Anasayfa , Köşe Yazıları , Medya Ve Kürt Sorunu Üzerine -Güncel- Notlar[*]

Medya Ve Kürt Sorunu Üzerine -Güncel- Notlar[*]

TEMEL DEMİRER | 06 – 06 – 2010 |

“Panta rei”[1]

Martin Heidegger”in, “Kamera izleyiciye çevrilmiş bir silahtır” diye nitelediği egemen(lerin) medya(sı) ve “Kürt Ulusal Sorunu” üzerine görüşlerimi ifade etmeye başlamadan önce kısa bir süre önce yitirdiğimiz -Yeni Politika, Demokrasi, Özgür Bakış, Ülkede Özgür Gündem gazetelerinde birlikte çalıştığım- Evrim Alataş kardeşimi ve 2006 Mart’ının Newroz eşiğinde, kimyasal silahlarla katledilen 14 gerillanın cenazesine ilişkin protestolarda, Amed sokaklarında 10 kişiyle birlikte katledilip, aradan dört yıl geçse de hâlâ katilleri “bulunamayan”(!?) ‘Devrimci Demokrasi’ muhabiri İlyas Aktaş’ı saygıyla anıyorum…

Onlara ve onlar gibi olanlara dair söylenebilecek şey, Thomas Carlyle’nin, “Büyük insan, insanlığın karanlıktaki yürüyüşünün ateş kuleleridir,” betimlemesidir…

Evet Onlar, insan(lık)ı karanlıktan kurtaracak büyük yangının kaçınılmaz olduğunu hepimize durmadan anımsatan ateş kuleleridir…

I. AYRIM: EGEMEN(LERİN) MEDYA(SI)

Öncelikle ve özellikle altını çizerek söylemek istediğim ilk şey şu: “Bozuk düzende sağlam çark olmaz,” denilen bir bütünün parçasıdır egemen(lerin) medya(sı)…

Egemen(lerin) medya(sı)nın “iyi”si, “demokrat”ı olmaz, olamaz! Egemen(lerin) medya(sı), adı üstünde bir egemenlik aracıdır; ideolojik aygıttır! Evet, evet kapitalist toplumun ideolojik düzenleyicisidir egemen(lerin) medya(sı)…[2]

Televizyonuyla, radyosuyla, gazetesiyle ve dev film şirketleriyle topluca medya olarak adlandırılan aygıt, bıraktık günlük hayatı, artık yatak odalarına kadar girmiş ve neredeyse tüm yaşamı, kitlelerin bilincini kontrolü altına almış durumdadır.

İş o noktaya gelmiştir ki, onunla yatılıp onunla kalkılıyor, onunla ağlanıp onunla gülünüyor. Eskiden gözümüzle görmediğimize inanmazdık, şimdi televizyonda görmediğimize inanmıyor, orada gördüğümüz her şeye de inanıyoruz.

Yapılması gereken onu ciddi bir sorgulamadan geçirmektir. Sermayenin emrindeki bu devasa aygıtın yapısını ve işlevini sorgulamadan, tartışmadan ve eleştiriye tabi tutmadan, bilincimiz ve duyularımız üzerindeki hâkimiyetini kıramayız. Bu yüzden günlük hayatımızın en mahrem köşelerine kadar giren medyayı, kapitalist toplumdaki işlevini, yapısını ele alıp sorgulamak gerekiyor. Çünkü burjuvazi medya aracılığıyla toplumu, kapitalist sistemin sürmesi konusunda ikna ediyor ve denetimi altına alıyor.

Günlük dilde radyo, televizyon, gazete, dergi gibi elektronik ve/veya yazılı basın organlarını anlatmak için kullanılan ortak bir terim olan medya kavramının teknik anlamı “kitle iletişimi araçları”dır. Her ne kadar medya dendiğinde ilk akla gelenler televizyon ve gazete olsa da, o sadece bundan ibaret değildir.

Televizyon ve radyo kanallarıyla, gazete ve dergilerden oluşan basın kuruluşlarıyla, dev film şirketleriyle, internet üzerinden hizmet veren kuruluşlarıyla, büyük eğlence ve yapım şirketleri ve daha pek çok yan faaliyet alanıyla, medya muazzam sermaye yatırımlarını barındıran ve binlerce insanın çalıştığı devasa bir sektör durumundadır. Gelişimi özellikle 80’li yıllardan sonra ciddi biçimde ivmelenmiş ve 90’lı yıllardan sonra bilişim alanındaki gelişmelere paralel olarak tam anlamıyla bir sıçrama yaşamış olan medya sektörü, büyük sermaye gruplarının işin içinde yer aldığı büyük ve kârlı bir pastadır.

Batılı sanayileşmiş ülkeler aynı zamanda en büyük televizyon programı satıcılarıdırlar ve bunların üçte ikisi ABD’li tekellerdir. Medya sektöründeki lider şirketlerin bulunduğu ABD’de sektörün yüzde 90’ına yakını 24 büyük tekelin egemenliğindedir. Tekelleşme o boyuttadır ki, küresel düzeyde faaliyet gösteren birkaç büyük şirket (CBS, NBC, ABC, RTL, SAT-1 vb.), dünya çapında da medya faaliyetlerinin yüzde 80’inden fazlasını kontrolleri altında tutmaktadır. Üstelik bunlardan üç tanesi tek başına General Electric’e, ikisi de Westinghouse tekeline aittir.

Yine “beş büyükler” olarak bilinen AU, UPI, Reuters, AFP ve TASS gibi alanlarında tekel durumunda olan haber ajansları, tüm dünyadaki haberlerin yüzde 90’ını üretmekte ve dağıtmaktadırlar.

Büyük sermaye grupları ve tekellerin sahip oldukları güçle bütün kontrolü ellerinde tuttukları medya sektörünün, burjuva devletle ve siyasi yapıyla da son derece girift ilişkileri mevcuttur. Medya, burjuvazinin sınıf egemenliğini sürdürmesinin en önemli araçlarından biri olduğundan, medya ve devlet arasındaki ilişki de kaçınılmaz ve köklüdür. Toplum üzerindeki güçlerine ve siyasi partilerle kurdukları ilişkilere dayanarak, hemen her medya grubu devletten ciddi yatırım teşvikleri, ucuz ve bazen neredeyse geri dönüşsüz krediler, primler, döviz tahsisleri alırlar. Kurdukları paravan şirketler ve konsorsiyumlarla ihaleler “kapar”, özelleştirmelerde kârlı kuruluşları ele geçirir, kısacası devletten ciddi biçimde nemalanırlar.

Ancak medyayı betimleyen, ideolojik bir aygıt olmasıdır…

Yani medya bir yandan sermayenin ciddi kârlar elde ettiği bir sanayi kolu iken, diğer yandan da burjuva sınıfın ideolojik hegemonyasını kurmasının ve sürdürmesinin bir aracıdır. Bunun için burjuvazinin, toplumun sürekli değişen koşullarına uygun olarak ideolojik yeniden üretimini gerçekleştirmesi ve bu ideolojiyi toplumu oluşturan bireylere ulaştırarak ve onların bu düşünceleri sahiplenmesini sağlayarak, ideolojik hâkimiyeti ve denetimi sağlaması gerekir. Bunu medyanın yanı sıra din, eğitim, kültür, aile gibi çeşitli kurumlar aracılığıyla da yapar. Bizim üzerinde durduğumuz medya kurumu ise, bugünün koşullarında, bu araçların içinde en güçlü ve etkili olanıdır.

