Anasayfa , Köşe Yazıları , Öğrenilecek Onlar [*]

Öğrenilecek Onlar [*]

temeldemirer“Ölümsüz olarak bildiğim
tek şey, düşüncedir.”[1]

Dünyayı “küresel köy”e dönüştürme iddiasındaki emperyalist çığırtkanların uğraş alanlarından biri de insan…

Onlar; insanlığın zengin kültürel birikimini oluşturan birbirine benzemez, canlı, yaratıcı ne kadar özelliği varsa bunları yok ederek, “tek tip” insan(sızlık)ları yaratmaya çalışıyorlar.

Amerika’dan Çin’e, Finlandiya’dan Afrika’ya bütün insanlar aynı şeyleri yesin, aynı giysileri giysin, aynı kültür ürünlerini okusun, izlesin ve en önemlisi de başkaldırmasınlar, boyun eğsinler istiyorlar.

Amaçları, her şeyi kendilerinin belirlemesi, kararlaştırması. Böyle olunca da insanlar tek tip düşünecek, tek tip davranacak; dünyanın doğruları yanlışları bir merkezden belirlenip benimsetilecek.

Dünya, egemenler için daha kolay yönetilebilen, daha sorunsuz bir “kâr alanı”na dönüşecek. Ayrıksı olanlar, farklı düşünenler, ayıplanacak, yadırganacak, toplumdışına itilecek.

Bu nedenle küreselleşme vahşetine karşı verilen mücadelede, insanın insan olarak korunabilmesi, kapitalist yabancılaşmanın aşılarak, Che Guevera gibi başkaldıran, Çehov gibi sorgulayan, Nuri İyem gibi gören insanın (“dahi” diye sunulan faşist Dali yaygaralarına inat!) tekrar tarihin sahnesine çıkartılması için onları yeniden hatırlamalı, hatırlatmalıyız…

Evet, evet her türden gericiliğe karşı verilen mücadelenin başta gelen önceliklerden biri olmalıdır Onları, kahramanları tanımak/ bilmek…

“Kahraman” deyip geçmeyin; Hegel’in, ‘Tinin Fenomenolojisi’ndeki ifadesiyle, “Hiçbir kahraman uşağı için kahraman değildir. Kahraman, kahraman olmadığı için değil, uşak, uşak olduğu için. Kahraman uşağa, kahraman olarak değil, yiyen içen, giyinen, kısacası, ona kendi özeline özgü arzuları, düşünceleri ve gereksinimleri olan bir birey olarak görünür…”[2]

ENVER GÖKÇE

Örneğin “Hayatı tüm yönleriyle seveceksiniz,” diye haykıran Enver Gökçe gibi…

Onun hakkında Mehmet Özer, “Enver Gökçe için yazmaya başladığımda Nikola Vaptsarov’u düşündüm. Bulgar halkının onuru. Gözleri namluların gözlerinde, ‘özgürlük uğruna dövüşenler ölmez’ şarkısını söyleyen Nikola’yı. Sonra Miguel Hernandez; İspanya’nın ışıklı şarkısı, hücre duvarlarına ‘benden selam söyleyin başaklara’ yazdıktan sonra aramızdan ayrılan Miguel. Çıplak bir kılıç gibi yalın Fransız yurtseveri, partili aydın Gabriel Peri. ‘Gerçek yaşamda seyirci yoktur, herkes katılır yaşama’ diyen Julius Fuçik. Şili halkının özgür şarkıcısı Victor Jara. Ve bizim Enver Gökçe,”[3] derken; Veysel Öngören de, ‘Enver Gökçe’ başlıklı dizelerde ekler: “Biri bana bir gün sordu/ Tanıdın mı Enver Gökçe’yi/ Düşündüğümü söyledim/ Panter boynuydu boynu/ Elleri panter elleri/ Ayakları panter ayakları, dedim/ Tarihi düşündüren yaralı bir panter/ İğvasız ve zeki/ Alçakgönüllü, hayret içinde/ Sesi boğuk/ Gürül gürüldü/ Dövüşmüş belli/ Ama sakindi.”

Evet, evet O; “Hayatı koşturarak yaşayan şairimizdi. Komünizme inanmış olmasının ötesinde, yaşadığı gibi düşünen, düşündüğü gibi yaşayan ve söyleyen bir halk ozanıydı. Belki az ürün verdi. Doğrudur. Daha çok ürün verebilirdi de. Bu da kabul edilebilir. Ancak Enver Gökçe ve kuşağı, inandığı değerlerin peşinde koşturmayı daha çok yakıştırmıştır kendilerine. Şu da önemli: Kendi hayatlarını, doğru bir düşünce uğrunda, halk dalkavukluğuna kalkışmadan, halk adına ortaya koyanların, hem düşüncelerini hem de hayatlarını koşturarak yaşamalarından daha doğal ne olabilir ki? Bundan ötürü düşüncelerini koşturup, düşüncelerinin peşinden koşarken; gözaltılar, hapisler, işkenceler, sürgünler, prangalar görüp yaşadılar.”[4]

1920’de başlayıp 1981’de sona eren 61 yıllık yaşamının son yıllarını Ankara-Seyran Bağları Huzur Evinde geçiren O, “şiirimizin ışıklı ırmağı”ydı…

 “Bugün görüş günümüz/ Dost Kardeş birarada/ Telden tele/ Mendil salla el salla/ Merhaba!/ İzin olsun hapishane içinde/ Seni/ Senden sormalara doyamam/ Yarım döner cigaramın ateşi/ Gitme dayanamam,” diye haykıran ‘Görüş Günü’ndeki dizeleri bunun tanığıdır…

MÜCAP OFLUOĞLU

“Mücap Ofluoğlu’nun hayatı, bir hayatın hikâyesi değil, insanlara insan olmayı öğretecek bir ders kitabıdır,” der Turgay Fişekçi Onun için…

“Rengin ne olursa olsun/ Siyah beyaz sarı/ Bir kalbin olmalı bir beynin/ Kalbin bıkmadan sevmeli/ Durmadan düşünmeli beynin/ İnsan doğmuşsun/ İnsan ölmelisin,”[5] dizelerinde dünyaya nasıl baktığını (ve bakmamız gerektiğini) öğrendiğimiz Mücap Ofluoğlu’nun hayat sevdası tiyatroya odaklanmıştır.

Defalarca konservatuvar giriş sınavlarından geri çevrilse de, hayvan borsasında memurluk yaparak yaşamını sürdürse de, sahnede tek kelime etmeden dikileceği bir nöbetçi asker rolü bulup bu benzersiz serüvene kapağı atmış. Öte yandan edebiyattan resme, bütün öteki sanatlar da bu cümbüşlü hayatın içinde yer bulabilmiş. İnsanların ve mekânların, sanat ve hayat tutkusuyla birbirine böylesine harmanlandığı bir dönem, toplumsal tarihimiz açısından da çok zengin bir deneyim.

