoruz. Daha çok özgürlük, daha çok eşitlik ve demokrasi talebiyle sahneye çıkan hareketlerin ‚olağan doğrultusu‘, kavramın jenerik anlamında bölüşümcü, paylaşımcı, kardeşliği ve dayanışmayı esas alan doğal çevreye saygılı, komüncü bir toplum perspektifi demektir. Ekseri ideoloji üretim merkezlerinden ve medya tarafından yayılanın aksine söz konusu hareketler tam bir sirk oyunu olan “Batı Demokrasisi” talebiyle sokağa çıkmış değiller. Aynı şekilde sadece maddi refah artışı da talep etmiyorlar. İnsanlar demokrasiden değil, Yeni Mısır’dan, gerçek Mısır halkından, kurucu meclisten, gerçek değişimden söz ediyorlar… Orada söz konusu olan asla emperyalist ülkeleri örnek almak, onlara benzemek, onlara özenmek değil. Yiğit Mısır halkı haysiyet mücadelesi verdiğinin bilincinde… Aynı şey Tunus için de geçerli. Nitekim, Tahrir Meydanında bir genç Mısırlı: “Bu gün 25 Ocak’tan itibaren ülkemin işlerini elime alıyorum” diyordu… Bir genç Tunuslu da: “Biz, işçi ve köylü çocukları zalimlerden daha güçlüyüz” diyordu… Bu iki gencin söylediklerinin anlamı şu: Evrensel tarihi ancak ve sadece halk yaratabilir… Mısırda olup-bitenlere burun kıvıranların bilmedikleri, bilmek ve anlamak istemedikleri bir şey de, devrim anlarının nasıl radikal bir ‚bilinç sıçramasına‘ neden olduğudur: Mısırlı bir gösterici: “Daha önce ben televizyona bakıyordum, şimdi televizyon bana bakıyor” derken, herhalde nelerin nasıl değiştiğini, artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığını anlatmak istiyordu… Bir aydan az zamanda Tahrir Meydanı’nda yeni bir yaşam biçiminin doğması, halkın demokratik yöntemleri nasıl içselleştirebildiğinin, sorunları çözme yeteneğini nasıl ortaya koyduğunun tipik bir örneği değil mi? İnsanların, ‚ortak kaderlerini ortakça kurmak için‘ mutlaka önceden bir partiye, hareket üzerinde hegemonya kuracak bir örgüte ve yöneticilere, vb. ihtiyaç olamadan da bir şeyleri başarabildiklerini söylemek mümkündür.
Mısır emekçilerinin, sıradan Mısırlı kadınların, erkeklerin, gençlerin bize öğrettiği şu: Bir zaman geliyor insanlar korkuyu yeniyor ve o kritik eşik aşıldığında artık kaybetmek diye bir şey yoktur… Mısır halkının mesajı şöyleydi: ne savaş istiyoruz ne de savaştan korkuyoruz… Elbette yüzlercesi bir amaç ve ideal için hayatlarını kaybettiler ama başka türlü olması mümkün değildir? Bu insanlar Batı gibi olmak için mi, ‚Muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak için mi‘ hayatlarından oldular?
Sevsinler ‚Türkiye modelinizi…‘
Şimdilerde Türkiye’nin egemenleri, diplomalı taife ve bir kısım medya akıllısı, yeni bir misyon keşfetmiş görünüyorlar. Arap halkları için en uygun modelin Türkiye olduğunu söylüyorlar… Cumhurbaşkanının ve başbakanın uçağından inmeyen bir ünlü gazeteci, sorunun cevabını bulmuş, diyor ki: Arap Dünyası ve Bir bütün olarak Ortadoğu’nun Müslüman halkları için en uygun model Türkiye’dir. Eğer Türkiye modelini benimsemezlerle geriye El Kaide modeli kalıyormuş… Şu dünyanın haline bir bakın… Ne kadar da dar bir alana sıkışmış… Demek ki, ya Türkiye modeli ya da El Kaide… Başka seçenek yok! Neden? Çünkü Türkiye Müslümanlıkla laikliği ‚bağdaşlaştırmayı‘ başarmış ‚tek İslam ülkesiymiş de ondan… Türkiye ‘Ilımlı İslam’ın timsâliymiş… Herhalde böyle şeyler söyleyebilmek için iktidarın sofrasından kalkmamak, ‚bağımsız‘, ‚liberal gazeteci‘ olmak gerekiyor, kim bilir… Velhasıl Müslüman Araplar için Türkiye’den daha iyi bir model yok diyorlar… Eğer siz Mısırlı, Tunuslu, Cezayirli, Libyalı, Yemenli, vb. olsaydınız Türkiye’nin yarı-otokratik komprador rejimini örnek alır mıydınız? Türkiye tipik bir faili meçhul cinayetler cumhuriyeti olduğu için mi böyle bir tercih yapardınız? Bizim ülkenin mektepli taifesinin her duyduğuna inanmak gibi iflah olmaz bir zaafı var. Cunta anayasasının dibacesindeki ikinci madde de yazılanı ‚gerçek‘ sanıyorlar ve maddenin sonu şöyle: “Türkiye Cumhuriyeti… demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.” Cunta anayasasına cuntacı generaller böyle yazdıysa herhalde bir bildikleri vardır diye düşünüyor olmalılar… Bir de herhalde ‚demokrasiden en iyi cuntacı generaller anlar‘ diye düşünüyorlardır… kim bilir… Türkiye Cumhuriyeti elbette bir hukuk devletidir zira her devlet hukuk devletidir ve hukuku olmayan bir devlet mümkün değildir ve olamaz… Öyle bir hukuk devleti ki, geçerli hukuka uygun olarak binlerce insan faili meçhul denilen, hukuka ve yasalara uygun olarak gerçekleştirilen cinayetlerle ortadan kaldırılabiliyor… Demokrasiyi seçim ve temsil oyunundan ibaret bir şey sayıyorsanız o zaman Türkiye demokratiktir de, sosyalliğine gelince, neoliberalizmin fanatik versiyonunun uygulandığı bir ülkede ’sosyalin‘ hâlâ bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Aslında farkında olsunlar ya da olmasınlar, bu kendini beğenmişlerin, Arap halklarına hakaret ettikleri kesin. Oysa Arapların Türkiye modeline ihtiyaçları yok ve asla olamaz ve olmamalıdır ama Türkiye’nin başka bir modele ihtiyacı olduğu kesin…
25 Şubat 2011 – Fikret Başkaya