Üretim araçlarına ve şiddet araçları tekeline sahip olmak burjuvazinin düzenini sürdürmesine yetmez, burjuvazi topluma kendi doğrularını ve gerçeklerini, yani ideolojisini benimsetmek, kabul ettirmek zorundadır. Yutulmaya hazır haplar hâlinde mesajlara çevrilen bu “doğrular ve gerçekler”, topluma medya aracılığıyla iletiliyor. Dolayısıyla, burjuva ideologlarınca “kitle iletişimi aracı” gibi tumturaklı kavramlarla ifade edilen medyadan anlaşılması gereken, kitleyi oluşturan birey veya grupların birbirleriyle olan iletişimleri değil, kitle iletişim aracına sahip olan kapitalistin ve tabii onun şahsında tüm kapitalist sınıfın, kitleye istediği mesajı vermesidir. Bu mesaj, kimi zaman bir haber yoluyla, kimi zaman bir eğlence programında, kimi zaman üstü örtük, kimi zaman da açıktan verilebilir. Önemli olan kitle iletişim araçlarının mülkiyetine de sahip olan burjuvazinin çıkarına olan mesajın verilmesidir.

Toplumu oluşturan büyük çoğunluğa mensup olanların kendi mesajlarını medya yoluyla topluma iletmesinin önü ise çeşitli yöntemlerle, fiilen ya da yasal olarak kesilir. Sadece ve göstermelik olarak, kitle içinden “seçilmiş” kişi veya grupların sesinin duyulmasına izin verilir. Bu anlamda medyanın, toplum üzerinde olduğu kadar kendi içine ve sektöre dönük olarak da ciddi bir denetim mekanizması vardır. Medya kuruluşlarının yayın kurulları bir otosansür kurumu gibi çalışır. Onların elinden kurtulmayı başaranlar da devletin RTÜK gibi sansür yahut denetleme kurullarına takılırlar. Bir yandan yasalar ve ağır cezalar, diğer yandan da devletin fiili engellemeleri sayesinde toplum, içinde yaşadığı gerçekliğin bilgisinden mahrum bırakılarak ona sunulan “gerçekliği” kabul etmek zorunda kalır.

Evet Althusser’in dediği gibi medya, nihai kertede devletin ideolojik aletidir. İktidar politikalarının meşrulaştırılmasında, yeniden üretilmesinde çok başarılı bir alet olarak kullanılır.

Bir kitle iletişimi olarak egemen(lerin) medya(sı), genel kültürel veya entelektüel üretimde, belirleyici olan ekonomiyi de içeren bütünsellik/ kapsayıcılıktır.

Örneğin gazete ve televizyonlarda, burjuva düzenin sınırları içerisinde kalmayan, muhalif veya sosyalist, devrimci basının sözcülerine yahut temsilcilerine genelde yer verilmez. Devrimci fikirlerin ve görüşlerin bu süzgeçten geçmesi imkânsızdır, çünkü süzgecin varlık sebebi zaten bu fikirlerdir. İşçi ve emekçi sınıfların lehine olan gelişmeler veya olaylardan ya hiç bahsedilmez ya da bahsedilmek zorunda kalındığında da olaylar çarpıtılarak verilir; Latin Amerika’daki devrimci ayaklanmaların “kalabalıkların isyanı” ya da “sosyal patlama” şeklinde verilmesi yahut Fransa’daki göçmenlerin isyanından “mağribiler, bir avuç çapulcu ortalığı yakıp yıkıyor,” nitelemeleriyle bahsedilmesi gibi…

Grevler veya işçi sınıfının, devrimcilerin katıldığı mitinglere ilişkin haberler yok denecek kadar azdır. Bu tür olayların haber olabilmesi için bir kargaşa çıkması, çatışmaların yaşanması vs. gerekir. Zaten bu durumda da haber, “anarşistler, bölücü teröristler yine olay çıkardı,” yaygaralarıyla, kitlelerin gözünde bu tür eylemlerin meşruiyetini sarsmak veya ortadan kaldırmak için verilir.

Tüm bu örneklerden sonra, kim burjuva medyanın “doğru ve tarafsız” olduğunu iddia edebilir? Burjuva medya tıpkı eski Yunan mitolojisindeki “tanrıların habercisi” Hermes gibi, baş tanrı burjuvaziye hizmet eden “ticaretin ve hırsızların” koruyucusu bir tanrıdır, “aldatmaca zanaatında” ustadır, yalanlarını ve oyunlarını tezgâhladıktan sonra “tatlı sesiyle” insanları yatıştırır, uyutur!

O hâlde şimdi Özdem Sanberk’in, “Günümüzde her birimiz kamuoyu demokrasisi koşullarında yaşıyoruz. Görüşlerimiz, kanaatlerimiz, algılarımız yazılı ve sözlü basın tarafından şekillendiriliyor. En başta TV ekranlarının etkisi hatta egemenliği altındayız,” dediği koordinatlarda Ignacio Ramonet’nin ‘Medyanın Zorbalığı’ ve Noam Chomsky’nin ‘Medya Denetimi’ kitaplarını okumanın ve aynı zamanda ataerkil özellikler taşıyan bu iktidar aracı üzerine düşünme tam zamanıdır…

Çünkü toplumun tüm kesimleri medyanın güvenilmezliğine üzerine hemfikir gibi gözüküp, yapılan kamuoyu araştırmaları bunu açıkça ortaya koyuyorken; yani üreticisinden alıcısına her iki tarafında gidişattan şikâyetçi olmasına karşın, fiili durumun değiştirilmesine dair ciddi bir girişim gündem maddesi değildir…

Elbette yine egemen(lerin) medya(sı) sayesinde…

I.1) MEDYA (NEYE YARAR?) VE İNSAN(LIK)

Çünkü “Medya neye yarar?” sorusunun yanıtına ilişkin olarak hemen her şey Sennur Sezer’in, “Bir senaryoyu yaşıyor gibiyiz: Üret, tüket, üret… Suratını değiştir, elbiseni, pabucunu, yürümeni. Ama yaşaman aynı kalsın. Gök daralsın. Soluğunu tut. Modası geçti insan olmanın. Ekrana bak. Televizyonun ekranına. Bilgisayarın ekranına. Yanıt orada. Çözüm orada. İnsan yüzü yok. Yasak…” betimlemesindeki üzeredir!

Bir kontrol aygıtı olarak egemen(lerin) medya(sı), müthiş bir “Toplumsal Güce” sahiptir.

Çünkü maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf aynı zamanda, bu sahipliğin bir getirisi olarak, düşünce ve zihinsel üretim araçlarını da kontrolleri altında tutarlar.

