Home , Köşe Yazıları , ONLARLA BURADAYIZ; ONLARLA DÜNYAYI DEĞİŞTİRECEĞİZ!

ONLARLA BURADAYIZ; ONLARLA DÜNYAYI DEĞİŞTİRECEĞİZ!

temel-100x100TEMEL DEMİRER | 16-03-2014 | “Ölümseyerek bakıyor dünya, biz gülümseyelim.” Gerçeği haykırıp, çoğaltarak maddi güce dönüştürmek için buradayken; hepimizi yanyana getiren ilk şey acıdır.

Acılıyız! Kolay mı? Kardeşlerimizi katlettiler… Ali İsmail Korkmaz’ı, Ahmet Atakan’ı, Abdullah Cömert’i, Mehmet Ayvalıtaş’ı, Ethem Sarısülük’ü, Medeni Yıldırım’ı, Hasan Ferit Gedik’i bizden koparıp aldılar…

Gözümüzü çıkardılar; yaraladılar; zehirlediler halkı; Elvan Berkin ise hâlâ derin uykularda…

Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) Gezi Parkı olaylarına ilişkin 13 Haziran 2013 tarihli raporuna göre, 63’ü ağır, 5 bine yakın kişi yaralandı, 12 kişi gözünü kaybetti, 35 kişi ise kafatası kırığı ve beyin travması sonucu hastanelerde yoğun bakıma alındı.

21 Haziran 2013 tarihinde Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı bilançoya göre: “Maliyeti 100 trilyonu aştı.”

İstanbul’da 1 ölüm, 21’i ağır 4 bin 477 yaralı var, 4 kişinin hayati tehlikesi sürüyor, 1’i henüz 14 yaşında çocuk, 6 kişinin kafatası kırıldı, 6 kişi gözünü kaybetti, 35 kişinin kol veya bacağı kırıldı, 40 kişide TOMA suyundan yanıklar var, biber gazından 15 astım krizi yaşandı.

Ankara’da 1 ölüm, 1.350 yaralı var, 21’i ağır durumda, 4 kişi gözünü kaybetti, 7 kişinin kafatası kırıldı, 1 kişi kalp krizinden öldü, maruz kaldığı yoğun gaz yüzünden olup olmadığı inceleniyor.

İzmir’de 2’si ağır 800 yaralı var.

Adana’da 1 ölüm, 6’sı ağır 162 yaralı var, 10 yaşındaki çocuğun kalçası kırıldı.

Antakya’da 1 ölüm, 3’ü ağır 161 yaralı var, gaz bombası fişeğiyle yakın mesafeden vurulan 1 kişinin dalağı gitti.

Eskişehir’de 1 ölüm, 300 yaralı var, 3 kişinin kafatası kırığından hayati tehlikesi sürüyor, el-kol kırığı 20’nin üstünde.

Muğla’da 1’i ağır 50 yaralı var.

Mersin’de 1’i ağır 17 yaralı var.

Balıkesir’de 155 yaralı, Bursa’da 2 yaralı, Kocaeli’nde 10 yaralı, Antalya’da 1’i ağır 150 yaralı var, 1 kişi gözünü kaybetti, Rize’de 8 yaralı var.[3]

Sadece bu kadar mı? Dahası var ‘Hayvan Hakları Federasyonu’ (HAYTAP) Temsilcisi Timur Ugan da, “Taksim Gezi direnişi sırasında biber gazı, Avrupa’daki tüm stoklardan fazla miktarda zalimce kullanıldı, sayısız hayvanın ölümüne, hastalanmasına, sakat kalmasına yol açtı. Hayvan hakları savunucularının müdahalesiyle kurtarılabilenlerin durumu ise içler acısı,” diye ekliyordu…

Evet acılıyız ve acımızı güce dönüştürmekten başka seçeneğimizin olmadığını da biliyoruz…

Biliyoruz: Zulüm yeni acılara gebedir.

İnsanın içini kaplayan, kanatan acı, egemenlerin biz(ler)e dayattığı “hayat” dedikleri zulmün bir parçasıdır.

Can(lar)ın yanması, yıkılmasıdır; hayatı(ımızı)n ızdırap hâline dönüşmesidir acı…

Doğrudur; evet acı var; bu gerçek.

