MURAT ÇAKIR | 24-11-2014 | O yıllardan beri Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde dikkat çeke bir fenomen beklenildiği gibi Almanya’da da boy gösteriyor artık: Alternative für Deutschland – AfD (Almanya için alternatif). Sağ popülizm nihâyet Almanya’da da AfD ile resmi olarak kendine ait siyasi formasyonuna kavuşmuş oldu. 14 Nisan 2013’de kurulan ve 2013 Eylül’ünde yapılan Federal Parlamento seçimlerinde yüzde 5 barajının altında kalan (yüzde 4,9 ile), ardından 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 7,1 ve üç Eyalet Parlamentosu seçimlerinde ortalama yüzde 10 oy alarak, meclislere giren AfD’nin Almanya siyasetindeki etkisi ne olacak?
Alman muhafazakarları yıllarca »CDU/CSU« partilerinin sağında başka bir partiye »yer bırakmayacaklarını« açıklıyor ve öncelikle aşırı sağ/ırkçı partilerin Federal Parlamento’da yer almalarını engelleyen bir pozisyonda duruyorlardı. Ancak bu pozisyon, Hristiyan Demokratların siyasetlerini milliyetçi ve sağ popülist söylemle yönlendirmelerini de gerektiriyordu. 2014’de kadar bu politikanın başarılı olduğu söylenebilir.
Diğer yandan Almanya’nın AB bütünleşme politikalarından en fazla faydalanan ülke olması, süregiden iktisadî ve malî krizlerin »kazananı« hâline gelmesi ve dünyanın en zengin ihracat ülkelerinden birisi olma konumunu koruyabilmesi nedeniyle, Avrupa’nın diğer ülkelerinde başarı kazanan ve genellikle AB karşıtı programla büyük oy potansiyeline kavuşan sağ popülistlerin Almanya’da aynı başarıyı gösterebilmeleri beklenmiyordu. Ortaya çıkan ve Almanya’nın »demokratik konsensüsü« çerçevesinde Nazilerle ortaklıktan kaçınmak zorunda kalan sayısız parti deneyimi bu nedenle marjinal kalmıştı.
Geleneksel burjuva partilerinden ayrılan ve çoğunlukla yerel ya da eyalet düzeyinde örgütlenen kimi sağ popülist hareket, yerel ve eyalet düzeyinde parlamenter engelleri aşabilse de, Federal Parlamento için geçerli olan yüzde 5 barajını aşamamıştı. Buna rağmen araştırma kurumları, Alman halkı arasında yaygın olan yabancı düşmanı, ırkçı ve refah şovenisti yaklaşımlar nedeniyle, yüzde 20 – 25 arasında bir sağ popülist potansiyelin olduğunu tespit etmişti. Özellikle Avro Bölgesi’ndeki kriz, burjuva basınında »Almanya iflas eden ülkeleri finanse etmek zorunda« propagandası, orta katmanlardaki korkunun derinleşmesine neden oldu.
Alman sermayesi, hem bu korkulara reaksiyon göstermek, hem de çalışan sınıflar arasında var olan parçalanmışlığı sürdürebilir tutabilmek amacıyla, bilhassa sendika üyelerinin belirgin kesimlerini oluşturan çekirdek kadrolara toplu iş sözleşmelerinde çeşitli tavizler verdi. Örneğin metal iş kolunda 2013 toplu iş sözleşmelerinde bir kaç saatlik toplantı sonrasında yüzde 4,3 düzeyinde ücret artışı kabul edildi. Daha önceleri yüzde 2 gibi cüzî artışlar için dahi haftalarca müzakereleri dayatan, hatta sendikaların uyarı grevlerine gitmelerinden dahi çekinmeyen metal sanayicilerinin bu kadar kısa zamanda böylesi bir artışı kabul etmeleri, hatta otomotiv tekellerinin çekirdek kadrolarına »çok kâr yaptık« gerekçesiyle kendiliğinden 6 ila 8 bin Avroluk »prim« vermeleri, sol sendikacılar arasında »sus payı« olarak değerlendirilmişti.
Gerçekten de çalışan sınıfların sendikal örgütlülüğünün hayli yüksek olduğu Almanya’da 1990lı yıllardan sonra hızlanan neoliberal dönüşüm ve bu çerçevede Alman sosyal devleti anlayışının ciddî erozyona uğratılması, geniş kitleler arasında siyasete duyulan güvenin azalmasına ve toplumsal hareketlenmelere neden olmuştu. 2003’de sosyaldemokrat-yeşiller hükümetinin uyguladığı sosyal kırım politikaları ise, Almanya’da hiç beklenmeyen bir dinamiğe: Almanya çapında örgütlü bir sol/sosyalist partinin ortaya çıkıp, parlamenter başarı göstermesine neden olmuştu. Bu gelişme, artık iktisadî ve sosyal politikalarında aralarında sadece nüans farkı olan, tek tipleşmiş geleneksel partilerin »alternatifinin« gerçekçi olabileceğini göstermişti.