Yani doğrularla yanlışları birbirine karıştıran manipülasyon aracı olan egemen(lerin) medya(sı)nın asli gücü ideolojiktir.

Bu bağlamda Miliband’ın, “Kapitalist toplumlarda medyanın en başta gelen işlevinin devleti meşrulaştırmak; hatta bununla da yetinmeyip, toplumdaki etkin güç odaklarına karşı ya da rakip olarak varolabilecek karşıt odakları ya da grupları da gayri meşru hâle getirmektir,” saptaması boşuna değildir.

Tam da bunun için egemen(lerin) medya(sı), bireylerin tutum ve davranışlarını etkileyebilme ve bunları değiştirebilme gücüne sahiptir

Söz konusu özelliğiyle toplumsal yapı içinde çok önemli güç odaklarındandır.

Özetle egemen(lerin) medya(sı), toplumun büyük kesimini egemenliğine almış, kamuoyu oluşturma, dezenformasyon yaratma, kitleleri uyutma, gerekirse korkutma ve baskı altında tutma işlevlerini yerine getirmektedir.

Doğaldır ki burjuvazi, mülk sahipleri adına…

Gazeteleri, televizyonları, dergi ve radyoları aracılığıyla kitlelerin sisteme gönüllü köleliğini sürdürmeye çalışıyor medya. Medyanın topluma yalan ve yanlış bilgi verme, uyutma, kışkırtma örnekleri o kadar çok ki, ciltlerce kitap yazılsa yine yetmez. Yine de bu konuda yakıcı ve güncel bir örnek vermek yerinde olacaktır.

Ancak bu bağlamda altı özenle çizilmesi gereken, egemen(lerin) medya(sı)nın, “yanlış bilgi/ disinformation”, “eksik bilgi/ missinformation” ve “yönlendirme/ manipulation” şeklinde “dolayımlanarak”, “dünyasal gerçek”i, “medyatik gerçeğe” dönüştürerek “hiçleştirmesi”dir…

Egemen(lerin) medya(sı) tanımın en geniş anlamı ile kullanıldığında, birçok insana ulaşabilen her kategoriden sözel, yazılı, basılı, görsel, işitsel metin ve imge -kitaplar, gazeteler, dergiler, broşürler, billboard’lar, radyo, film, televizyon, internet dâhil- kapsayan devasa bir iletişim araçları toplamı…

En önemlisi Althusser’in deyimiyle, kitle iletişim araçları, belirli ölçülerde devletin ideolojik aygıtları olarak da nitelendirilebilir.

Konuyu bu yani egemen(lerin) medya(sı)nın yıkımı çerçevesinde irdelediğimizde, dilbilimci Tullio de Mauro’nun ‘İtalyanların Kültürü: Kültür ya da Kültürsüzlük’ başlıklı yapıtına göre, “İtalyanların yüzde 70’i okuryazar değil ya da sonradan böyle oldu. Birçoğu okudukları metinleri kavramakta zorlanıyor ve hiçbir şey okumuyor. Gazete bile. Cahillerin yüzde 70’i bilgi konusunda moral bozucu bir çoğunluk oluşturuyor, siyasette de ezici bir çoğunluğa sahipler. Neden birçoğu bu düzeye geldi? Hemen herkes sorunun kaynağı olarak eğitim sistemine, kısacası okula işaret ediyor. Çünkü okuma yazmayı öğretmesi gereken kurum, okul olduğu için.

İnsan doğasındaki değişimlerde temel etken her zaman teknoloji… Tullio de Mauro, 1997’de ‘Homo Videns’ ve daha yakın zamanda ‘Homo Zappiens’te örnekledi bu iddiasını. ‘Nasıl’ mı? 1400’ün sonlarına doğru el yazısı metni baskı yöntemiyle çoğaltabilen Gutenberg döneminin okuyan insanını ortaya çıkardı. Aynı şekilde televizyonun keşfi de bir tek ‘görmeye’ odaklanan bir insan türü yaratıyor ki, düşüncenin şekil verdiği zihinsel görüntüler, bilmek ve kavramak olgusu, ancak görülebilir şeylerin evreniyle sınırlanıyor.

‘Homo Videns/ Gören İnsan’ın bilgisi bir tek görebildiği ile sınırlıdır. Bu da sahibi olduğumuz zihinsel yeteneklerin kitlesel kaybına eşdeğer bir durum olarak algılanabilir. Oysa ‘Homo Zappiens/ Zappingleyen İnsan’ teorisi zihinsel kaybı adeta taçlandırarak yeni ve şanlı yazgılara dönüştürüyor. Bir kanaldan ötekine geçme olanağı tanıyan telekumanda yardımıyla edinilen diksiyon, beynimizi aynı anda birden çok şey yapabilmeye alıştırabilir. Gerçekten?

Ben tersine gelinen noktada tutarsız bireylere dönüşeceğimizi, bunun da hem mantığı, hem de her seferinde bir konuda düşünebilme yeteneğini darmadağın edeceğini düşünüyorum. Teknolojinin gelişimi kaçınılmaz. Ancak teknoloji ‘Homo Stupidus Stupidus/ Aptal Aptal İnsan’ üretmeye başladığı zaman karşı koyabilmek gerekir.

Günde 12 saatini internete ya da cep telefonlarına bağlı geçiren çok sayıda genç aynı zamanda tutarsız birer birey. Siyasetten nefret ettikleri gibi kendilerinden de tiksinebilmeleri gerekir. Birer yetişkin oldukları zaman ne yapacak bu gençler?”[3]

Evet durum bu; böyle; ama bunlarla sınırlı değil!

Yani ‘Homo Videns/ Gören İnsan’, ‘Homo Zappiens/ Zappingleyen İnsan’, ‘Homo Stupidus Stupidus/ Aptal Aptal İnsan’ üçgeninde, örneğin yine İtalya’da 11 milyon kişi sorunlarına çare için büyücüler, astrologlar ve kâhinlere başvuruyor!

Papa XVI. Benedikt’in, “Dünyanın geleceği açışından büyücüler ve ekonomistlere güvenmek yerine Tanrı’ya güvenin” yönünde yaptığı çağrının ardından, İtalya’daki büyücüler âlemi konusunda soruşturma yapan ‘La Repubblica’, ülkede 11 milyon kişinin sorunlarına çare için büyücüler, astrologlar ve kâhinlere başvurduğunu ortaya çıkardı.

155 bin büyücü ve astrologun faaliyette bulunduğu Çizme’de, bilimi dışlayan ve alternatif çözüm yolları getiren büyücü ve astrologların yıllık gelirinin ise 6 milyon Avro olduğu, her gün 33 bin kişinin büyücüler ve astrologlara başvurduğu vurgulandı!

Dahası var!

