KORKUT BORATAV |18-06-2013 |Gezi Parkı isyanının sınıfsal karakteri, görünümü, nedenleri ve olası sonuçları, direnişin kurumsallaşması; sosyalist solun ve Kürt Hareketi’nin direnişten çıkarması gereken sonuçlar hakkında Prof. Dr. Korkut Boratav’la konuştuk.
Gezi Parkı’na saldırının ardından yaşanan direniş, sınıfsal bir karşı koyuştan çok orta sınıf isyanı görüntüsü taşıyor. Bunun nedenleri ve olası sonuçları konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Korkut Boratav: Marksist perspektifle bakıyorsak, orta sınıflar terimine kuşkuyla yaklaşmamız gerekiyor. Dikkat ediniz “terimine” diyorum; “kavramına” değil; zira, Amerikan siyaset bilimi gevşekliği içinde kullanırsak, “orta sınıflar”ın tanımlanması o kadar güçtür ki, bu ifadenin “kavram” mertebesine layık olmayan iki sözcükten ibaret olduğunu söylemek zorunda kalırız.
O zaman, Gezi direnmesine katılanların hangi niteliklerine bakılarak “orta sınıf isyanı görüntüsü” ileri sürülüyor. Bunu irdelemeye çalışayım.
Bir kere, bir “dışlama” yapılıyor ve direnmecilerin saflarında işçilerin veya işçi sınıfının yer almadığı ileri sürülüyor. İşçi sınıfının örgütleriyle, programıyla direnişe katılmadığı doğrudur; ama kastedilen işçi sınıfı mensuplarının da yokluğu ise, bu iddianın nesnel geçerliğinin ciddiyetle düşünüldüğünü sanmıyorum? Yokluğu ileri sürülenler kimlerdir? Varoş sakinleri mi? Sanayi sektörünün mavi yakalı işçileri mi? Üniversite diploması olmayan beyaz/mavi yakalı ücretliler mi? Aile kökenlerinin yukarıda sayılan gruplardan biri olan öğrenciler mi?
“Evet, bu gruplar katılmıyor!” iddiasında ısrar edenler varsa, tam aksi bir yaklaşımı izleyerek, Ankara’da polis kurşunuyla beyin ölümü gerçekleşmiş olan Ethem Sarısülük’ün bir OSTİM işçisi olmasından başlayıp, diğer direnme kurbanlarının sosyal profilleri veya en etkili direnmecilerin başında yer alan “taraftar grupları”nın sınıfsal bileşimi üzerinde tartışmaya başlayabiliriz; ama fazla yararlı olacağını sanmıyorum. Geleneksel işçi sınıfının içinde yer alan ilerici, laik, solcu, demokrat insanların Taksim direnişiyle başlayan kalkışmalara katılmamaları mümkün olabilir mi?
Öte yandan, Gezi direnişçilerinin büyük çoğunluğunun bazı ortak toplumsal özelliklerinin olduğunu da kabul etmeliyiz. Bu ortaklıkları, “orta sınıflar” yaftasının dışına çıkarak betimlemeye çalışalım.
Bir kere, direnme eylemlerine katılan insanların önemlice bir bölümü üniversite ve lise öğrencilerinden oluşuyor. Bunlar için “orta sınıf” nitelemesi anlamsızdır. Sınıfsal kökenlerine (ebeveynin toplumsal profiline) ilişkin bir şey bilemiyorsak susalım. Ancak, öğrencilerin nesnel konumlarının en geniş anlamıyla potansiyel işçi sınıfına aidiyet olduğu söylenmelidir. Okulları, onları yakın bir gelecekte nitelikli (yani eğitimli ve beyaz yakalı) işgücü arzının öğeleri olmak üzere eğitmektedir. Dahası, kapitalizm onlara işsizlik vaat etmektedir. Bu nedenle ilk aşamada yedek emek ordusunun saflarına girecekler ve nesnel konumlarıyla en genel anlamda işçi sınıfının öğeleri olacaklardır.
Üniversite öğrencilerinin (diyelim) on yıl ileriye taşınmış türevleri de direnmecilerin kalabalık safları içinde yer alıyor: Üniversite lisans (ve sonrası) diplomalarıyla tanımlanan nitelikli emek sahipleri ve bu nitelikleriyle daha çok “hizmetler” diye tanımlanan karmaşık sektörde çalışan ücretliler… Bu insanların işsizleri “ücretli emekçi” konumunu yitirmezler.
“Hizmetler” sektörünün niteliksiz emek gerektiren işlerinde çalışanlara gelince, bunların içinde üniversite diplomalıların sayısının giderek arttığı bilinmektedir. Bu nedenle de bu grubun uğraşları, işleri, artık, “beyaz yakalılar” konumuna uygun (ve geleneksel işçi sınıfından ayrışmayı hedefleyen) yeni terimlerle adlandırılmaktadır: Tezgâhtar, bekçi, sekreter, “büro, satış güvenlik personelleri, elemanları” konumlarına terfi etmişlerdir; zira giderek artan bölümlerinin üniversite diplomaları vardır.
