Home , Köşe Yazıları , “Laik Polis Devleti”Nden “Cemaatçi Polis Devleti”Ne…[1]

“Laik Polis Devleti”Nden “Cemaatçi Polis Devleti”Ne…[1]

SİBEL ÖZBUDUN | 01 – 02 – 2011 |

“Hasgatsoğin şad parev”[2]

Merhaba Dostlar,

Nasıl yapıyor, nasıl beceriyor bilemiyorum, ama bu devlet, durmaksızın kardeşimiz Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in acılarında, Kemal Türkler ağabeyimizin kızı Nilgün Soydan’ın isyanında, üçyüzüncü keredir ki Galatasaray Lisesi önünde görmeyen gözlere, işitmeyen kulaklara haykıran Cumartesi Anaları’nın umarsızlığında ortaklaştırıyor bizleri.

Üstelik de ta başından, Karadeniz’de boğdurulan onbeşlerden bu yana; “Hukuk Devleti” olduğu Anayasası’nın “değiştirilemeye teşebbüs dahi edilemez” maddeleri arasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti, “hukuk” ile “vicdan” arasındaki denklemi her daim ters orantılı olarak kurmayı başarıyor. Dahası, bu durum, rejimin “aslî, tanımlayıcı, olmazsa olmaz” sabiteleri arasında yer almakta. Bir başka deyişle, bir “raison d’etat”, hikmet-i hükümet değeri olarak sürdürülmekte…

Evet, Türkiye’de “hukuk” sistemi, adaletsiz ve vicdan yoksunudur. Kurucu mantığı muktedirin elindeki güce dayanarak madunu ezmesini engellemek, bir başka deyişle, insan bilincinin belki de en eski toplumsal saiklerinden biri olan “Adalet”i sağlamaya değil, “kurulu düzen”in, yani muktedirin egemenliğinin sürmesinde, pekiştirilmesinde araç olmaya dayanır. Ola ki, toplumsal paradokslarımızdan en çarpıcısı budur: Türkiye Cumhuriyeti, adaleti olmayan, ya da temeline adaleti değil, rejimin (her ne pahasına olursa olsun) bekasını yerleştirmiş bir hukukun devletidir…

Bu nedenledir ki, bu memleketin koşulları iyi fizikçi, iyi biyolog, iyi mühendis, iyi doktor yetiştirmeye elverişli değildir belki, ama bir mesleğin en iyilerini yetiştirecek koşullara sahiptir Türkiye: büyük acılar, büyük haksızlıklar, durmaksızın kanayan vicdan yaralarından iyi avukatlar yetişir. Hukuk Fakültesi amfilerinden değil, ama polis kurşunuyla can verenlerin, gözaltında kaybedilenlerin, bedenleri işkence tezgâhlarında parçalananların, asit çukurlarına gömülenlerin, köyleri yakılanların, katledilen yakınlarının katillerinin sırtlarının sıvazlandığını, muteber iş adamlarına, saygın politikacılara dönüştüklerini izleyenlerin acılarına, çaresizliğine ortak olmak, yetkin avukat yapar insanı.

Bu “iyi avukatlar”ın birkaç tanesi, bugün bizimle birlikte: bu ülkenin Kürtlerini, sosyalistlerini, emekçilerini, devrimci gençlerini, kadınlarını, azınlıklarını yakan ateşle yürekleri dağlanan, toplumun vicdanı, bastırılan haykırışımız olmaya soyunmuş avukat kardeşlerimiz. Bu nedenle de mahkeme salonlarındaki yerleri yalnızca yargıçların solundaki müdafaa makamı değil, sık sık da karşısındaki sanık kürsüsü olan savunucularımız. Bizlere son yılların en yakıcı davalarına ilişkin gözlem ve izlenimlerini paylaşacaklar: son yasa değişikliğiyle 10 yıla dek uzatılabileceği tescillenen bir “yargısız infaz” tarzı, ya da tutukluluk süreleri; İsmail Beşikçi davası bağlamında özel yetkili mahkemeler; plastik kelepçeyle sıraya dizili fotoğrafları bir isyan tablosu olarak beynimize çakılan KCK tutsaklarının davası; işkenceci bir polis müdürü ile birlikte “terör örgütü” kurmakla suçlandıkları medyaya “sızdırılan” Rıdvan (Turan) Başkan’la SDP’liler, Oğuzhan Kayserilioğlu’yla DÖP’lülerin Kafka’ya parmak ısırtan tutuklanışı; gece yarısı evleri basılarak toplanan “DTP kapatma davasını protesto etmek, 1 Mayıs, Nevruz ve 8 Mart Dünya Kadınlar Günü etkinliklerine katılmak, SSK İl Müdürlüğü önünde ‘Sendikasız, sigortasız çalışmayacağız’ diye açıklama yapmak ve ırkçılığa karşı müzikli dinleti düzenlemek” gibi “suç”lardan yargılanan ESP’lilerin davası; ne yaparlarsa yapsınlar -isterlerse hiçbir şey yapmasınlar- bu ülkenin sürekli ve sabit “suçlu”ları, kadınlar üzerindeki bitmek bilmez terör ve Hrant Dink ile Zirve kitabevi çalışanları şahsında “gayrımüslim Öteki”ne yönelik devlet destekli hınç…