Güney Koreli bir çift internette bebek büyütme simülasyonu oyunu oynarken gerçek bebeklerini tamamen unuttu… Çiftin bebeği polis tarafından evde ölü bulundu. Polis, 41 yaşındaki baba ve 25 yaşındaki annenin oyuna dalıp üç aylık bebeklerine yiyecek ve su vermeyi unuttuğu için bebeğin hayatını kaybettiğini açıkladı. 2008 yılında internette tanışan ve evlenmeye karar veren işsiz çiftin, günün büyük bölümünü internet başında geçirdiği ve “gerçek hayattan” koptuğu söyleniyor!

Dahası da var!

‘France 2 TV’ kanalında yayımlanan programında soruları bilemeyenlere elektrik verilmesine, hiçbir yarışmacıdan itiraz gelmedi.

Fransa’da bir reality şovda yarışmacılar rakiplerine elektrik vererek işkence yapmakta sakınca görmediler.

Canlı yayında, seyirciler ve program sunucuları önünde, sorulara yanlış cevap veren yarışmacılara aşamalı olarak ve maksimum 460 volt elektrik verildi. Yarışmacılar, seyircilerin “Cezalandır” bağrışları arasında rakiplerine acımadılar!

Dahası da var!

Brezilya’da, faili meçhul cinayetleri konu alan programın yapımcısı Wallace Souza, reytinglerini artırmak için kiralık katil bile tutmuş!

I.1) TV VE REKLAM(LAR)!

Egemen(lerin) medya(sı)nın en etkin silahı, “Düşlerimizi gerçekleştirdiğimiz uçsuz bucaksız bir plato olarak tasarlanan televizyonun vaatleri, bizleri bir ömür boyu oyalayacak güçtedir. Paketlenen imajlar asla elletilmez…”[4]

Durmadan “mükemmel dünya” sunar; böylelikle sürdürülemez kapitalizmi “aklar”, “meşrulaştırır”!

Tıpkı “Televizyon gece nedir bilmiyor. O, kesintisiz gündüz demek. TV karanlıktan, geceden ve nesnelerin arka yüzünden duyduğumuz korkunun simgesi. Hiç sönmeyen ışık, gece gündüz dönüşümüne son veren ve hiç sönmeyen bir aydınlatma,”[5] diyen Jean Baudrillard’ın saptamasındaki üzere…

11 ulusal kanalda 2008 sezonunda 20’si yeni 63 yerli dizinin yayımlandığı; dizilerin, reklam ve sponsorluk gelirleriyle birlikte toplam cirosunun 1 milyar YTL’ye ulaştığı koşullarda hep bunun için var!

Yani kapitalizmin yalanı için…

Hz. Ali’nin, “Dilsiz ol, yalancı olma,” saptamasını “tekzip” ederken; Luther’in “Yalan kartopuna benzer. Yuvarlandıkça büyür”; Porter’in, “Yalan bir sıkıntıyı hâlleder, ama yerine binbir sıkıntı getirir”; Sadi’nin, “Yalan söylemek kılıç darbesi gibidir, yara geçse de izi kalır”; Joseph Sugarman’ın, “Her yalan söyleyişinizde, bu yalanlar zararsız bile olsa, sizi başarısızlığa sürükleyecek güçler oluşacaktır,” saptamalarını doğrulayan egemen(lerin) medya(sı) için reklam elbette çok önemlidir; ancak tek finansman aracı değildir!

“Nasıl” mı? Reklamcılar Derneği, kriz yılı 2009’da reklam harcamalarının (yatırımlarının) TL üstünden yüzde 15 azaldığını açıkladı. Bunu dolara çevirirsek azalmanın yüzde 30 olduğunu ve kriz yılı 2009’da reklama harcanan paranın 2.5 milyar dolardan 1.8 milyar dolara düştüğünü görürüz.

Reklam, medya çarkının dönmesinde yüzde 80 paya sahip. O zaman, reklam harcamalarının yüzde 30 azaldığı şartlarda medyada da bir büzülme, daralma beklemek gerekmez miydi? Hayır, öyle olmadı. Medyada ne yığınsal bir tensikat, ne de iflas, kapanma vb. tasfiye biçimleri yaşandı. Tersine, yeni haber kanalları, gazeteler devreye girdi. Nasıl açıklamalı bunu?

Medyadan doğrudan para kazanılmaz. Medyaya yatırımın getirisi “dışsal ekonomi” olarak başka sektörlerden alınır, medyaya politik hedeflere ulaşmak, ideolojik yeniden üretimi sağlamak için harcama yapılır… O nedenle, reklam gelirleri, medyanın çarkının dönmesine yeterli gelmez, açık, başka kaynaklardan kapatılır, kapatılıyor. Düşünün, sadece 16’sı ulusal, 15’i bölgesel, 229’u yerel ölçekte yayın yapan 260 televizyon kanalı (53’ü kablolu) var. 30 ulusal, 108 bölgesel, 1062 yerel yayın yapan 1200 radyo istasyonu var. Yazılı basına baktığınızda, 32 gazete ve 85 dergi çıkarılıyor. Reklamveren, reklamlarının yüzde 52’sini TV’lere, yüzde 30’a yakınını da yazılı basına veriyor. Geri kalandan açık hava ve internet yüzde 7’şer pay alırken radyo yüzde 3, sinema da yüzde 1.5 kadar pay alıyor.

Peki, bu kadar medyaya, 1.8 milyar dolarlık reklam, taş çatlasa 500 milyon dolarlık satış geliri yeter mi?… Tabii ki yetmez, yetmiyor… Tek başına Doğan Grubu diyor ki, “DYH’nin 2008 yılı reklam payı, tahmini verilere göre yüzde 43’tür. Bu payın mecralara göre dağılımı ise şöyledir: Dergi reklamlarında yüzde 45, televizyon reklamlarında yüzde 41, gazete reklamlarında yüzde 61…” (DYH, 2008 Faaliyet Raporu).

Reklam havuzunun yüzde 43’ü Doğan’a gidiyorsa, geri kalan yüzde 57’lik reklam geliri onca medyaya nasıl yetsin? Tabii ki yetmiyor, yetmez… O zaman ne oluyor? Açık, Karamehmet, Doğuş, Ciner gibi holdinglerin medyasının ise, grubun diğer kaynaklarından; Sabah-ATV, Zaman-Samanyolu, Star-24 gibi cemaat-AKP medyasının açıkları da hükümetin inisiyatifi ile, kamu kaynaklarından ve cemaat fonlarından kapatılıyor… Medya değirmenini döndürmek için AKP yandaşı gruplar, iktidarın kontrolündeki Basın İlan Kurumu’nun, kamu bankalarının reklam bütçelerine, hatta kredilerine saldırırken cemaat firmalarının irili ufaklı reklamları ile açıklarını ne kadar kapatabilirlerse kapatıyorlar. Önemli olan misyon…Taraf, nasıl 25 kuruşa gazete satabiliyor bu şartlarda? Amaç misyonsa, para bir yerlerden gelir, kuruluşta nereden geldiyse, yine oradan gelir… Yeter ki misyon yerine getirilsin…

Kriz koşullarında medya, ana kaynağı reklam gelirleri yüzde 30 azalsa da, bana mısın demedi, tetikçiler medya silahını takır takır kullandılar, para “bir yerlerden” gürül gürül aktı ve filler savaşı sürdükçe akacak. Seyrettiğiniz her kanalı, okuduğunuz her gazeteyi, biraz da bu gözle izleyin. Bu haberin parası nereden geldi?