Bir insan düşünün ki, akşamları tiyatroda sahneye çıkıyor, gündüzleri Aziz Nesin’in çıkardığı binbir belanın içinde yüzen “Marko Paşa” dergisinin yazıişleri müdürlüğünü yapıyor, kalan zamanlarında da Beyoğlu sokaklarında Orhan Veli, Sait Faik, Orhan Kemal gibi edebiyat devleriyle arkadaşlık ediyor…

O ısrarın adı Mücap Ofluoğlu’dur…

ŞÜKRAN KURDAKUL

Edebiyat dünyasının şövalyelerinden, 1940 kuşağı şairlerinin en genci TİP’li Şükran Kurdakul, (23 Mart 1927-15 Aralık 2004) Attilâ İlhan’ın ‘40 kuşağı için kullandığı “Fedailer mangası”ndandır.

Şükran Kurdakul, 15-16 yaşlarında şiire tutundu. Bir daha da bırakmadı. Bu tutunma zamanla tutkuya dönüştü. Uğruna hapislerde de yattı, ulaşılmaz mutluluklar da yaşadı. Ne okul düşündü, ne kariyer… İzmir Karşıyaka Lisesi’nde öğrenciydi, ünlü 142. maddeye aykırı davranmaktan tutuklandı. Tutukluluğu 4.5 ay sürdü. Serbest kalınca da okuldan çıkarıldı. Okula dönmeyi istememiş olacak ki o, Attilâ İlhan gibi, dava açıp öğrenim hakkını kazanma yoluna gitmedi. Çalışma hayatına atıldı.

Bu yıllarda da (1951­1953) 141. maddeye aykırı eylemde bulunmaktan 2 yıl tutuklu kaldı. Ama bu kez davasını Askeri Yargıtay’a götürüp aklandı. Cezaevinden çıkınca Tan, Yeni Gazete, Varlık Yayınevi’nde düzelti işlerinde çalıştı. Rüknettin Resuloğlu’nun sahibi olduğu Yelken (ilk sayı: Şubat 1957) dergisini yönetti (1958 – 1962); Ataç (15 Mayıs 1962-1 Ekim 1964, 30 sayı) ve Eylem (Mart 1964 – 15 Mayıs 1966, 34 sayı) dergilerini çıkardı.

Öte yandan da yazma tutkusunu çeşitli dergilerde ve Cumhuriyet gazetesinde şiir, öykü ve yazılarıyla sürdürdü, adını duyurdu. Şükran Kurdakul bir edebiyat ve eylem adamıydı. Şiirin yanına öyküyü, öykünün yanına incelemeyi, incelemenin yanına eleştiriyi, denemeyi, edebiyat tarihçiliğini ve Cumhuriyet yazarlığını koydu. Ama daha çok şairdi. En çok “1940 kuşağı şairi” olarak tanımlandı. Çünkü ona düşünce ve eylem adamlığı yolunu açan şiirdi. Şiiri, başlangıç yıllarında kendi dünyasını ortaya koysa da daha sonra toplumu, toplumcu ve gerçekçi bir duyarlılıkta yansıttı. Şiirini toplum için yazdı. Toplum için rahatı bıraktı.

Kurdakul’un gençlik duyarlıkları kitaplaştı “Tomurcuk” (1943) oldu. Bunlar hece ölçüsüne bağlı kalarak gençlik deneyimlerinin işlendiği şiirlerdi. Ardından gelen “Zevklerin ve Hülyaların Şiirleri”nde (1944) ölçü dışına kayma eğilimleri öne geçti. Çevreyi, yaşam sevgisini ve insanları anlattı. Kendisinin de belirttiği gibi, Yeryüzü (1951 – 1952) ve Beraber (1952-1953) dergilerinde çıkan şiirlerinde ulusal kurtuluş ve sömürü konularını ele aldı. Daha sonra yöneldiği toplumcu gerçekçi sanat anlayışını hiçbir zaman terk etmedi.

Dizelerinde “Darda kaldık seferberlikte gibi/ Baka kaldık gidenlerin ardından/ Ekmeğin şiirini yitirdi ortalık/ Türkiye’m nereye götürüyorlar seni”…

“Akşam mı, sabah mı, gece yarısı mı,/ Yürümek mi, oturmak mı, konuşmak mı/ Çekilip bir kitap mı okumak yüzde yüz?/ Devrilen gökler ne arıyor bilemem/ İki elim yanlarımda kalıyor,/ Ben seni arıyorum”…

“Bir hapislik korkusu, bir cesaret/ Bir seferberlik karanlığı, bir ışık/ Bir kitap her biri anıların kanı/ Bir şarkı alanlara sığmayan/ Bir heves denize çıkar gibi/ Bir sevda dar gelir damarlarına/ Bir resim kendini arayanlardan biri/ Bir kuşku soranlardan sormayanlara/ Bir gerçek dünyaların gerçeği/ Bir kadın senin gibi/ Bir adam benim gibi”… diye haykıran Şükran Kurdakul’un, “Gerek siyasi gerekse sanat faaliyetlerinin felsefesini; hakça ve insanca yaşanacak bir dünyanın kurulması oluşturmaktadır. Yaşamının sonuna kadar bu düşünsel eksen değişmemiştir. Gerek yurtdışında, gerekse yurtiçinde yaşayan ilerici ve öncülerin, mücadelelerini siyaset ve sanatla eş zamanlı olarak yürüttükleri görülür. Şükran Kurdakul’un da savaşımlarında aynı yöntemi uyguladığını görüyoruz. Bütün bu mücadeleleri verirken de yüzündeki gülücük, yüreğindeki insan sevgisi eksik olmamıştır. O nedenle ‘güler yüzlü savaşımcı’ deyişi ona uygun düşmektedir!” der Güngör Gençay…

TEVFİK FİKRET

Dizelerinde; “İnsan melek olsaydı cihan cennet olurdu…

“Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer…

“Hak bellediğin yola yalnız gideceksin…

“Varsın bulunmasın bilecek nâm ve şânını…

“Dâimâ önde, dâimâ yukarı…

“Düşmek, etrafı görmemektendir…

“Sen yoruldukça yol uzar, artar/ Çalı dişler, taş ağrıtır, yırtar…

Evet sabah olacaktır. Sabah olur geceler…

“… ‘Aydınlanma’… işte asrımızın emellerinin ruhu…

“Zafer biraz da hasar ister…

“Sen zanneder misin ki ‘benim’ hep elemlerim/ Heyhat! Ben günlerin dertlerini inlerim…

“Zulmün topu var, güllesi var, kalesi varsa/ Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır…”

“Yarınlar senin; senin bu devrim, bu yenilik…”

“Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;/ Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!” diyerek hepimize umut veren, yol gösteren O; “Kimseden fayda ummam, dilenmem kol kanat” demişti… Fikret, “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim” diye haykırmıştı…

Gerçekten de, düşünce ve inanç özgürlüğünü dile getiren bir şair olarak Tevfik Fikret, eşitliğin, hukukun, toplumsal adaletin savunucusu oldu. Bu dönemde şiirleriyle “yeni insan”ı oluşturmaya çalışan “yeni ozan” kimliğiyle göründü.