Birazdan sözü onlara bırakacağım. Ama izninizle sıradan bir yurttaş ve Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik kavgasındaki bir potansiyel sanık olarak birkaç izlenimimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

İslâmcı bir arkaplandan kalkınarak neo-liberalizme eklemlenen AKP, bu ülkede gerçek anlamda iktidar olabilmek için üç alana hâkim olabilmek gerektiğini, öncellerinin başına gelenlerden ders çıkartarak öğrenmişti. Bunlardan ilki, medya idi; AKP hükümeti en kolay bu sorunu halletti. Bugün uzaktan kumandanızın tuşlarına basarak TV ekranınıza getirdiğiniz kanalların yarısı AKP’ye yakın sermaye gruplarına pazarlanmış, diğer yarısı ise malî baskılarla susturulmuş durumda. Aynı durum, basılı medya için de sözkonusu.

İkinci sırada Silahlı Kuvvetler vardı: AKP şu ya da bu biçimde onu da “nötralize” etti!

Üçüncü alan ise hukuk sistemiydi: şu malûm ve mahut “darbeyle hesaplaşıp özgürlükler alanını genişletecek” 12 Eylül referandumuyla gerçekleştirilen Anayasa değişiklikleriyle birlikte, AKP (ve cemaat) tarafından zapt u rapt altına alınma süreci neredeyse tamamlanan hukuk sistemi. AKP’n in iktidara geldiği 2002’den, ama daha çok da “iktidar olmaya” başladığı son üç-dört yıldan beri “hukuk” konusu iki düzlemde tartışılmakta bu ülkede.

İlki, egemenlerin iki fraksiyonunun, kıran kırana kavgasıyla ilintili. Nevzuhur Fethullahçı kalemşörler ve AKP’ye kimi zaman ideologluk, kimi zaman da şakşakçılık yapan sol liberaller, iktidar partisinin ve Cemaat’in hukuk sistemi üzerinde hâkimiyet kurma hamlelerine “vesayet rejiminin sonu” diye alkış tutarken, laik cephe ise, ilk kez köşeye kıstırılmanın acısı ve şaşkınlığıyla “Hukuk devletinin katledildiği” söylencelerine sarılıyor; sanki AKP iktidarı öncesinde T.C. devleti sahiden “Hukuk”a dayanıyormuş gibi… N’eylersiniz ki, iki yanlıştan bir doğru çıkmıyor.

Evet, Türk(iye) hukuk(suzluğ)u konusundaki tartışmalardan biri bu; ve hemen vurgulamalı ki, sahici değil. İki tarafın da argümanları yalana dayanıyor, her iki taraf da hukuk sistemi üzerindeki hâkimiyetin iktidarlarının payandası olacağını biliyorlar; yargı süreçlerini denetlemenin iktidar olabilmedeki araçsallığının bilincindeler; “vesayet rejimi” ve “hukuk devleti” argümanlarının, bu kayıkçı dövüşünde uçuşan retorikler olmanın ötesinde bir anlamı ve değeri yok.

İkinci tartışma, daha doğrusu mücadele alanı ise çok daha sahici, ve o ölçüde can yakıcı… Bu tartışmanın bir tarafında iktidar sahipleri bir tarafındaysa ezilenler var.

Egemenlerin “hukuk”unun ezilenler için bir baskı aracı olmasından söz ediyorum. “Hukuk devleti” kavramını madunların “Polis devleti” olarak tecrübe etmelerini sağlayan hoyratlıktan… Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nda 2 Haziran 2007 tarihinde yapılan değişiklikle birlikte, gündelik yaşamımızın omuzbaşına bir kez daha yerleşen dipsiz bir adaletsizlik.