Ama acı çekme, yaşamı(mızı)n önkoşulu değil.

Acı çekmeyi, acının nedenlerini ortadan kaldırarak önleyebiliriz.

Acıyı dindirebiliriz.

Toplumsal acıyı dindirebiliriz.

Ayrıca asla unutmuyoruz: Acı ve bedeli göze almak özgürlüğün ilk adımıdır.

Yeni dünyayı acılarımızı unutmadan yaratacağız.

Acı çekmek, insan(lığ)ı daha derinleştirir.

Acı çekmeyenler, başkalarının acı çekebileceğini akıllarını bile getirmezler çoğunluk.

İnsanı, insanlaştırır acı çekmek. Hissetmeyen insandan korkulur.

Çünkü acı çekmek, insanı duyarlı bir varlığa dönüştürür; yaratıcı, dürtücü güçtür acı çekmek…

Acı çekmek, hâlâ hissedebildiğinizin göstergesiyken; o her şey gibi bir süreç işidir. Öyle ya da böyle bir sonu vardır. Acıyı çekerken, bir gün elbet biteceğini bilmek ve buna sarılmak, güce ve öfkeye dönüştürmek gerekir…

* * * * *

Bu nedenle sadece güce dönüştürdüğümüz acılarımızla öfkeliyiz…

Evet, evet “hırs”, “gazap”, “hiddet”, “kızgınlık”tır öfke…

Bambaşka bir ruh hâlidir; keskin, ve vazgeçilemez, bastırılamaz ve engellenemez… Bir yerden patlayan…

Sabrın en son raddesine kadar kullanıldıktan sonra taşma anında ortaya çıkandır. O ana kadar sabredilir. Ne olursa olsun özenli davranılır, saygıdan ödün verilmemeye çalışılır. Ama öfke ortaya çıktığı anda her şey boşa gider. Artık kulaklar duymaz olur, dilin de zabtı mümkün değildir. Bazen çığlık atmak istetir bazen hayatta söylenmemiş küfürleri ağızdan dökmeye çalışır. Öfke tehlikeli olsa da bazen muhatabı feci şekilde hakeder kendisinin getirdikleriyle karşılaşmayı.

Konstrüktif değil destrüktiftir; bir tramplen gibidir, zıplasan üzerinde başın göğe eren; insan(lık)a “normal hayat”ta asla yapmayacağı şeyleri yaptıran; kontrol edebildiğiniz sürece bizi bulunduğunuz yükseklikten daha yukarılara taşıyan, cesaret veren…

Kolay mı? Alevlenen histir; kızgın demirden pençeleri vardır öfkenin.

Kişiyi iki kişi yaparken; korkunun da panzehiridir öfke…

Hak gözetirse, adilse, umursamaz ve kaygılarını aşmış ise öfke yaratıcıdır.

Ve hakkında rivayet edilir ki, “öfke, öfkelendiğin şeyden daha tehlikelidir”

İnsan(lık)ın en önemli savunma mekanizmalarındandır öfkelenme hâli.

İnsanı güçlü kılar; dehşete, zulme başkaldırının getirisidir; başkaldırı ve özgürlüğe giden yolun ilk adımıdır.

Hakkını kimsenin vermesine, lütfetmesine “Evet” deme acizliğine teslim olmamaktır.

İnsancadır; hayatı(mızı)n parçasıdır; çaresizlik dayatmalarının panzehirdir; dik tutar insan(lık)ı.

Öfke, cesareti büyütür. Besler. Sokağa salar.

Öfke doğru yönlendirildiğinde cesaret adlı çocuğu doğurur. Hiçbir şeyden korkmayan; hiçbir şeyden çekinmeyen çelik gibi bir bebek…

Bu nedenle, “Umudun iki güzel kızı vardır: öfke ve cesaret. Öfke, olanlara dayanabilmek, cesaretse değiştirebilmek için,” denir…

Potansiyel enerjidir haklı öfke, her an kinetiğe dönüşebilir. Üsluplu kullanılırsa çok şey yapılabilir.

Görüş ve etki alanını genişletir. Göz(ümüz)ü açar.