“Edebiyat-ı Cedide”nin öncüsü Tevfik Fikret’in sanat yaşamında önemli bir dönem, “Servet-i Fünun” dergisini 1901’de baskı yönetimi kapattığında sona erdi. 1908 Meşrutiyeti’ne uzanan yıllar içinde onun şiirini artık “sanat için sanat” anlayışı yerine “toplum için sanat anlayışı” beslemeye başladı.

İstibdat yönetimine, Meşrutiyet’in ilanından sonra da yönetimdeki İttihat ve Terakki’nin baskıcı uygulamalarına sert biçimde karşı çıkan ürünler verdi. Düşünce ve inanç özgürlüğünü dile getirdi. Eşitliğin, hukukun, toplumsal adaletin savunucusu oldu. Bu dönemde şiirleriyle “yeni insan” ı oluşturmaya çalışan “yeni ozan” kimliğiyle göründü.

O yılların ürünü “Tarih-i Kadim” şiiri insanlığı baskı altında tutan güçlere, boş inançlara bir başkaldırmadır. İnsanlığın ancak inanç özgürlüğüyle ilerleyebileceğini, bağnazlığın er geç ortadan kalkacağını, baskıların son bulacağını anlatır. Savaşların, şiddetin, kıyımın, düşünce ve inanç üzerindeki baskıların “6.000 yıldır” insanlığı ezmesinden yakınan ozan, düşünceye baskının, zorbalığın ortadan kalkacağı umudunu dile getirir. Bilime, akla, insan sevgisine aykırı bütün uygulamalara, baskıya, zulme karşı çıkarken din kurallarını da, Tanrı’yı da yalnızca aklın ışığında ele almaya girişir…

AHMED ARİF

Kendini; “Namus işçisiyim yani Yürek işçisi. Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş…” diye tanımlar O, ‘Uy Havar’da…

‘33. Kurşun’la biliriz Onu; “vurulmuşum/ dağların kuytuluk bir boğazında/ vakitlerden bir sabah namazında/ yatarım/ kanlı, upuzun…/

vurulmuşum/ düşüm, gecelerden kara/ bir hayra yoranım çıkmaz/ canım alırlar ecelsiz/ sığdıramam kitaplara/ şifre buyurmuş bir paşa/ vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız/

kirvem, hallarımı aynı böyle yaz/ rivayet sanılır belki/ gül memeler değil/ domdom kurşunu/ paramparça ağzımdaki…” dizeleriyle…

“Hasretinden Prangalar Eskittim” kararlılığıyla “Yalnız Değiliz” diye haykırır bizlere; “Yiğitlik, sen cehennem olsan bile/ Fedayı kabul etmektir,/ Cennet yapabilmek için seni,/ Yoksul namuslu halka./ Bu’dur ol hikâyet,/ Ol kara sevda…” ısrarıyla…

Sonra “Öyle yıkma kendini,/ Öyle mahzun, öyle garip…/

Nerede olursan ol,/ İçerde, dışarda, derste, sırada,/ Yürü üstüne üstüne,/ Tükür yüzüne cellâdın,/ Fırsatçının, fesatçının, hayının…

Dayan kitap ile/ Dayan iş ile./ Tırnak ile, diş ile,/ Umut ile sevda ile, düş ile./ Dayan rüsva etme beni…” diye uyarır bizleri…

O; Ahmed Arif’dir…

Gerçek adı Ahmed Önal olan, 1991 yılında kaybettiğimiz ozan, 1927 yılında Diyarbakır’da doğmuştu. Ortaöğrenimini Afyon Lisesi’nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde felsefe eğitimi yaparken 141. ve 142. maddelere aykırı eylemde bulunma savıyla ilki 1950, ikincisi 1952-53 olmak üzere iki kez tutuklandığından öğrenimini tamamlayamadı.

Çeşitli gazetelerde çalıştı. Şiirleri 1944-55 arasında dönemin dergilerinde yayımlandı. İlk ve tek şiir kitabı ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ 1968’de basıldı. Bugüne kadar defalarca baskı yapan Hasretinden Prangalar Eskittim, başta 68 ve 78 döneminin sosyal muhalefet hareketleri olmak üzere geniş bir okur kesimi tarafından benimsendi.

“Onun şiirinde, yaşadığı toplumun, halkının acılarını dile getirmenin yanında bu acıları yaratanlara karşı isyan eden, edebilen de anlatılır. Sonu ölüm, mahpusluk, kaçaklık olsa da isyan edebilenler… Hem biçimiyle hem de özüyle genç, delikanlı bir şiir”dir…[6]

Denilebilir ki “Eşitlikçi bir dünya düşü Ahmed Arif şiirinin damarlarıdır. Kürdistan’ın yoksul, emekçi halkının yaşadığı, duyumsadığı her şey bu şiirin kaynakları olacaktı…

Ahmed Arif, 1950’lerin başına gelindiğinde, Garip’ten hemen hiç etkilenmemenin yanında, Nâzım Hikmet ve onun etkisiyle beliren şairlerin toplumcu kanalının tamamen dışında bir şiir damarı oluşturacaktı…

Halkın özel dil ve hatta argosundan bile tüm hakikiliğiyle yararlanıyor şiirinde. Benzersiz bir ritim ve tonlamalarla biçimlenen bir şiir bu. Daha da önemli olan artık kırın kentin değil, dağın duygusu bir metafor olarak çoğu şiirine yedirilmiş durumda.Topyekûn okunduğundaysa, tüm kaynakların bileşeni olan bir destansılık bu şiirin ana özelliği”ni oluşturur.

Mustafa Şerif Onaran’ın deyişiyle, “Ahmed Arif’in mavzerine doldurduğu şiir kurşun gibi vurur insanı.”

Yani “Sabırla beslenen korkusuzluk”la bezenmiştir Onun dizeleri… “Bu korkusuzluğu Anadolu insanına has bir sabır da beslemektedir. Bunun içindir ki o, prangasının zincirini kırmaz. Aksine bir nesne olarak pranga üzerinde hâkimiyet kurar. Hasretlik koşullarında sabır, taşı erittiği gibi prangayı da eskitecektir. Bir yönden, imgeyi besleyen, düşüncenin sınır tanımazlığıdır. Koşullar nasıl olursa olsun, insanın aşkın bir tarafı vardır. Buna duyulan inanç, normal şartlar altında insanın kendinden daha uzun ömürlü olan nesnelere karşı tutumunu belirler. Ancak bu imge, hiçbir zaman kaderci bir anlayışla yorumlanamaz.”[7]

Özetle “Ahmed Arif’te sevda, duyarlığı bütünleyen bir hâledir. İnsanlık için duyulan kaygıların bir bedeli varsa ve bu bedel mahpusluk olsa da ödenecektir. Acı, diri olmayı engellemiyorsa kanayan öznenin iklimi diretmektir. Hüzün bir durumsallıktır içerde… Kanayanın kendini imaja alışı ve orda tutuşudur. Sıla özlemin güvencesidir. Çünkü sılanın her nesi varsa bir duyarlık katında mahpushaneye alınabilmektedir.