Böylesi bir alternatifin ortaya çıkması, peş peşe yapılan seçimlerde Federal Parlamento’ya girmesi, bir tarafta geleneksel partilerin yeniden »sosyal söyleme« sarılmalarına ve ihracat şampiyonu Alman sermayesinin elde ettiği kârlardan »kırıntı« sayılacak paylar vermeye yanaşmasına neden oldu. Bilhassa 1990lı yıllarda göçmenlere yönelik »günah keçisi« politikasıyla refah şovenizminin teşvik edilmesi taktiğinin 2000li yıllarda yeterince etkisinin kalmayacağı görüldü. Sol Parti, sendikalara ve toplumsal hareketlere yakınlığı ile muhalefet dinamikleri üzerinde daha etkin olmaya başlamıştı.
Hristiyan Demokratların »sosyaldemokratlaşması«, SPD ve Yeşillerin »sosyal konuları« yeniden parti retoriğine alması, krizlerden ve neoliberal dönüşümden etkilenen, korku toplumunun çekirdeğini oluşturan refah şovenisti kimi orta katman mensubunun yeni arayışlara girmesine neden oldu. Nitekim aralarında Alman Sanayiciler Birliği eski başkanı Hans Olaf Henkel ile onlarca üniversite profesörünün olduğu bir ekip, AB ve Avro karşıtlığı ile eski D-Mark özlemini sağ popülist söylemle birleştirerek yeni bir formasyonla ortaya çıktılar. İşte AfD böylesi bir siyasî formasyondur.
Parti programında Neofaşist hareketle arasına kalın bir çizgi koyan, ancak pratikte üyeleri arasında çok sayıda yabancı düşmanı ve ırkçı unsurların bulunduğu AfD, temel talep olarak Almanya’nın Euro Birliği’nden çıkmasını, D-Mark’a yeniden dönülmesini, Almanya iç pazarının AB ülkelerine karşı da koruma altın alınmasını ve neoliberal iktisat tedbirlerinin daha sert uygulamaya sokulmasını savunuyor. Partinin kısa süre içerisinde on bini aşkın üyeye kavuşmuş olması, Avrupa Parlamentosu’na 7 milletvekili gönderebilecek derecede oy alabilmesi, dahası Brandenburg’da yüzde 12,2, Saksonya’da yüzde 9,7 ve en son Thüringen’de yüzde 10,6 oy alarak, eyalet meclislerinde temsil edilmesi, AfD’nin kimilerince iddia edildiği gibi geçici bir fenomen olmadığını kanıtlamaktadır.
Neoliberalizmin alternatif gücü olarak AfD’nin temel amacı, Alman toplumunda yaygın bir biçimde yerleşik olan refah şovenisti, ırkçı ve yabancı düşmanı yaklaşımları parlamentolarda da temsil edilebilen bir siyasi güce kanalize ederek, muhafazakâr ve burjuva liberali partilerin gündelik siyasi, söylemlerini ve programatik hedeflerini etkilemek, sağdan oluşturulan baskı ile, zaten aynı koalisyon çatısı altında toplanmış olan CDU/CSU, FDP, SPD ve Yeşiller’i neoliberal dönüşümleri hızlandıran adımlar atmaya zorlamaktır. CDU/CSU ve FDP içerisindeki sağ kanatların, hatta SPD’nin kimi sağ sosyaldemokrat milletvekillerinin AfD’nin söylemini kendi retoriklerine katmaları ve »AfD’yi artık partner olarak görmek gerekiyor« açıklamalarını yapmaları, AfD misyonunun önemli bir bölümünün başarılı olduğunu göstermektedir.
Alman burjuvazisi, her zaman yedek güç olarak kullandığı Neofaşist ve aşırı sağcı formasyonların toplumsal karşılığının yeterli olmadığının, bunlara karşı sendikal ve demokratik hareketlerce geniş direnç gösterildiğinin çok iyi farkında. Bu nedenle enstrüman olarak kullanılabilecek ve ılımlı sağ söylemle egemen politika üzerinde baskı oluşturup, refah şovenizmini sermaye lehine olan siyasi adımların atılmasını sağlayacak bir güce ihtiyacı vardı. AfD bugün böylesi bir güç olabileceğini göstermiş durumdadır.
Kısacası, neoliberalizmin egemenlik aracı olan sağ popülizm, başarılı olduğu Fransa, Hollanda, Belçika veya Doğu Avrupa ülkelerinde nasıl sermaye yanlısı ve milliyetçi politikaların kökleşerek, neoliberal dönüşümü ve emperyalist politikaların dayanağı olan militaristleşmeyi desteklediyse, Almanya’da da aynı sonuçları elde edebilmek için siyaset sahnesine sürülmüş durumdadır. Sağ popülizmin asıl hedefi ise, emek, sosyal adalet, barış ve demokratikleşme yanlısı güçlerdir. Parti programı bunu ilân etmekte, egemen siyaseti bu yönde baskı altına almaktadır. Asıl mesele, dünyanın en imtiyazlı coğrafyalarından birisinde yaşayan emek ve demokrasi güçlerinin bu meydan okumaya nasıl yanıt vereceklerinde yatmaktadır. Maalesef bugüne kadar Almanya solunun bu meydan okumaya verdiği yanıt, ne yeterli olabilmekte, ne de çalışan sınıfların lehine olan bir siyaset değişikliğine yol açabilecek bir siyaseti geliştirebilmektedir. Almanya solu sahiden emekten yana bir politika izleseydi, AfD gibi partilerin değil güçlenmesi, ortaya çıkmaları bile zor olurdu. AfD’nin ortaya çıkışının gösterdiği bir başka gerçek de, Almanya’da toplumsal ve siyasi solun basiretsiz kalı