Bu insanların çalıştıkları (ve “hizmetler” sektörünün uzantılarını oluşturan) faaliyet kollarının ve doğrudan doğruya icra ettikleri iş sürecinin “üretken” olup olmaması tartıştığımız bağlamda önem taşımaz. Ücretli işçiler olarak ya doğrudan doğruya işverenleri için artık değer yaratmaktadırlar veya işverenin başka sektörlerden aktarılan artık değere erişmesini, el koymasını sağlayan, kolaylaştıran bir emek süreci icra etmektedirler. Ve en geniş anlamda gerçek veya yedek emek ordusunun öğeleridir. Kısacası, bugünün koşullarında nesnel olarak, yani kendiliğinden işçi sınıfının içinde yer almaktadırlar ve bu sınıfın niceliksel olarak önemli bir öğesini oluşturmaktadırlar.
“Orta sınıflar” bloğunun içine tıkıştırılan (ve yukarıdakilerle bağlantılı) önemli bir katmandan daha söz etmemiz gerekiyor: Hekim, avukat, danışman, mimar, mühendis, mali müşavir gibi genellikle eğitim yoluyla edinilmiş becerilerini işverenlere değil, “müşterilere” satarak geçimlerini sağlayan bağımsız profesyonel gruplar… Bu katman, nitelik, ideoloji, değer sistemleri ve hayat tarzları bakımından yukarıda belirlenen çerçevedeki (eğitimli, beyaz yakalı) işçi sınıfı ile benzerlikler taşımaktadır; ama üretim ilişkileri açısından sınıfsal farklar ağır basar.
Buna karşılık, bir başka sınıfsal akrabalık söz konusu mudur? Küçük eşiklerin üzerinde işçi istihdam etmiyorlarsa, şirketleşmeleri söz konusu değilse, bunları küçük burjuvazi konumunda kabul etmek düşünülebilir. Buna göre, üretim araçlarının (toprağın, atölyenin, âlet/edevatın ve mesleğin gereğince belirlenen iş araçlarının) sahibi olan ve geçimini esas olarak kendi (ve ailesinin) emeğiyle kazanan köylü, zanaatkâr ve bağımsız/profesyonel katmanlar küçük burjuvaziyi oluşturmaktadır. Kapitalizmin belirleyici karşıtlığını oluşturan iki ana sınıfın (işçi sınıfının ve kapitalistlerin) dışında yer almaları; sınıf mücadeleleri tablosundaki belirsiz, bazen kaygan konumları da ortak özellikler olarak görülebilir.
Ne var ki, profesyonel gruplar, üretken küçük burjuvaziden niteliksel olarak farklılaşmıştır. Toplumsal işbölümündeki dolaysız konumları kapitalist ilişkilerin veya basit meta üretiminin içinde değildir. Geçimleri hizmet satışlarına dayanır. Satılan hizmet, hekimler, mühendisler, eğitmenler gibi meslekler söz konusu olduğunda, “üretken” sayılabilir; ama bu durumda küçük meta üretimi için öncelik taşıyan (dolaysız üretici ile ticarî/malî sermaye arasındaki) bölüşüm karşıtlıkları geçerli veya önemli değildir. Avukatları, malî müşavirleri, danışmanları kapsayan ve üretken olmayan hizmet sunumları ise, ekonominin diğer (üretken) kesimlerinden kaynak (artık) aktarımına gereksinim duyarlar. Her iki durumda da gelirlerin kaynağında diplomayla, uygulamayla edinilen gerçek bir melekeden, beceriden oluşan veya (faaliyete izin veren lisansa, belgeye bağlı olarak) yapay olarak yaratılan bir kıtlık rantı yer alır.
Bu özellikler nedeniyle, ayrıca üstyapı düzlemlerinde (siyaset, ideoloji, kültür, hukuk alanlarında) önemli ağırlıkları, etkileri olan bağımsız profesyoneller katmanının, sömürülen dolaysız üreticiler bloğunda yer alan küçük üreticiler sınıfının dışında düşünülmesi daha uygundur. Keza, nesnel olarak kapitalist ilişkiler içinde yer alan nitelikli ücretli emek (nesnel olarak işçi sınıfı) konumunda da yer alamazlar. Geleneksel Marksist sınıflaşma çerçevesi içinde yer alabilecek tek orta sınıflar kategorisi, bağımsız profesyonellerdir.