Söylem, kimi zaman hüzünlü ve kırılgan olsa dobra dobra, delikanlı bir söylemdir ve her bir durumun bir raconu vardır… İçerisi ve dışarısı, düş ve gerçek, kavga ve sevda iç içe girmiştir…

Her şey ‘Umut ile sevda ile düş ile’dir.”[8]

KÜRT(LER): YILMAZ, MEHMED, AHMET…

Hani Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın, “Her türlü haksızlığı, baskıların yaratmış olduğu her türlü sancıyı sıkıntıyı giderme konusunda kararlıyız” dediği; “Türk vatandaşlığına alınabileceğinin işaretini verdi”ği; Fatoş Güney’inse bunu önemsemediğini belirtirken; vatandaşlığının 1993’te “iade edildiği” ortaya çıkan Yılmaz Güney…

Ya da Kürtçe’nin “ses bayrağı” olarak nitelenmeyi hak eden Mehmed Uzun…

Veya yine “cevval” Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın, hakkında “Ben değerli eşiyle de konuştum. Sayın Kaya’nın mezarına odaklanmadan, hangi vesilelerle yeniden Türkiye’nin düşünce dünyasına farklı renklerle, farklı kültürleri içselleştirmesi konusunda adımlar atabiliriz,” dediği Ahmet Kaya…

“Cevval” bakanı yalanladı Gülten Kaya… Karin Karakaşlı’nın ifadesiyle, “Ahmet Kaya’nın mezarını memlekete getirme tartışmaları eşliğinde herkes Gülten Kaya’ya soru sormakla meşgul. Oysa o, eşi Ahmet Kaya sürgünde, koca yüreğini yoran o kırgın hasretle Paris’te öldüğünde, kimselere ‘Neden’ diye sormamıştı,” değil mi?

O hâlde yeri gelmişken, “cevval” bakana ve muhataplarına soralım: Gerçekten de, kim, kimin itibarını, hangi hakla iade ediyor ki? Gölge etmesinler, başka ‘ihsan’ istemez…

YUSUF HAYALOĞLU

Ahmet Kaya deyince hemen anımsanan Yusuf Hayaloğlu’nu, 56 yaşındayken, 3 Mart 2009 sabahı kaybettik.

‘Şu Dağlarda Kar Olsaydım’, ‘Adı Bahtiyar’, ‘Ah Ulan Rıza’, ‘Biz Üç Kişiydik’, ‘Başım Belada’, ‘Demedim mi Haydar?’, ‘Diyarbakır Türküsü’, ‘Hani Benim Gençliğim Nerde?’, ‘Nerden Bileceksiniz?’i seslendiren Ahmet Kaya’nın ölümsüzleştirdiği Hayaloğlu’nun eserleri hepimizin dillerindedir…

“Biz onun sözlerini yazdığı duygusal parçaları, Ahmet Kaya’dan dinlerken çok sevmiştik. Kimimiz şiirleriyle tatlı, bambaşka hayallere dalıp bilinmezlere yolculuk yaptık. O’nunla birlikte Bahtiyar bizi, bizde Bahtiyar’ı çok sevdik.

Bahtiyar bize yabancı değildi zaten. Metris’te, Bartın’da, Diyarbekir ve Mamak cezaevlerinde Bahtiyar’la aynı koğuşlarda yattık, aynı tastan çorba içip gardiyanların joplarına karşı birlikte gülüp geçtik boyun eğmedik. O kendi dalında rastlanan ender insanlardan biriydi.”[9]

Evet, evet Yusuf Hayaloğlu deyip de ‘Adı Bahtiyar’ı; “Yalnızlıkların, başkaldırının şairini, dik başlı adam”ı[10] unutmak mümkün mü?

ONAT KUTLAR

Onat Kutlar, “Unutuşun kolay ülkesindeyiz,” sitemiyle aramızdan ayrıldığında, tarih 11 Ocak 1995’ti…

Zeynep Oral’ın deyişiyle, “Yaşamın her alanına katılan.. merakları, keşfetmeyi, öğrenmeyi kışkırtan.. birikimlerden damıttıklarını hepimizle paylaşan.. tepkisini ortaya koyan.. yorumlarıyla, eleştirileriyle, önerileriyle yarını hazırlayan… uyaran… aydın sorumluluğunun bilincindeydi Onat Kutlar…”[11]

Onun en önemli yapıtları ‘Yeter ki Kararmasın’ ve ‘Bahar İsyancıdır’ 12 Eylül 1980 sonrasında arka arkaya yayımlanır.

Bu yapıtlarında O; “Ve işte yine eylül. Geleceğin duvarı önünde duruyorum, kaygılı, sabırsız. Üstümden küçük kuşku tohumları karışmış altın renkli polenler uçuşuyor. Bir türlü bastıramıyorum yüreğimdeki ozanın sesini ‘Bahar İsyancıdır…”[12]

Ve “Baharı simgeleyen kuşlar gibiydiniz. Her türden, her cinsten. Yoksul ve kerpiç köy evlerinin kırlangıçları da vardı aranızda, kentlerin yeniyetme horozları da. Bozkır turnaları, dağların kartalları, şahinleri, sokakların gösterişsiz serçeleri, açık deniz martıları. Sanki aynı nisan mayıs güneşlerinin aydınlığı ile ışırdı yüzünüz. Bu yüzden birbirinize benzerdiniz gene de. Gözlerinizdeki şaşkınlık, merak ve umuttan tanırdık sizleri. Bir de aranızdaki sınıf farklarını silen giysilerinizden. Kız erkek, kadife pantolonlar, kotlar giyerdiniz. Ayaklarınızda hem ucuz hem pratik botlar, lastik ayakkabılar. Bir kazak, bir mont ya da bir parka gecenin ayazında sizi sıcak tutardı. Büyük kentlerin sokaklarını doldururdunuz. Günün tuhaf saatlerinde. Sabahları ortalık henüz alacakaranlıkken ya da geç vakit, geceyarıları.