Bu başlığın altında kimin parası var?[6]

Evet Afşar Timuçin’in, “Devlerle cüceler aynı şeydir. Önemli olan insan boyutlarında olmak… Gerçek düşünce ve gerçek sanat insan boyutlarındadır. Duyguları, düşünceleri, çabayı, amacı bölüşebildiğimiz ölçüde insanız. İnsan bölüştükçe insanlaşır, kendinden verdikçe,” saptamasından köklü bir kopuş örneği olarak egemen(lerin) medya(sı)na ilişkin olarak saptanması ve sorulması gerekenler bunlardır!

I.2) “MADE IN USA” (YA DA HOLLYWOOD) ENDÜSTRİSİ

Elbette buraya kadar değindiklerimiz, “Made in USA” olumsuzlardan kopuk değildir; kapitalist kültür endüstrisi ve kültür emperyalizminden soyut ele alınamaz…

Bilindiği gibi egemen(lerin) medya(sı)nın işlevi, iktidarı için ekonomik sistemin ve bilinç yönetiminin satışını gerçekleştirmek ve empoze etmektir. Bunu da medya ürünlerini dolayımlayarak ya da reklâm ve ilanların sunumu ile birlikte yapmaktadır.

Medya ürünleri, egemen güç/iktidarın ve egemen kültürün devamını sağlamaya ve meşru kılmaya yönelik anlayışla üretilirler. Küreselleşme ile birlikte kültürel emperyalizm, medya üzerinden yürütülmektedir.

Kültürel emperyalizm/ medya emperyalizmi kuramına göre, emperyalist ülkelerin egemen kültür ve değerlerinin bu ülkelerin, kültür endüstrisi tarafından, bilinçli bir şekilde, ucuz, seri, tek tip ve yapay olarak ürettiği ürünlerin medya ve özellikle televizyon programları aracılığı ile Güney Ülkeleri’ne tek yönlü olarak akmasıyla, o ülke vatandaşlarının kapitalist değer ve amaçlarını benimsemesine ve kendi değerlerine yabancılaşmasına neden olduğu varsayılmaktadır.

Küreselleşme kapsamında, kapitalist üretim anlayışı çerçevesinde gelişen çokuluslu şirketler, ürettikleri ürünler aracılığı ile tüketimi pompalamakta, kendi ideolojilerini, yaşam ve eğlence kültürlerini tek yönlü ve kendi çıkarları doğrultusunda az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere doğru akıtmaktadırlar. Haberleşmenin yanında eğlence kültürünün de bu sektörler tarafından şekillendirilmesi dünyayı onların penceresinden görmemize ve kendimize de onların penceresinden bakmamıza neden olmaktadır.

Örneğin ABD ordusunun askerî gazetesi ‘Stars and Stripes’ın Pentagon’un Afganistan’da çalışan gazetecileri, “negatif”, “tarafsız” ve “pozitif” şeklinde fişlediğini ortaya koyarken; 2008’e kadar Afganistan’da görev yapan ABD’li Binbaşı Patrick Seiber, hakkında olumsuz rapor bulunan gazetecilere operasyonları izleme izni verilmediğini, bu yönde en az iki olaya tanık olduğunu açıkladı! Bu ABD patentli “embedded gazetecilik” dayatmasıdır!

Yine örneğin “ABD ÇUŞ’ları, dünya kitle iletişim ve eğlence sektörüne egemendirler. En büyük ÇUŞ’ların, neredeyse yüzde 80’i (14 taneden 11’i) ABD sermayesi tarafından kontrol edilmekte”yken;[7] ‘Propaganda Çağı’ başlıklı kitabın yazarlarının şu ilginç gözlemi modern toplum ve dünyayı anlamamızı kolaylaştırır: “Amerikalılar dünya nüfusunun yüzde 6’sını oluşturuyor ve bu nüfus uyanıkken zamanın yarısını kitle iletişim araçlarına angaje geçirir ve geçirtir”![8]

Bu da “Oryantalizmiyle meşhur Hollywood sineması ya da gerçeği”[9] demektir…

Hani, “Holywood dünyanın en aptal filmlerini çekiyor,”[10] nitelemesini hak eden emperyalist şiddetin sinemasıdır sözünü ettiğimiz…

Hani filmi için ABD ordusunun desteğini almayı reddeden yönetmen Oliver Stone’un, “Kendi bakış açılarını satmak için hepimize fahişe muamelesi yapıyorlar!” dediği Pentagon’la doğrudan işbirliği içindeki aygıttan söz ediyorum!

Holywood, sadece Pentagon ile değil, CIA, FBI, Dışişleri Bakanlığı, Gizli Servis ve Beyaz Saray ile irtibat hâlinde personel çalıştırır.

“Hollywood’un küçük sırlarının en kirlisi” olarak bilinen Pentagon’la işbirliğinin kökeni 1927 tarihli ve Oscarlı ‘The Wings/ Kanatlar’ başlıklı filme kadar uzanır. Ama asıl yoğunlaştığı dönem İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Vietnam Savaşı’nın ardından Amerikan ordusunun “istemediği” biçimde yapılan bir dizi filme karşın, işbirliği devam eder.

‘Hollywood Operasyonları’ başlıklı yapıtın yazarı David Robb’a göre,[11] “Bu işbirliği devam ediyor, çünkü Pentagon Hollywood’un istediği bir şeye -filmler için milyarlarca dolar değerindeki askerî donanımı kullanma imkânı- sahip ve Hollywood da, Pentagon’un istediği başka bir şeye -milyonlarca izleyiciye ve potansiyel askerlere ulaşma olanağı- sahip.

Pentagon, Hollywood’a yardım etme sebepleri hakkında oldukça dürüst. Ordunun kendi rehber kitabına, ABD Ordusunun Eğlence Endüstrisiyle İşbirliği Hakkında El Kitabı’na göre bu işbirliği, yeni personel alımına ve personelin göreve devam etmesine’ yardımcı olmalıdır.”

Görüldüğü üzere ABD ordusu için hedef, belli ve basit bir halkla ilişkiler faaliyetinin ötesinde kendi varlığının sürekliliğiyle ilgili ve olabildiğince açıktır!