Yani insanı “zorunlu olarak tanıyan ve zorunlu olarak tanınan bir varlık olarak” tanımlayan Hegel’e göre, dışlanan kişi ve taraf, kendini tanımlamak ve tanıtmak için çeşitli yollar arar. Öfke/ şiddet bu yollardan biridir. Bu hiddet kuru ve kör bir terör değil, “kendisini (kimliğini) kurmak/inşa etmek değil, kendinin bilgisini kurmak inşa etmek yani tanımaktır.

Hegel’e göre dışlanan veya saldırı altında olan özne, uğradığı fiziki zararın karşılığını almak/vermek üzere değil, aşağılanma, inkâr edilme ve yok sayılmaya mukabil bir tepki gösterir.

İnkâr edilen ve aşağılanan özne, fiziki varlığını, bu inkâr ve aşağılanmayı aşmak için mücadele alanına sürer. İnsanî varlık, fiziksel varlığın önüne geçer. Ölüm-kalım mücadelesinde, kendi fiziksel yok oluşu pahasına kendi insansal varlığını dayatır.

Bu konuda şöyle de Daniel Bensaid: “Öfke başlangıçtır. Biri haksızlığa ve zulme uğrar, ayağa kalkar ve ardından görür”…

Zaptedilebildiğinde lehinize çevirebileceğiniz duygu, durum, ruh hâli olarak öfke, aptalın uyanışı; aptallığın nihayetidir.

O düşmanı belirler, safları sıklaştırır. Çok etkin bir güçtür.

Koruyucu bir zırhtır; yıkıcı yaratıcılıktır; kırmızıdır; karanlığın içinden parıldayıverir.

Kaybetme, kabullenme, korku öfke ile aşılır.

Çünkü mesafeyi kısaltan öfke, hoşnut olunmayan durumlara karşı verilen aslî tepkilerden birisidir.

İnsan(lık)a yapmaya cesaret edemediği şeyleri yaptırır; mümkün kılar.

Bunun için, “Öfke, ilk (en başta gelen) politik duygudur,” der Jean-Luc Nancy…

Patlama yeteneğine haizdir. Harekete geçirir. Yeniler. Günceller. Faydalıdır. Salaklıkların, körlüklerin ortadan kalkmasına yardımcı olur.

Öfkeyi, anketler ölçemez. Polis şiddeti yok edemez. Zorbalık bastıramaz. Yalancı özürler dindiremez. Öfke, seçim sonuçlarında görünmez. Televizyonlar vermez. Kara propaganda öfkeyi gizleyemez. Öfke var ya öfke, öfke bir gün muhatabını bulur. Bulduğunda ise kaçacak delik ararsınız. Ulrike Meinhof’un, “Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim…” deyişindeki üzere…

Cesur olmayı sağlar. Sabretmeyi öğretir. Dikkatin dağılmasına engel olur. Olup biteni değiştirmek için müthiş bir dirayet verir. Gerçekleri görmemizi sağlar.

Örgütlenmiş en güzel hâli isyandır öfkenin…

John Osborne’nun ‘Öfke’ başlıklı oyununda da işaret ettiği gibi, “Öfke yeni bir toplumsal bilinç”tir…

Bu nedenle öfkeli olmak çaresiz olmaktan iyidir; hem de kardeşlerimizin katilleri karşısında…

* * * * *

Evet, zulmün bizden koparıp aldığı kardeşlerimizin acısını öfkeye tahvil ederken “yeni bir toplumsal bilinç” edindik…

Bunun da temelini onur oluşturmaktadır…

Bazılarının zannettiği gibi, “onur” gibi kavramlar tarihin akışının kolaylıkla mahkûm edip çöpe atabileceği kavramlar, “değerler” değildir.

Vicdan ile ilgisi, irtibatı olan; mağlup olsanız da saygı görmenizi sağlayan; insan(lık)a yaşadığını hissettiren; yani insan olmak ve kalmak fiilinin aslî unsurlarından biri olan onur, asla kaybedilmemesi gerekendir.