Ellerinizde kitaplar, çantalar, banliyö istasyonlarına çıkan dar yollardan, otobüs duraklarından tartışarak geçerdiniz. Durmadan tartışırdınız. Kaldığınız evler ve yurtlar okullarınız, gittiğiniz kantinler ve lokaller yaşadığınız kent, ülke ve yeryüzü sanki büyük bir forumdu. Durmadan yer değiştirirdiniz. Bilinmez bir içgüdüyle ağaç dallarında sürekli yer değiştiren sakalar gibi. Yeryüzünü de aynı hızla değiştirmek isterdiniz. Kolları ve paçaları tarazlanmış, hızlı boy attığınız için kısalmış giysilerinizin ceplerinde pek para bulunmazdı ama gene de kitaplar satılır, tiyatrolar, sinemalar dolardı…”[13]

Özetle hiç kimse “Bahar İsyancıdır” gerçeğini onun gibi anlatamazdı…

SABAHATTİN ALİ

25 Şubat 1907 tarihinde Gümilcine’de doğdu Sabahattin Ali; 2 Nisan 1948’de de egemenler tarafından öldürüldü…

Evet “Dertlerin kalkınca şaha/ Bir sitem yolla Allah’a/ Görecek günler var daha/ Aldırma gönül aldırma!” diyen O, ‘Milli Emniyet’ mensubu olan Ali Ertekin tarafından Bulgaristan sınırında katledildi… (Ertekin sorgusunda, mensubiyetlerini itiraf etmiş, cinayeti kabul etmiştir. 4 yıl hapis cezasına çarptırılan Ertekin sadece birkaç hafta ceza aldıktan sonra genel af yasasından yararlanmış ve serbest kalmıştır.)

“Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik… Kanunlu kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık, iç ve dış bankalara para yatırmadık. Han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milletli kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Milletin derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer…” diyen Sabahattin Ali’nin “yaşadıklarından öğrendiği şeyler” vardır. İşte ondan, Konya ve Sinop Cezaevlerinde yazdığı onca şiiri şimdi bize “başın öne eğilmesin” der…

Ve “göremesen bile denizi/ yukarıya çevir gözü/ deniz gibidir gökyüzü” diyerek bizleri “önemli olan yenilmek değil teslim olmamaktır” anlayışıyla mücadeleye davet eder…

Evet, evet “Göklerde kartal gibiydim/ kanatlarımdan vuruldum/ mor çiçekli dal gibiydim/ bahar vaktinde kırıldım,” dizelerinin sahibi Sabahattin Ali aynı zamanda ‘Kuyucaklı Yusuf’ (1937), ‘İçimizdeki Şeytan’ (1940), ‘Kürk Mantolu Madonna’ (1943) başlıklı romanların; ‘Değirmen’ (1935), ‘Kağnı’ (1936), ‘Ses’ (1937), ‘Yeni Dünya’ (1943), ‘Sırça Köşk’ (1980) başlıklı öykü kitaplarının; şiirlerinin toparlandığı ‘Dağlar ve Rüzgâr’, ‘Kurbağanın Serenadı, ‘Öteki Şiirler’in yaratıcısıdır…

NÂZIM HİKMET

Hani… “Ben bir insan/ Ben, Türk şairi komünist Nâzım Hikmet ben/ Tepeden tırnağa insan/ Tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret…” diye haykıran komünist…

Hani… “Hapislerde geçen on beş sene arkamda,/ önümde daha on yedi yıl./

Bir bayrak dalgalanır kafamda:/ kan gibi kızıl./

Bir kadın severim:/ süt gibi beyaz./

Bir şarkı söylerim:/ bütün fidanlardan ümitli./

Şarkımda kavgası, kederi, sevinci insanlarımın/ ve elimde kadınımın elime dokunmayan eli…” diyen özlemlerin insanı…

Hani… “Memleketim, memleketim, memleketim/ ne kasketim kaldı senin ora işi/ ne yollarını taşımış ayakkabım/ son mintanım da sırtımda paralandı çoktan/

Şile bezindendi/

Sen şimdi yalnız saçımın akında/ infarktında yüreğimin/ alnımın çizgilerindesin memleketim/ memleketim, memleketim, memleketim…” diyen hasret…

İşte O(nlar), Nâzım Hikmet’tir…

Ölümünden birkaç ay önce Paris’te Gökşin Sipahioğlu ile yaptığı söyleşide, “Bir gün komünizmin bütün dünyaya hâkim olacağına kaniiyim… Elhamdülillah ben komünistim!” diyen Nâzım Hikmet hakkında, “Nâzım, düşmanları tarafından bile sevilen bir İNSAN’dır,” derdi Bursa’daki mahpus arkadaşı Orhan Kemal…

Orhan Kemal, anılarında, Nâzım’ın gecenin bir vaktinde uyanıp kendisinden kalem isteyip duvara dizeler yazdığını anımsatıyor. Nâzım, şiir yazarken kendinden geçen bir ozan. Korkusu var bu noktada, şöyle diyor Nâzım: “En sinirlendiğim şey, böyle (kendimi) kaybederek dolaşırken etraftan seyredilmek. Deli diyeceklerinden korkuyorum. Onun için kendimi tamamıyla kapıp koyuveremiyorum.”

Nâzım, sanat işlerini ciddiye alan bir inanmış ozan. Orhan Kemal, ona her aklına geleni soruyor. Nâzım, dilimizin sadeleşmesi konusunda şunları söylüyor: “Dilde ölçü halk olmalıdır. Halkın yadırgadığı, her günkü konuşma dilinde kullanmadığı kelimeleri almamaya bilhassa dikkat etmeli…”

Şiirde şekilden çok içerik yeniliğini savunuyor. Hapiste geçim sıkıntısı çeken Nâzım, bunun üstesinden gelmek için çözümler arıyor ve dokuma tezgâhları kurup çalıştırıyor. Başarılı da oluyor: “Nâzım, birlikte çalıştığı arkadaşlarının bütün ihtiyaçları ve dertleriyle ilgilenirdi. Tezgâhlarda bez dokuyan Batı Anadolulu delikanlıların gönüllerini kendine çekmişti…”

Nâzım, dünyadaki gelişmeleri izleyip doğru tanılar koymakta da usta. İkinci Dünya Savaşı sürerken Almanların yenileceğini söylüyor, bunun “tarihi bir zorunluluk” olduğunu belirtiyor. Çevresindekilere iyilik etmekten zevk duyuyor, borç para isteyenlere bulup buluşturup veriyor.Hapiste Nâzım’ı, karısı Piraye, yılda birkaç kez ziyaret edebiliyor. Bu anları şöyle anlatıyor Orhan Kemal: “Piraye Yenge yıldan yıla iki, pek pek üç sefer gelir, birkaç kuruşu varsa üç beş gün otelde kalırdı.