Onlar yaptıkları işin yalnızca bir pazarlık olduğunu düşünüyor ve “sansür” suçlamalarını kesin olarak reddediyorlar. Kendilerine yardım için yapılan başvuruları, senaryo ile ilgili “önerileri” kabul edildiği durumda kabul ediyorlar. İşbirliğinin diğer tarafındaki yapımcılar ve sinema insanları içinse durum biraz daha karmaşık. Vietnam Savaşı dönemi filmleri ‘Platoon/ Müfreze’ ve ‘Born on the Fourth of July/ Doğumgünü Dört Temmuz’ için ordunun desteğini almayı reddeden yönetmen Oliver Stone bu kesimin işbirliği karşıtı unsurlarından birini oluşturup şöyle der: “Kendi bakış açılarını satmak için hepimize fahişe muamelesi yapıyorlar. Belirli tipte filmler yapmamızı istiyorlar. Savaşın karanlık yüzüyle uğraşmamızı istemiyorlar. Savaş hakkında gerçeği dile getirmeyen filmlere destek veriyorlar ve savaş hakkındaki gerçeği arayan filmleri desteklemiyorlar. Savaş hakkındaki çoğu film, askere alım ilanlarından farksız.”

Yine işbirliğinin bu tarafında bulunan farklı bir örneği ise, 1997’de Disney tarafından gösterime sunulan ‘Armageddon’ için ordu desteği arayan Philip Nemy oluşturuyor. Disney’in yöneticisi Nemy, Pentagon’un irtibat bürosu yöneticisi Phil Strub’a yazdığı mektubunda şöyle der: “Öykümüzün kahramanları, ABD ordusu, NASA teknisyenleri ve petrol endüstrisinde çalışan siviller. NASA’nın tam desteğine ve petrol endüstrisinin yoğun ilgisine mazharız. ABD ordusunun da desteğiyle, ABD ordusunun uzmanlığını, önderliğini ve kahramanlığını gözler önüne sererken, ‘Armageddon’un 1998 yılının en iyi filmi olacağına kesinlikle inanıyoruz. ‘In the Army Now’, filmi için sizinle ve ABD ordusuyla yaptığımız işbirliği son derece tatmin ediciydi. Sizinle bir başka ordu yanlısı filmde çalışmayı dört gözle bekliyoruz.”

Irak savaşıyla ilgili filmlerde de tartışma benzer şekilde yürüyor. Konuyla ilgili haberler ABD medyasında geniş yer tutmakta.

Ordunun Wilshire Bulvarı’ndaki bürosunda görev yapan irtibat yetkilisi Yarbay J.Todd Breasseale, hangi filmlere destek verileceğini belirliyor. Yarbaya göre Vietnam Savaşı sonrası çıkarılan dersler önem taşıyor.

Bu dönemde film yapımcılarının savaş gazilerini “psikolojik olarak sorunlu” gösteren filmlere -‘Apocalypse Now/ Kıyamet’ ve ‘Born on the Fourth of July/ Doğumgünü Dört Temmuz’ gibi filmler- imza atmış olmasının “acı bir tecrübe” olduğunu vurgulayan Breasseale, “80’ler ve 90’ların başında Vietnam Savaşı gazileri öteki’ idi. Hollywood kaçık savaş gazileri yaratmıştı” diyor. Breasseale, Irak savaşı sözkonusu olduğunda benzer bir acı tecrübeyi engellemek istediklerini belirtiyor.

Irak savaşı ile ilgili filmlerin esasen Vietnam Savaşı filmlerinden esinlenerek yapıldığını ve gerçeği yansıtma konusunda sorunları olduğunu savunan Yarbay, “Bu adam kaçık, çünkü savaşta” basitliğinde bir kavrayışın revaçta olduğunu, oysa ki detayların çok önemli olduğunu söylüyor.

Breasseale, gösterime giren Brian De Palma’nın ‘Redacted/ Örtülü Gerçek’ adlı filmini özellikle eleştiriyor. Film yaşanmış bir olayı anlatıyor: Bir ABD askerî Iraklı bir kıza tecavüz ediyor ve sonra onu ve ailesini öldürüyor. Olayın olduğu sırada Irak’ta görev yapmakta olan Breasseale, filmin Irak’taki tüm askerlerin suçlu olduğunu ima ettiğini söylüyor ve bunu çok saldırgan bulduğunu ekliyor.

Ordunun desteğini alan ‘The Lucky Ones/ Şanslılar’ isimli film, çatışmalarda yaralanmış üç askerîn New York’tan Las Vegas’a gidişini öykülüyor. Başrolde savaş karşıtı tutumuyla tanınan Tim Robbins’in oynadığı film, orduya göre, askerleri “daha rafine bir şekilde” resmediyor.

I.2.1) DÜNYADAN (“ÖRNEK”) ÇİZGİLER

Durum buyken; dünyadan çizgilere de bir iki örnek vermeden geçmeyelim…

Örneğin “İran’a büyük ilgi gösteren Batı medyası, seçim düzenlemeyen ama rejimleri Batı yanlısı olan Arap ülkelerini eleştirmiyor,”[12] diyen Abdulbari Atwan; Kuzeyli egemen(lerin) medya(sı)nın çifte standartlılığına dikkat çekerken sonuna dek haklıdır…

Ayrıca İngiltere’de, medya devi Rupert Murdoch’a ait ‘News of the World’ ve ‘The Sun’ gazetelerinde çalışanların cep telefonu mesajlarını yasadışı yollarla okuduğu ünlü isimler, bu gazetelere dava açmaya hazırlanırken; Murdoch’ın sahibi olduğu gazetelerde çalışan muhabirlerin yargılanmasını önlemek için davacı tarafla mahkeme dışında anlaşma sağlamak üzere 1 milyon sterlin rüşvet verdiği ortaya çıkarken; egemen(lerin) medya(sı)nın kendi kurallarını bile çiğneyen bir kuralsızlıklar manzumesi olduğu ortaya çıkıyordu…

Bunlarla birlikte ‘The Independent’ın haberine göre İngiliz parlamentosunda, istihbarat ve güvenlik teşkilâtlarının faaliyetlerini izleyen “İstihbarat ve Güvenlik Komisyonu” (ISC) üyesi milletvekillerinin, medyada yer alan ve ulusal güvenlik politikalarına zarar verebilecek haberlerin güvenlik teşkilâtı ve polis tarafından yasaklanmasını ve haberi yapan kurum ya da kişilere yaptırım uygulanmasını öngören bir tasarıyı Başbakan Gordon Brown’a sunarken; egemen(lerin) medya(sı) için özgürlüğün ne olduğu herkesin bilgisine sunuluyordu…

Ve de İtalya’da 28-29 Mart 2010 yerel seçimleri öncesinde devlet televizyonu RAI’nin bazı haber programlarının yayından kaldırılması kararı alındı. RAI Denetleme Komisyonu’nun raporunda ‘Ballarò’, ‘Anno Zero’ ve ‘Porta a Porta’ gibi haber programlarının yayınının, siyaset gündemini etkileyebilecekleri gerekçesiyle durdurulması gerektiğine vurgu yapıldı.

Medya tekeli sahibi Başbakan Silvio Berlusconi de, kararı savunarak şöyle dedi: “Televizyonu çiftlikleri gibi kullanan bu türden haber programlarının yayınının karartılmak istenmesi ne skandal bir karardır ne de bunun kaygı veren bir yönü vardır. Bu tür programlar, siyasi platformlara dönüştürülebilir”!

Sanırım bu kadarı yeter!