Kapitalizmin, neo-liberal AKP zulmünün ayaklar altına almak istediği insan(lık) onuru, biz(ler)e Onlardan miras kaldı…

Şimdi biz, Onların yolunda bu sancağı yükseltiyoruz…

Onların yoldaşı, çağdaşı olmaktan da gurur duyuyoruz…

Onların Mustafa Suphi’lerin, Deniz Gezmiş’lerin, Mahir Çayan’ların, İbrahim Kaypakkaya’ların, Mazlum Doğan’ların bayrağını yükselten mücadelesi, artık biz(ler)e emanettir…

Kazanmak isteyenlerin öğrenip, vazgeçmemesi gerekir bu emanetten; çünkü o, insan(lık)ı çoğaltıp, korkuyu aşarak özgürlüğü üretendir…

* * * * *

Korkunun egemenliğine karşı ezilenleri tarihin sahnesine çıkararak, hepimize “Korkusu olmamaktır insanî olan” gerçeğini anımsatan özgürleşme mücadelesine ilişkin olarak, “Sadece ahmaklar ve deliler korkusuzdur!” derlerse de inanmayın; ahmaklaştıran korku delirtir…

Yunanca “Phobos” denilen korku iktidarın temeli; egemen(likler)in toplumu kontrol altında tutma mekanizmasıdır.

İnsan(lar)ı bir şeyler yapamamaya, gerçekleştirememeye, boyun eğmeye, teslim olmaya iter. İnsan(lık)ı alçaltan, insan(lık) onuru alt üst edendir…

Frelin’in, “Korku, arkamızda yanan bir mum alevinin duvarda oluşturduğu gölge gibidir. Ondan kaçtıkça büyür, üzerine gittikçe küçülür,” diye tanımladığı korku nihayetinde daraltan, bunaltan, sıkan, yabancılaştırandır.

Çoktur, çeşitlidir korku: “Ya giderse… Ya ölürse… Ya ölürsem… Ya öğrenirse… Ya başaramazsam… Ya beni sevmezlerse… Ya tutturamazsam…”

Ancak nihayetinde aklın, gerçeğin katilidir.

Bu nedenledir ki, “Korku beyni felce uğratır. İlerleme cesaretten doğar. Korku inanır. Cesaret şüphe eder. Korku yere düşer ve dua eder. Cesaret ayakta durur ve düşünür. Korku kaçar, cesaret ilerler. Korku barbarlıktır, cesaret uygarlık. Korku tanrılara, şeytanlara, ruhlara inanır. Korku dindir. Cesaret bilim,” der Robert Ingersoll…

Gidermedikçe, görmezden gelindikçe büyüyendir. Üzerine gidilmezse altında kalınan şeydir.

İnsan(lık)ı kontrol etmede kullanılan en temel fenomendir korku; yeni doğmuş bir canlıda bulunmaz; öğretilir…

İnsan(lar)ı kontrol etmek için egemen(lik)lerin sermayesidir korku. İnsan(lık)a kaybetmekten başka bir şey kazandırmaz; kaygının ötesidir ve kendi gardiyanlarımızı yaratır; tutsaklıktır.

Kapitalizmde yaşantımızı korkular yönetiyorken; korkunun kökeninde kaybetmek duygusu yatar ya da kaybetmeme istenci…

Bilinmeyen karşısındaki aczin dışa vurumu olarak korku; kalabalıkları sürüleştirerek gütmede en etkili yöntemdir.

Çok kolay satılan bir şeydir. O kadar kolaydır ki, satın alanlar da gönüllü olarak başkalarına satarlar.

Koku gibidir. Varlıkta hasıl olur, bütün varlığa sirayet eder. Sirayet ederken azalmaz.

Yani kapitalizmde korku, insan hayatındaki yegâne gerçektir; kolektif bir baskıdır.

Özgürlüğün baş düşmanlarındandır korku; özgürlüğün prangasıdır…

Aslında insan(lar)ın korkularından başka düşmanları yoktur.

Nihayet önemli olan korkular değil, onlara karşı aldığımız özgür olarak seçilen tavırdır.

İnsan bilmediği şeyden korkar. Karanlığın herkes için korkutucu olması buradan gelir. Korkunun temel öğesi ise vazgeçememektir! Vazgeçmeyi becerdiğin anda korku kalmayacaktır.

“Korkunun terk edilmesi, bütünlüğe, yani oluşun birliğine doğru atılan ilk adımdır. Çünkü korku üzerinde ne bir şey kurabilir ne de anlamanı geliştirebilirsin. Korkusuzluk bir savaşçının ilk kuralıdır.”[4]

Nâzım Hikmet’in dizesiyle, “tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar”ken; egemen(lik)lerin en büyük silahıdır; en bulaşıcı hastalıktır korku.