Böyle günlerde Nâzım Hikmet’i görmeli! Piraye Yenge trenden iner inmez, ayağının tozuyla telefon eder, yahut otele filan inmeden hapishaneye gelirdi… Nâzım’ın karısına saygısı sonsuzdu…Yazdığı mektupları bazen bana da okurdu. Bu mektuplar, şiir dolu nesirlerdi ki, sade samimi -ama ne kadar samimi, ne kadar sade- dilleri dinleyene ferahlık verir, hayatı sevdirir, insana en karamsar zamanlarında bile ruh değişikliği, yepyeni bir tazelik verebilirdi…”

Nâzım’ın bu mektupları saklayıp Memleketimden İnsan Manzaraları’na belge yaptığı biliniyor. Orhan Kemal, bu yapıta kimlerin malzeme verdiğini anlatıyor: “…Yayalar Köylü İbrahimler, Çorbacı Mehmetler, Laz Eyüp Ağalar, İlyas Kaptanlar, Balkanlı Muhacirler, Azerbaycanlı Şükrü Beyler, Galip Ustalar…”

Annesi de ara sıra ziyaretine geliyor, Nâzım’ın portresini çiziyor, resmini yapıyor. Nâzım, annesiyle resmi tartışırken de gerçekçiliği savunuyor. Orhan Kemal, “Tavşan Hikâyesi”ni anlatırken, Nâzım’a armağan ettiği tavşanı ne değin sevdiğini belirtiyor. Nâzım, tavşanla mutlu oluyor. Piraye, tavşanı alıp götürünce onun tavşanından kurtulmuş oluyorlar. “Çilek Hikâyesi”nde de, Nâzım’a armağan edilen bir kutu çileğin öyküsü anlatılıyor. Çilekleri pudra şekeri serperek yiyorlar: “Nâzım, ‘Ooooh be’ dedi,’ çileğe doyamadım demeyeceğim![14]

Nâzım Hikmet bu; böyle!

O, Türkçe’nin büyük şairi olmasının ötesinde, bir isyancı, bir dava insanıydı.

Evet, Nâzım Hikmet’in bir diğer artısı da şiirinin toplumsal kavgasıyla etle tırnak gibi bütün olduğudur. Bu nedenle hiç kimse, onun kim olduğunu, ne yaptığını, ne düşündüğünü bilmeden şiirlerini okuyamadı…

O; “Sovyet Devrimi’yle buluştuğunda 19 yaşındaydı; Rusya’da yaşadıkları ona ömrünce yoldaşlık etti. Tutulduğu devrim aşkının bedeli, her seferinde ağır işkenceli tutuklamalar ve sonra mahpusluktu. Daha da beteri, memleketine hasret yaşamaktı. Acısı hiçbir koşulda yüksünmeye dönüşmedi, “düşmana inat bir gün daha fazla yaşamak” duygusuna inançla tutundu. Düşüncelerini hiçbir koşulda silmeye, silikleştirmeye çalışmadı. Bir trajedi kahramanıydı aslında; kahramanı emekçi kitleler olan modern destanların kurucu şairi oldu. Şiirin orkestrasını kurmuştu Türkçe’ye. Üç telli sazın çalındığı sahnede alışılmadık sazlardan oluşmuş büyük bir orkestranın icrasıydı şiir eylemi. Debisi güçlü bir nehir gibi akan şiirinin alışılmamış biçimi, ritme ve sese verdiği önem, konularındaki uyarıcı tazelik, okuyana aşıladığı özgüven ilk günden beri herkesi büyülemişti. Orkestrasındaki her saz yepyeni bir ahengi müjdeliyordu. Birbiriyle uyumlu çoğul sesi, yüreğe esenlik sunan cömert sözü, sözünde insanın ruhunu yücelten bir cesaret vardı. Divan şiirinin incelikleri, Pir Sultan’ın, Dadaloğlu’nun kavgacı sesi, Karacoğlan’ın lirizmi ve daha nice şiir ustalığı, modern kent diline taşınmış, onun şiirinde kendine güvenli bir yer edinmişti.”[15]

Nedim Gürsel, ‘Dünya Şairi Nâzım Hikmet’ başlıklı incelemesinde, “Nâzım Hikmet’in asıl önemi, bence, Türk şiirinde yol açtığı yenilikçi hareket ve gelişiminin belli bir evresinde geleneksel halk yazınıyla kurduğu bağ çerçevesinde aranmalıdır,” biçiminde bir saptama yapar ki, tartışmaya değer. Belki Nâzım Hikmet’in asıl önemi değildir orada gösterilen de, geleneksel halk edebiyatıyla kurduğu ilişkiden ve bunun olumlu sonuçlarından söz etmek daha doğru olur.

Jokond ile Si-Ya-U’dan Rubailer’e, Şeyh Bedreddin Destanı’na, halk şiirinin biçim özelliklerine, Divan şiirinin deyiş biçimlerine, yalnızca kendi şiirinin biçimsel yapısını yaratmak için başvurması bile onun şair kimliğini bütünüyle gösterir.

Nâzım Hikmet’in edebiyatımızın ana akımından ilk büyük kopuşu gerçekleştirmesinin anlamı üstünde durmak, bugüne ışık tutacaktır.

Nâzım Hikmet’in etkisinden söz edince, onun yarattığı kopuş üstünde durmak kaçınılmaz olur.

Nâzım Hikmet, hayatını ilahlara, ikonlara isyana adamış, şiiri elitlerin elinden alarak, halklaştırmayı bir görev olarak sahiplenmiş bir devrimcidir, bir put kırıcıdır. Ona göre şiir, emekçi halkın kurtuluş mücadelesinde bir kavga aracıdır. Onun ilham perisi omuzlarında demir putrelleri kanat gibi taşıyan bir işçidir. “Tâb’ı şâiranelikten” kurtulmak ister Nâzım. Asım Bezirci şöyle diyor: “Nâzım Hikmet, şiiri metafizik soyutlamalar, köhnemiş imgeler ve şairane benzetmelerden temizlemeye, çağdaş sanayi hayatının sesleri ve sözleriyle, gerekleri ve gerçekleriyle yoğurmaya yönelmiştir.”[16]

Ve nihayet, “Dünya kültürü denen bir şey vardır, insanlığın yarattığı ortak bir medeniyet vardır. Bunda, gerek Avrupalı, gerek Asyalı, gerek Amerikalı, gerekse Afrikalı bütün halkların payı vardır. Tarihin bir devrinde bu ortak medeniyette bir halkın payı, yahut bazı halkların payı öteki halkların payından çok yahut az olabilir. Mesela, tarihin bir devrinde Çinlilerin ortak medeniyetteki payları, Almanlarınkinden, Fransızlarınkinden çoktu, sonra tarihin başka bir devrinde Almanların, Fransızların payı Çinlilerinkinden çok oldu. Tarihin bir devrinde mesela Tatarların dünya medeniyetine kattığı kıymetler Ruslarınkinden çoktu. Tarihin başka bir devrinde ise Rusların payı arttı. Demek istediğim, halkların ortak insanlık medeniyetine getirdiği, kattığı değerler her devirde, şimdiye kadar, aynı ölçüde olmamıştır. Ama bu ortak medeniyette kendi milli medeniyetiyle hiçbir şey katmamış halk yoktur. Her halk mutlaka bir şeyler vermiştir insanlığa,” diye haykıran Nâzım Hikmet’in “vatandaşlık mevzuu”na gelince…

“Nâzım’ın bir Bakanlar Kurulu kararıyla yurttaşlığa dönmesi” haberi bu yüzden çok anlamlı, çok etkileyici… Kültür ve Turizm Bakanı, 68’li mücadele arkadaşım, hapishane arkadaşım, Ertuğrul Günay’ı bütün bu kararlardaki çabaları için ayrıca kutlamak istiyorum,” diyen Oral Çalışlar, dedikleri üzerinde bir kez daha düşünmelidir…

“Devletin elini yıkması” bu kadar kolay mı?