–                     Motorunu sürerken “dur” ihtarını duymayan, ya da birden paniğe kapılan18 yaşındaki delikanlının, Çağdaş Gemik’in kafatasına kurşun olup saplanan… ve ardından kurşunu atan polise verilen cezayı “öldürme kastı yoktur, yaralama kastı vardır” diye bozan;

–                     İzmir’de benzer biçimde, yine polis kurşunuyla yaşamını yitiren Baran Tursun’un dava sürecindeki haksızlıklara isyan eden ailesini “terör destekçisi” diye gözaltına aldıran;

–                     Parasız eğitim taleplerini bir dershanenin çatısından astıkları pankartla dile getiren Dev-Lis’li gençler için 63 yıl ceza talep eden;

–                     Aynı talebi dile getiren pankartı Başbakan’ın katıldığı bir toplantıda açan iki öğrenciyi, Berna Yılmaz ve Ferhat Tüzer’i 8 aydır cezaevinde tutan;

–                     Bir polis müdürünün “ihanet”ini “çakma” terör örgütü komplosuyla cezalandırmaya kalkışan ve devrimcileri bu senaryoya malzeme yapan polisin önünü açan;

–                     Diyarbakır’da, Barış Grubu’nu karşılayan bir bildiri yayınlayan DTP Nusaybin ilçe örgütü yöneticileriyle yetinmeyip, bildiriyi yayınlayan matbaacıya da ceza kesen;

–                     Aleyhine tek “elle tutulur” kanıt ailesinin sahip olduğu internet kafedeki bilgisayarlara sol sitelere girilmiş olması olan Ergin Öncü’yü “Devrimci Karargâh” üyesi olma suçlamasıyla 18 aydır tahliye etmeyen;

–                     Edirne’de bildiri dağıttıkları için gözaltına alınan üç üniversite öğrencisine destek için imza standı açıp linç girişimine maruz kalan Halk Cephesi üyelerini sanık sandalyesine oturturken, linççilerin kılına dokunmayan;

–                     Hrant Dink’in “jandarma onur fotoğraflı” katilini çocuk mahkemesinde yargılatan…

Listeyi uzatayım mı? Yo, buna ne bana ayrılan süre yeter, ne de bu sempozyumun süresi…

Evet sadece “ileri demokrasi yolunda doludizgin ilerlediğimiz” son günlerin haberlerinden ve rastgele bir seçimle derlenen olaylarda tezahür eden uçsuz bucaksız, dipsiz bir adaletsizlik…

Bu ülkede hukuk sistemi, ezilenler ve onların kavgasını verenler için bir “Polis devleti” olarak işleyegeldi. Savcıların hakkımızda düzenlediği iddianamelerde, yüzümüze okunan hükümlerde belirleyici olanın “yargıçların vicdanı” değil, polis tutanakları olduğunu devrimci kuşaklar yaşayarak gördüler.

Bugünkü değişim, ne “vesayet rejimi”nin geriletilmesi, ne de “Hukuk Devleti”nin çöküşüdür; daha önce de dediğim gibi, “Hukuk devleti” söylemi, bu ülkenin ezilenleri için hiçbir zaman bir anlam ifade etmedi ki… “Hukuk sistemi” her zaman cilasının hemen ardındaki Polis devletiyle birlikte işleyegeldi bu ülkede. Bugün olan, emekçiler, ezilenler karşısındaki “Polis devleti” aygıtının el değiştirmesidir – hâkim sınıfların bir fraksiyonundan öbürüne… Bu fraksiyonların ne zaman çatışıp ne zaman uzlaşacakları, bir konjonktür meselesidir…

Yapısal olan ise, madunların yüzyüze olduğu “adaletsizlik”tir: dün Ergenekoncular eliyle sürdürülen, bugünse Fethullahçılar’ın devraldığı adaletsizlik…

Şu hâlde, hem, “Hukuk Devleti” savunuculuğuna soyunanlar, hem de “vesayet rejimi”ni yıkmaktan söz edenler, önce yutkunup, “adalet” üzerine düşünmek zorundadırlar. Giriştikleri kayıkçı dövüşünün zemininin, muktedirlerin iktidarını baki kılmaktan başka bir varlık nedeni olmayan bir “polis rejimi” olduğunu ve polis rejimlerinde cila için olsun adaletin olasızlığını, bu ülkenin ezilenlerinin sürekli kanayan acılarının bir patlayıcıya dönüşmekte olduğunu, hiçbir toplumun türkülerinde bu kadar çok “soracağız hesabını” ifadesinin geçmediğini…

Türkiye Cumhuriyeti’nin “Laik Polis Devleti”nden, “Fethullahçı Polis Devleti”ne dönüşmekte olduğu bu süreçte, bugün burada bizler “Hukuk”un bu veçhesini, yani Adalet’i konuşmak üzere bir araya geldik.

Sözü daha fazla uzatmadan, ortak vicdanımızın sözcülerine, İnsan Hakları savunucuları avukatlara bırakıyorum.

31 Aralık 2011 12:13:28, Ankara.

N O T L A R

[1] 15 Ocak 2011 tarihinde ‘Sıra Kimde?’ İnisiyatifi’nin düzenlediği ‘Türkiye’de Hukuk ve Demokrasi Sempozyumu’nun ‘Türkiye’de Hukukun İşleyişi ve Örnek Davalar’ başlıklı I. Oturumu’nda yapılan konuşma… Newroz, Yıl:4, No:160, 19 Ocak 2011…

[2] “Anlayabilene çok selam”.