Flint Sky’ın, “Korku bir hastalıktır. Sürünerek onu kabul eden herkesin ruhuna girer!” diye tarif ettiğidir.

Tohumu karanlık olan fenomendir; Nâzım Hikmet’in, “Hiçbir korkuya benzemez/ halkını satanın korkusu” dediğidir…

Özetin özeti korkulması gereken ve cüretle, cesaretle aşılan tek şeydir korku.

* * * * *

Evet hepimize korkmamayı, cesaret ve cüreti öğretti Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Medeni Yıldırım, Hasan Ferit Gedik… Sonra Taksim barikatlarındaki Ulaş Bayraktaroğlu, Doğukan Öci, Ceyhun Dönmez ve Furkan Tombul…

Umutla beslenir, korkuyla törpülenen cüret, cesaret… deyip geçmeyin: Meydan okumadır cüret etmek…

Cesaret ise, korkmamak değildir; buna rağmen boyun eğmemektir.

Riske atmaktır bir şeyleri ya da kendini. Yani zor bir işi başarmanın birincil koşuludur…

Durduk yere, “Cesurlar bir kere, korkaklar her zaman ölür,” dememiştir W. Shakespeare…

Ya da “Hiç bir şeye cesaret edemeyen, hiçbir şeye ümit beslemeyendir,” diye Schiller…

Veya “Dünyada taklit edilemeyen tek şey cesarettir,” diye Napolyon…

Ayrıca derler ki, “Cesaret bilgiden geliyorsa cesarettir, bilgisizlikten geliyorsa cehalettir.”

Nihayetinde bir tercihtir cesaret…

Cesaretin içinde zekâ, güç ve yaratıcılık vardır; insan olmak ve kalmak yolunda sahip olunması gereken aslî özelliklerden birisi…

Fransız devrimci Danton, “de l’audace! de l’audace! et encore de l’audace!/ cesaret! cesaret! daha fazla cesaret!” diye haykırırken; ‘Grup Yorum’un “cesaret cesaret daha fazla cesaret/ kurtuluş mutlaka ellerimizde/ kır zincirleri kopar geleceği/ kurtuluş mutlaka ellerimizde,” diye haykıran marşıdır.

Tüm kapıları açan bir çeşit anahtar gibidir cesaret; aklı kaybetmeyi gerektirebilecek kararlılıktır.

Bazen zorunluluktur; deli gibi korktuğun şeyin üzerine atlayabilme azmidir…

“Deli cesareti” denildiğinde, aklıma şu özlü söz gelir: “Atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler”

Cüretkâr, esaret denen kozayı yırtma gücüdür; sonucu asla esaret olmayan eylemdir.

Hayattaki en gerçek katalizördür cüret; göze almaktır.

* * * * *

Diyeceklerimi toparlıyorum:

Dünya devrimci mücadelesine tanık olduğu en görkemli isyanlardan birisini sundu Haziran Ayaklanması…

Onu “Çapulcular”ımız, “Ayak Takımı”mız, “Baldırıçıplaklar”ımız, “Paryalar”ımız, “Ameleler”imiz, “Ümmiler”imiz, “Sefiller”miz, yani yeryüzünün lanetlileri, ötekileri ilan edilen biz emekçiler yarattık…

Yarattığımız o muhteşem şeyle ne kadar gurur duysak azdır…

Ama burada durmayacağız, daha ilerilere daha büyük ve devrimci Haziran’lara yöneleceğiz…

Elbette, Türkiye’de Gezi Parkı ile başlayan süreç henüz bir devrim değildir. Ancak yaşadığımız sürecin adını “Gezi Direnişi” olarak koymak yanlıştır. Çünkü toplumsal mücadelelerde, “direniş” bir savunma konumudur. Oysa Haziran günlerinde savunmada değildik, taarruzdaydık, savunmada olan Erdoğan’dı, hükümetiydi, polisiydi, mahkemeleriydi. Çünkü, bu bir halk isyanı idi!

Gezi adını kullanmak kolay yol olabilir, ama isyanın İstanbul’a özgü olmadığını, Türkiye tarihinde ilk kez bütün ülke sathını kavramış olduğunu gözlerden gizler. Bu olayın tarihi bir olay olmasının bir boyutu da budur.