Oral Çalışlar, Nâzım Hikmet’le birlikte 6.5 yıl Bursa Cezaevi’nde kalan, 88 yaşındaki ressam ve yazar İbrahim Balaban’ın, “Mahvettiler o büyük adamı. Bütün dünya benim şair babamı, o büyük adamı kucaklarken, biz mahvettik. O çok büyük bir insandı… 58 yıl sonra… Ne demeliyim? Sevinsem mi, üzülsem mi? Sevinemiyorum,” sözlerine kulak vermelidir…

“Nâzım Hikmet’in vatandaşlığının iade edilmesi konuşulurken ‘iadei-i itibar’ deniyor.

Şairin itibarı şiirleridir.

Ya Nâzım’ın itibarını konuşanların itibarı?

Milli Türk Talebe Birliği, kuşaklar boyu hem de en hasından sağcı siyasetçi, bürokrat, yazar yetiştirmiştir.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Erdoğan, Bülent Arınç… Bugünün hâkim ideolojisinin ‘star’ isimleri için bir ocaktır.

Gül ve Erdoğan MTTB’de tanıştıklarını defalarca söylediler.

Nâzım’ın 1950’de Demokrat Parti tarafından çıkarılacak genel af yasası dışında bırakılması için 5000 imza toplayan Suphi Baykam birliğin başkanıdır.

Nâzım’a ‘kızıl çomar’, ‘Moskofçu oğlan’, ‘Nâzım Hikmetof’, ‘komünist köpek’ diyen zihniyet budur.

Nâzım’ı vatandaşlıktan atan, vatan hasretiyle ölmesini sağlayan, kitaplarını -Sabahattin Âli’ninkilerle birlikte- meydanda yakan, şiirlerini yıllarca yasaklayan kafa bu kafadır.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın söylev ve demeçlerinde sıkça başvurduğu ‘eski komünist kafası bu kafa’ kalıbına bakarsak, ‘kızıl kollarıyla ve ağzından köpükler saçarak saldıran ahtapot kılıklı komünist imajı’ zihnindeki yerini korumaktadır. (…)

Nâzım’ı vatandaşlıktan çıkartan zihniyetin hangi gerekçeyle olursa olsun bu kararından vazgeçmesi, açık konuşayım beni zerre kadar ilgilendirmiyor.

Nâzım’ın vatanı bu topraklardı zaten.

İmzalı iki kağıt, iki kararname arasında geçen sürede de böyleydi, ilelebet de böyle kalacak.

Nâzım’ın vatanı şiiriydi; aşıkken, öfkeliyken, hasretteyken o şiirlere yaslananlar da vatandaşıydı…”[17]

BERTOLT BRECHT

“Her suçlu bir burjuva, her burjuva bir suçludur,” diye haykıran Bertolt Brecht, tüm zamanları bilgesiydi…

Gönül Koca’nın, “Brecht ustaya kulak vermek lazım” dediği O, şöyle haykırandı:

“Sayın Baylar, bize hep ders verirsiniz:/ ‘Aman, günah, ayıp, kötü, yanlış.’/ Aç karnına kuru öğüt çekilmez./ Önce doyur beni, sonra konuş./ Sende göbek, bizde ahlâk nedense./ Şimdi bizi iyice dinle bak;/ İstersen şöyle düşün, istersen böyle:/ Önce ekmek gelir, arkadan ahlâk./ Artık vermek gerek, unutmayın sakın,/ Tüm nimetlerden, payını yoksulların…”

“Büyük sıçrayışı gerçekleştirmek isteyen, birkaç adım geriye gitmek zorundadır. Bugün yarına, dünle beslenerek yol alır,” diyen Bertolt Brecht’in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte tam 80 küsur yıl önce yazdığı ‘Üç Kuruşluk Opera’, amansız bir kapitalizm eleştirisiydi… “Mülkiyet”- “Sermaye” – “Karapara”- “Emek” – “Suç” – “Ahlâk” – “Hırsızlık” üzerine müthiş eğlenceli bir dersti…

Onun verdiği ders, tarafımızdan hâlâ öğrenilmeyi bekliyor…

‘Üç Kuruşluk Opera’nın kapanış şarkısının son dizeleri tekrarlanmalıdır durmadan, daima: “Karanlığı ve büyük soğuğu düşünün/Büyük haydutlara karşı savaş açın şimdi…”

Kolay mı?

HAROLD PINTER

XX’nci yüzyıl tiyatrosunun en seçkin yazarıydı Harold Pinter; 25 Aralık 2008’de, 78 yaşında yitirdik Onu…

İngiliz tiyatrosunun XX’nci yüzyıldaki en seçkin isimlerinden olan ve absürd tiyatronun temsilcileri arasında gösterilen Pinter, 1930’da Yahudi bir ayakkabıcının çocuğu olarak Londra’da doğdu. Gençliğinde Yahudi düşmanlığıyla karşılaşması, oyun yazarı olmasında etkili oldu.

II. Dünya Savaşı’ndaki bombardımanlar da Pinter’ı derinden etkiledi. Pinter, İngiliz tiyatrosunda yeni bir akımın başlangıcı olarak kabul edildi. Kendine özgü temalara ve tiyatro tekniklerine yer vererek ‘Pintervari’ gibi bir sıfat yaratılmasını sağlayan yazar, oyunlarında insan ilişkilerindeki örtük şiddeti açığa vuruyor ve tedirgin edici bir atmosfer yaratıyordu.

Pinter, 2003’te savaş karşıtı şiirlerinden oluşan bir derleme yayımladı ve Irak’a karşı girişilen müdahaleyi eleştiren bu şiir seçkisiyle I. Dünya Savaşı’nda ölen şair Wilfred Owen anısına konulan ödüle layık görüldü.

Bush ve Blair’i Irak Harekâtı’ndan dolayı son derece sert bir dille eleştirdi ve Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada “Gerçek şu ki, bay Bush çetesi ve Blair de gözü boyanmış bir aptal olmasına rağmen ne yaptıklarının farkında. Bush ve şirketi, dünyanın kaynaklarını kontrol etmeye kararlı, bu kadar basit. Ve bu uğurda kaç kişiyi öldürdükleri umurlarında değil” demişti.