I.3) TÜRK(İYE) MEDYASININ DURUMU

ABD’li Kongre üyesi Ed Whitfield, Türkiye’de basın özgürlüğüyle ilgili kaygıları bulunduğunu söylediği; ya da Demir Özlü’nun, “Milyonlarca kişinin telefonlarının dinlendiği, basın ve edebiyat yapıtları hakkında bunca davanın açıldığı bir ülkenin demokratikleştiği söylenemez. Sadece hükümeti destekleyen basın için özürlük var,” diye betimlediği Türk(iye) medyasının durumunu, kanımca şu iki haber yeterince net tarif eder.

Birincisi şu: Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesinde tutuksuz yargılanan Azadiya Welat Gazetesi Yazıişleri Müdürü Mehdi Tanrıkulu’nun, mahkemede Kürtçe savunma yapmasına izin verilmedi. Tanrıkulu’nun bu hakkında ısrar etmesi üzerine Kürtçe savunma “susma hakkı” olarak değerlendirildi. Mahkeme, Tanrıkulu hakkında tutuklama kararı verdi!

Ayrıca Azadiya Welat Gazetesi’nin eski yazı işleri müdürü ve imtiyaz sahibi Vedat Kurşun, gazetenin iki ayrı sayısında yayımlanan haberlerden dolayı üç yıl hapis cezasına çarptırıldı… 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde de yargılanan Kurşun’un, gazetenin 2006 -2008 tarihleri arasındaki yayınlarında 103 kez terör örgütünün propagandasını yaptığı belirtiliyor. Sanığın, “Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” ve 103 kez “terör örgütünün propagandasını yapmak” suçlarından toplam 525 yıl cezalandırılması isteniyor!

İkincisi de şu: Sinema dünyasının iki usta ismi Tom Hanks ve Steven Spielberg’ün çektiği ve Dünyayla aynı anda 18 Nisan’da CNBC-e’de yayımlanmaya başlanacak İkinci Dünya Savaşı’nda Pasifik cephesinin anlatıldığı dizide bir askerin “İzmir, Yunan şehridir. Türkler şehri istila etti, yaktı” sözlerinin sansür edilmesi!

Evet “Şimdi ‘denetimli ifade özgürlüğü’ sürecine girdik”;[13] durum bu!

Evet, evet “apoletli”, “andıçlı” şöven Türk(iye) medyası açısından durum bu!

Bu öyle bir medyadır ki; “Doğan Grubu’nun yedi tane gazetesi, üç tane de televizyonu var. Bu patronun hükümetle yüzlerce işi var. Ben bire bir yaşadığım için biliyorum bu olayları. Bunlar Erdoğan’dan resmen korkuyorlar,” diyen Emin Çölaşan, Doğan Grubu’ndan daha az suçlu/ sabıkalı değildir! (Geçerken ekleyeyim: Doğan Holding, 2008 yılının ilk yarısında konsolide satış gelirlerini 2007 yılının aynı dönemine göre yüzde 27 artırarak 6 milyar YTL’ye çıkardı!)

Sadece bu mu? Değil!

Ayrıca ‘Anadolu’da Vakit’ gazetesi, 14 yaşındaki kıza taciz iddiasıyla yargılandığı davada Adli Tıp Kurumu’nun raporuyla tahliye olan Hüseyin Üzmez’e sahip çıkarken; ‘Vakit’in birinci sayfasında yer alan açıklamada, “Kartel medyasının başını çektiği bu kampanyanın, dikkatleri gündemdeki Ergenekon davasından başka noktalara çekme ve Üzmez’in şahsında mütedeyyin insanlara saldırma maksatlı bir organizasyon olduğuna inanıyoruz,” denilebilmiştir!

“Al birini, vur ötekine” dedikleri tam da budur!

Kolay mı? “Güneydoğu’da komutanların peşine takılıp askerî tatbikata giden gazeteciler… (İçlerinde üniforma giyenleri bile bilirim!) Polisten daha ‘polis’ kesilen polis muhabirleri… Yargıçtan daha yargıç kesilen adliye muhabirleri… Amerika’nın Irak işgalini alkışlayan ‘Dış Haber şefleri’, Amerikan ordusuyla Irak’a girmek için yanıp tutuşan acar yazarlar…

Patronların iş takipçisi ‘gazetecileri’ olduğunu bilmeyen mi var? Bugüne dek yetkili generaller, paşalarla ilişkisi olmayan tek Ankara Temsilcisi tanıyor musunuz??? Elleri kanlı Evren’i savunan, baş tacı eden gazetecileri görmedik mi?

Darbe kışkırtıcısı ‘gazeteci’ kadar, iktidarla kucak kucağa ‘gazeteci’ de olmaz! İkisi de aynı yozluğun, yamukluğun parçasıdır!”[14]

Bu tip de, Türk(iye) medyasında bol miktarda mevcuttur!

Geçerken bir ek: ‘Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun verilerine göre, 101 yılda 83 gazeteci katledildi; ezici çoğunluğu alternatif medyadandı…

Evet ‘Serbesti’ gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’nin 6 Nisan 1909’da Galata Köprüsü’nde kurşunlanarak katledilmesinden beri 83 gazeteci ve yazar öldürüldü…

Gazeteci ve yazarların hemen hepsi sokak infazlarıyla, gözaltında kaybetme saldırılarıyla, işkenceyle öldürüldü…

Türkiye’de beş yılda, 1990-1994 kesitinde 33 gazeteci katledildi. Bu gazetecilerin yarıdan fazlası, toplam 22 gazeteci, Kürt illerindeydi…

II. AYRIM: GÜNCEL VERİLERLE KÜRT MESELESİ

Buraya kadar altını çizdiğimiz somut veriler ve izaha gayret ettiğimiz soyut çerçevede egemen(lerin) medya(sı) için Kürt Ulusal Sorunu, “soru(n)” bile olarak sunulmayan bir “terör” meselesi ya da demokrasi düzleminde (asla kolektif değil!) bireysel bir konudur ki, bu da ulusal sorunun inkârından başka bir şey değildir!

II.1) HUKUK(SUZLUK), HAK(SIZLIK), VD’LERİ

Kaldı ki T.“C”nin geleneksel inkâr politikalarında temelde bir değişiklik söz konusu değildir; “değiştiği iddia edilen” şeylerse formeldir…

Eski Baro Başkanı Turgut Kazan’ın, “İtaatkâr bir toplum istiyorlar,” dediği tabloda; Diyarbakır Barosu Başkanı Mehmet Emin Aktar’ın, “Yargı kendini devletten taraf görüyor,” diye betimlediği uygulamalardan birkaç tanesi de şunlar!

* Diyarbakır’daki Newroz kutlamalar için asılan afişlerin “örgüt propagandası yapıldığı” gerekçesiyle toplatılmasına karar verildi!

* Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır ziyareti sırasında gösteriye katılan beş kişi, 11’er yıl 3’er ay hapis cezasına çarptırıldı!

* Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak hakkında, “örgüt propagandası yapmak” ve “suç ve suçluyu övmek” iddialarıyla 1 yılda toplam 44 dava açıldı. Davaların 18’i Kürtçe konuşmaktan açıldı!