Bağımsız profesyoneller içinde, örneğin hekimlerden, avukatlardan direnme eylemlerine küçümsenmeyecek katılımların olduğunu biliyoruz; öğreniyoruz. Meslek gruplarını temsil derecesi bir yana, eylemci profesyonellerle nitelikli işçilerin politik tavırlarının paralel seyretmiş olduğu görünmektedir. Ancak, toplumsal işbölümü ve emek süreci içindeki farklılaşmaları olası ayrışmalara da yol açabilecektir. Örneğin ikinci grupta istikrar arayışları, dolayısıyla uzlaşmacı tavırlar daha erken öne çıkabilir. En geniş özgürlük alanı ise öğrencilere ve işsizlere aittir.
Gezi direnmesinde sınıfsal bir karşı koyuş var mıdır? Eylemleri tetikleyen olaya, Taksim projesinin uygulanmaya başlamasına baktığımızda, kanımca, olgunlaşmış bir sınıfsal tepki vardır: Yüksek nitelikli, eğitimli işçiler, yarınki sınıf yoldaşları (öğrenciler) ile birlikte, profesyonellerin de katılımıyla, kapkaççı burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasi iktidarın devâsa kentsel rantlara el koyma girişimine karşı çıkmaktadır.
Bu, yağmacı kapitalizme karşı olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırıdır. Sınıfsaldır; zira, burjuvaziye ve onun devletine karşıdır; onlarla kader birliği değil, kader karşıtlığı içinde olan insanların ortak hareketidir. Ayrıca, olgunlaşmış bir sınıf hareketidir; zira, karşı cephe ile kısa vadeli ve doğrudan bir bölüşüm karşıtlığı söz konusu yoktur. Başbakan da şaşkınlıkla soruyor: “Taksim projesi hanginize zarar verdi? Niye karşı çıkıyorsunuz?”
Doğrudur, İstanbul’un merkezinin rant yağmasına açılması, direnmeye kalkışan insanların gelirlerini, ücretlerini, çalışma koşullarını bozmamakta, ödedikleri kirayı, kredi faizini, öğrenci harçlarını, benzin fiyatını ve enflasyonu yukarı çekmemektedir. Sömürü oranının, artık değerin yükseldiği bir operasyon yapılmamaktadır. Yapılan, toplumun (halkın) geçmiş kuşaklarından devralınmış ortak varlıklarının siyasi iktidarlar tarafından kapkaççı bir burjuvaziye peşkeş çekilmesidir. Direnenler, bir anlamda, geçmiş kuşak halklarının bugüne devrettiği ortak varlıklarının burjuva mülkiyetine dönüşmesine karşı çıkıyorlar. Başbakana baktıklarında bu özelliği algılıyorlar ve bu nedenle tepki gösteriyorlar. Bu anlamda üst düzeyde, olgunlaşmış bir sınıfsal tepki söz konusudur.
Sınıfsal tepkinin olgunluğunun, hızla ve kendiliğinden bir siyasi çizgiye dönüşmesiyle de ortaya çıktığını düşünüyorum. Bu çizginin, aydınlanmacı ve sınırsız (dolaysız) demokrat özellikleriyle tanımlanabileceğini düşünüyorum. Temsilî demokrasinin tuzakları algılanmıştır: Kapkaççı burjuvazinin iktidarına ve İslamcı-faşist bir rejime dönüşmüştür. Çözüm, “her yer Taksim; her yer direniş…” Bu, işçi sınıfının tarihsel özlemi olan sınırsız, dolaysız demokrasi çağrısıdır.
Büyük devrimci Mao Zedung şöyle diyor: “Dünyada kargaşa (kaos) var; durum çok iyi…” Taksim’deki öğrenciler, aydınlar, işçiler, kafa emekçileri bizlere bu kargaşayı armağan ettiler. Elbette sonunda yenilecekler; ama diyalektiğin “evrensel” yasası işleyecektir: Türkiye’yi bir üst düzleme taşıyarak ve sosyal mücadeleler tarihine önemli bir armağan bırakarak…
Bu direnişin kurumsallaşması, ikili iktidar durumunun yaratılması için neler yapılabilir?
Tarihsel benzetmelerde ihtiyatlı olmak gerekir. Acele etmeyelim.
Sosyalist solun ve Kürt Hareketi’nin direnişten çıkarması gereken dersler nelerdir?
Korkut Boratav: Sosyalist solun Türkiye Cumhuriyeti, “Cumhuriyet’in kazanımları” olguları ve bunların sembolleri ile barışmayı öğrendiğini umut ediyorum.
Kürt Hareketi’nin ise, Türk halkının eski bir özdeyişindeki (“körle yatan, şaşı kalkar”) bilgeliği algıladığını ummak isterim: İslamcı faşizm ile uzlaşarak demokrasiye, özgürlüğe kavuşmak mümkün değildir.
Direnme hareketinin Kürt Hareketi’ne doğal müttefiklerini göstermiş olduğunu da umuyorum. Bu gözlemin tersi de geçerlidir; ama Kürtlerin sorumluluğunun daha ağır olduğunu düşünüyorum.
(Söyleşi, Özay Göztepe tarafından yapılmıştır.)