Harold Pinter’ın Türkçeye ‘Kapıcı’, ‘Doğum Günü Partisi’, ‘Oda’, ‘Gitgel Dolap’, ‘İhanet/Aldatma’, ‘Ay Işığı’, ‘Proust Senaryosu’ adlı eserleri çevrildi. ‘Gitgel Dolap’ ve ‘Aldatma’ ise yazarın Türkiye’de sahnelenen oyunlarındandı. Türkiye ziyaretinin ardından Türkiye’ye ait ‘Bir Tek Daha’ ve ‘Dağ Dili’ adlı iki oyun yazdı.

“Dağ Dili” dediği, topraklarımızda çok uzun yıllar yok sayılan, yasaklanan Kürtçe’den başka bir şey değildi…

Denilebilir ki “Pinter, uyumsuzluk tiyatrosu anlayışına, Öfkeli Kuşak’a olduğundan daha yakındı. Albert Camus’nün ‘Sisyphos Söyleni’ denemesinde ortaya koyduğu, insanın durumunun temelde ‘saçma’ olduğu görüşünden yola çıkan Samuel Beckett, Eugene Ionesco, Jean Genet, Arthur Adamov gibi birbirinden çok farklı yazarların, insanlığın bir amaç bulmak ve yazgısını denetim altına almak için verdiği savaşımın sonuçsuzluğunu dile getiren karamsar bakışlarını Pinter’ın da paylaştığı söylenebilirdi. ‘The Homecoming’deki (Eve Dönüş), ‘The Caretaker’daki kişilerin umutsuz, umarsız, şaşkın ve kaygılı hâlleri bu bakışın bir yansıması değil miydi?”[18]

Evet absürd, tedirgin edici tiyatro oyunları ve kişisel duruşuyla hep ezilenlerin yanında yer alan Pinter, “Tiyatro yazınında devrim yaratmıştı; ama sadece oyun yazarı değildi. Aynı zamanda şairdi, senaristti, tiyatro yönetmeniydi, usta bir oyuncu olduğunu da ispatlamıştı… Bütün bunlar bir yana, aydın sorumluluğunun bilincinde, daha adil, daha güzel, eşitlikçi, barışçı bir dünya için çaba gösteren bir insandı. Zulme, işkenceye, sansüre, yasaklara, savaşa ve her tür şiddete karşı çıkan gerçek bir aydındı.

1957’den başlayarak, yazdığı 30 kadar oyunla oyun yazarlığını yeniden biçimlendirdi. Ne de olsa Beckett’gillerdendi…

Güncel diyaloglardan bir şiir yarattı. Bellekleri tazeledi. Belleği sorgulamaktan hiç vazgeçmedi. Oyun kişilerini ve olayları açık uçlu bırakarak, izleyiciye yorum özgürlüğü sağladı. İzleyiciye farklı okuma katmanları sundu…

Adından türetilmiş ‘Pinteresque’ deyimiyle açıklanan karakterler, olaylar yarattı, insanlığın yalnızlığını, korkularını, özlemlerini ve iki araya sıkışmış ruh hâllerini yansıtmak ve sorgulamak için…

‘Tiyatrocu şair’in yaşamı ve eserleri haksızlığa karşı ahlâki bir öfkeyle bilenmişti ve karşı duruşu eşsiz bir örnekti.

Yazarlığı ve politik kişiliği bir bütündü. Politik kişiliği parti politikalarıyla değil; dünyanın neresinde olursa olsun haksızlığa, baskıya, şiddete karşı durmakla biçimleniyordu.”[19]

Ve nihayet, örnek alınması gereken aykırı duruşuyla O; 2007’de Nobel edebiyat ödülü vesilesiyle kaleme aldığı konuşmasının başında kendisini şöyle ifade etmişti:

“Gerçek ve gerçek olmayan arasında siyah beyaz farklılığı olmadığı gibi doğru ve yanlışı da birbirinden her zaman ayırt edemeyiz. Hatta aynı şey hem doğru hem de yanlış olabilir.

‘Sanatımda gerçeği ifade etmenin yollarını ararken yukarıda ifade ettiklerime bağlıyım. Yazar olarak bu dediklerimin arkasındayım.

‘Ancak vatandaş olarak böyle düşünemediğim gibi, doğruyu yanlıştan ayırd etmekle yükümlüyüm…”

 30 Mart 2009 12:25:35

 N O T L A R

[*] Çoban Ateşi, Yıl:3, No:93, 11 Haziran 2009…

[1] Meredith.

[2] Hegel, Tinin Fenomenolojisi, Oxford, 1977, s.404.

[3] Mehmet Özer, “Önsöz”, Şiirimizin Işıklı Irmağı Enver Gökçe, Evrensel Basım Yayın, 2006.

[4] Ali Ekber Ataş, “Dost Dost İlle de Kavga’ ve Enver Gökçe: Yolumuz Gurbete Düştü”, Cumhuriyet Kitap, No:878, 14 Aralık 2006, s.8-10.

[5] Mücap Ofluoğlu, Silinmiş Alkışlar İçinde, İş Bankası Kültür Yay., 2008.

[6] Metin Celâl, “Hasretinden Prangalar Eskittim”, Cumhuriyet Kitap, No:953, 22 Mayıs 2008, s.22.

[7] Ersun Çıplak, “Anadolu’nun Sabrı”, Cumhuriyet Kitap, No:950, 1 Mayıs 2008, s.3.

[8] A. Hicri Izgören, “Yattığım Ranza Aşkına”, Ülkede Özgür Gündem, 4 Haziran 2006, s.13.

[9] Ahmet Hakan, “Yusuf Ölmüş”, Hürriyet, 4 Mart 2009, s.4.

[10] Oral Çalışlar, “Yusuf Hayaloğlu ve Ahmet Kaya…”, Radikal, 6 Mart 2009, s.11.

[11] Zeynep Oral, “Onat Kutlar’a…”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2009, s.15.

[12] Onat Kutlar, Bahar İsyancıdır,1. baskı 1986, De Yay.; son baskı, 2003, Türkiye İş Bankası Kültür Yay.

[13] Onat Kutlar, Yeter ki Kararmasın, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2003.

[14] Orhan Kemal, Nâzım Hikmet’le 3.5 Yıl, Everest Yay., 5. Baskı, s. 38-42-50-62-63-77-89.

[15] Mahmut Temizyürek, “Yaşamı Şiirini Besledi, Şiiri Yaşamını”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2008, s.2.

[16] Mahir Ergun, “Nâzım’ı Putlaştırmak”, Cumhuriyet, 27 Ocak 2009, s.15.

[17] Kanat Atkaya, “Nâzım’ın İtibarı Demeden Önce Bir Bardak Su İçmek”, Hürriyet, 9 Ocak 2009, s.5.

[18] Celâl Üster, “Hayatımda Bir Harold Pinter İronisi”, Radikal Kitap, Yıl:7, No:407, 2 Ocak 2009, s.4.

[19] Zeynep Oral, “Zulme Karşı Yürüdü…”, Cumhuriyet, 28 Aralık 2008, s.17.

 | 18 – 06 – 2009 |