Üçüncüsü, halkın isyanının esas nedenlerini gözden gizler. Gezi’nin ağaçları elbette önemlidir, ama halkı Türkiye çapında ayağa kaldıran sadece o değildir. O bir tetikleyici olmuştur. Patlayan, halkın öfkesini ortaya çıkartan, baskıdır. Tayyip Erdoğan’ın sofralara, mutfaklara, yatak odalarına kadar girmiş olmasıdır. Halkın ise böcekler gibi gazlanmadan sokaklara çıkamıyor oluşudur. Ekonomik sınıf saldırısıdır, neo-liberalizmdir öfkenin nedeni aynı zamanda. Gençlerin gelecek kaygısıdır, orta yaşın zor koşullarıdır, emeklilerin sürünmesidir…

Büyük halk hareketlerinin gelişme eğrisini kesin biçimde öngörmek mümkün değildir. Kimse aldanmasın! İsyanın geri çekilmesi bitmesi demek değildir. İç ve dış bütün koşullar ve isyanın kendi dinamikleri, bu isyanın inişlerle çıkışlarla önümüzdeki yıllarda süreceğini muştuluyor.

Çünkü 21 yaşındaki üniversite öğrencisi Murat Yıldırım’ın, “Yaşadığımız deprem asıl deprem değil. Bu daha öncü… Bu eylemlerde halk, demokrasinin sadece sandığa gitmek olmadığını öğrendi. Halk gerçek bir demokrasi istiyor,” diye yorumladığı “Direnişin kökleri kapitalist toplumdan gelmektedir.”[5]

Bu bağlamda da “Yaşananlar ve sonuçları ne olursa olsun direniş eylemi başarıdır: Taksim sadece Taksim değildir, gelecektir!”[6]

Özetle TOMA’ların, ilaçlı tazyikli suların ellerinde olduğu bir karanlığın sonuna doğru gidiyoruz.

“Terörist”in kim olduğunu belirlemeye kalkıp, halkı biber gazına boğanlardan…

Neyin ne kadar yasaklanacağına karar verip, “Benim polisim, benim valim, benim ordum, benim yargım” diyen despotluktan…

Zulmü protesto edenlere “çapulcu” diyen; Çarşı’dan “çete” çıkaran; biber gazıyla egzoz gazını bir tutanlardan; “Gerekirse askeri bile çıkarırız sokağa” diyenlerden; okullara “Eylemlere katılan öğretmen ve öğrenciler tespit edilsin” diye genelgeler yollayanlardan…

Kardeşlerimizi katledenlerden mutlaka hesap soracağız…

Bundan dostunda, düşmanında şüphesi olmasın; çünkü biz Onların yoldaşlarıyız…

Buradan bir kere daha ilan ediyoruz: Acılarla, bedellerle yaratılan büyük insanlığın hikâyesinin sonu tatlıya bağlanacak…

TOMA’lar, gazlar, coplar, katiller kaybedecek; halk kazanacak…

Bundan dostunda, düşmanında şüphesi olmasın…

16 Ekim 2013 12:44:55, Ankara.

 

N O T L AR

[1] Bir-Kar’ın 18 Ekim 2013’de Bielefeld’de, 20 Ekim 2013’de de Wuppertal’de “Gezi Direnişi: Öncesi, Sonrası ve Geleceği” başlığı ile düzenlenen panellerde yapılan konuşma… 2 Kasım 2013 tarihinde Almanya/Frankfurt’da düzenlenen “Avrupa Demokratik Gençlik Hareketi Kültür&Sanat Buluşması”na telefon bağlantısıyla yapılan konuşma… Güney, No:67, Ocak-Şubat-Mart 2014…

[2] Ahmet Erhan.

[3] Yılmaz Özdil, “Para’lel Bilanço”, Hürriyet, 21 Haziran 2013, s.3.

[4] Stefano E. D’Anna, Tanrılar Okulu, Çev: Yelda Gürlek, GOA Yay., 2009.

[5] Bill Van Auken, “Türkiye Yol Ayrımında”, Evrensel, 8 Haziran 2013, s.11.

[6] Nazım Alpman, “Taksim Sadece Taksim Değildir!”, Birgün, 1 Haziran 2013, s.7.