* Hakkâri’nin Yüksekova ilçesinde gözaltına alınan 9 çocuktan 5’i, “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” ve “örgüt propagandası yapmak” iddiasıyla tutuklandı. Şırnak’ta polise taş attığı iddiasıyla yargılanan A.E. adlı çocuk da üç ayrı suçlamadan 11 yıl hapisle cezalandırıldı!

* Adana’da gösterilerde yakalanan Kürt çocuklar hakkında yüzlerce yıl hapis cezası istemiyle davalar açan ağır ceza mahkemeleri, çocukların savunucusu olan İHD Şube Başkanı Ethem Açıkalın’ın da yakasını bırakmıyor. Öyle ki, kentte hangi gruba “yasadışı örgüt üyeliği” isnadıyla dava açılsa, Açıkalın’ın da adı, “olağan şüpheliler” listesinde geçiyor. Açıkalın, 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde MLKP üyeliği iddiasıyla; 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde DHKP/C üyeliği iddiasıyla, 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ise, adı bilinmeyen bir örgütün “propandasını yapmak”tan yargılanıyor!

* Dolapdere’deki olaylarda silah çeken üç kişi tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken olaylarda vurulan ve onu hastaneye götüren bir kişi tutuklandı!

* Polis Faikbey Caddesi’nde CD market sahibi olan ve sürekli Kürtçe müzik çalan İdris Ağbaba’ya, ‘işyerinde yüksek sesle müzik çalarak çevreyi rahatsız ettiği’ gerekçesiyle Kabahatler Kanunu uyarınca 1420 TL cezası verdi!

* 16 üniversiteli hakkında açılan “yasadışı örgüt” davasının delilleri arasında orak-çekiçli uçurtma ve ABD’li gazeteci Aliza Marcus’un yazdığı ‘Kan ve İnanç-PKK ve Kürt Hareketi’ isimli kitap da var!

* Ve nihayet en çarpıcısı da şu: Yargıtay Ceza Genel Kurulu, taş atan kalabalığa yedi kurşun sıkarak bir kişinin ölümüne neden olan askere, “bölgenin de özellikleri” gerekçesiyle ceza verilemeyeceğine hükmetti!

Evet Türk(iye) hukuk(suzluğ)u bu merkezdeyken; vatandaşların işkence ve kötü muamele iddialarına karşı polis “görevli memura mukavemet” davasıyla karşılık veriyor. Üç yılda 7 bin polise mukavemet davası açıldı… İHD’nin derlediği resmî rakamlara göre, 2006’da açılan ortalama 1.7 işkence davasına, 2007’de de 1.4 işkence davasına karşı 100’er “polise mukavemet” davası açılmış… İHD Başkanı Türkdoğan “Bu işkenceyle etkin mücadele edilmediğini, toplumsal muhalefetin nasıl bastırıldığını gösteriyor” dedi!

Ve İsmet Berkan’ın, “Tam da unutmaya yüz tutuyorduk ki sağolsun savcılarımız yeniden hatırlattılar: Cennet vatanımızda ifade özgürlüğü yoktur. Herkes biliyor ama ben tekrar etmeden yapamam… Biz de hatırladık: Cennet vatanımızda ifade özgürlüğü hâlâ mumla aranan bir şeydir,” derken; Londra’da 29 Mayıs 2009 tarihinde açıklanan Uluslararası Af Örgütü 2009 yılı raporunda, Türkiye insan haklarının hemen her bölümünde sınıfta kaldı… Raporda, siyasi istikrarsızlık ve çatışmalar nedeniyle insan haklarının zarar gördüğü, işkence, kötü muamele, muhaliflere baskı, toplantı ve ifade hakkı engellemeleri konusunda Türkiye’de hemen hiçbir iyileşme olmadığı belirtildi!

Tablo buyken; kimse, ama hiç kimse; “demokrasi”den, “AKP’li demokratikleşme”den söz etmeye kalkışmasın!

II.1.1) “DEMOKRATİK AKP” İLLÜZYONU VE GERÇEK

Demokratikleşme söz konusu olduğunda AKP, Nasreddin Hoca’nın, tadına bakmadan “bu daha iyidir” dediği şarap gibi. Reformculuğu ise, siyasi rakipleriyle karşılaştırılmasının sonucu… Yoksa seçim barajını savunan, Tekel işçileriyle karşı karşıya gelen AKP’nin demokratlığı şüphelidir…

Somut bir örnek verirsek: İşçi (ve Tek-el mücadelesinin) düşmanı “AKP, Türkiye’nin uygulamakla yükümlü olduğu kriterlere rağmen sendikal haklar konusunda sekiz yıldır hiçbir ciddi adım atmamıştır. Anayasa paketindeki rötuş ise meselenin özünü değiştirmemektedir. Meselenin özü kamu çalışanlarının grev hakkıdır. Dahası AKP kamu görevlilerinin sendikal haklarını, grev hakkını engelleyerek Anayasa’yı ihlâl ediyor!” Aziz Çelik’in işaret ettiği gibi…

Ya da vd’leri…

Bunlar böyle ve hatta daha da fazlasıyken; Gençay Gürsoy, “İktidarın demokratik açılım konusundaki asıl samimiyetini, tasarladığı anayasa ve yargı reformunun gerçek bir demokratik dönüşüm amacı taşıyıp taşımadığı, yüzde 10 seçim barajını kaldırmaya ya da makul bir düzeye indirmeye, partilerde lider sultasına yol açan yapıyı ortadan kaldırmaya niyetli olup olmadığıyla gösterecek,” dese de inandırıcı olamaz!

Evet, evet AKP’nin anayasa yalanı için de böyle bu!

“AKP sempatizanı yazar/ akademisyenlerin bir kısmının, konuyu tartışanlara hep aynı dille demokrasi nutku atması kabak tadı verdi.”[15]

Örneğin AKP’nin anayasa taslağında, Meclis’e çok az, Cumhurbaşkanına ise çok geniş yer verildiğini belirten İbrahim Kaboğlu, “82 Anayasası’nda Cumhurbaşkanı merkezi bir yere sahip, bu azaltılmalı diye yakınıyorduk. Ama ne yapıldı, 2007 değişikliğinde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi yönünde değişiklik yapıldı. Şimdi onun uzantısıymış gibi cumhurbaşkanına 1982 Anayasasını aratacak şekilde geniş yetki verildi. Hatta Cumhurbaşkanına, 82 Anayasasında sahip olmadığı kadar yetki verildi” derken; bu süreçte kesinlikle unutulmaması gereken de şudur:

“Bugün hükümet ile ordu-yargı-CHP üçlüsü arasında süregiden mücadele, burjuvazinin Batıcı-laik kanadı (TÜSİAD) ile İslâmcı kanadı (MÜSİAD) arasında 4-C’lerin getireceği kârların kim tarafından yağmalanacağına ilişkin politik bir iç savaştır…

AKP hükümeti ne zaman bir siyasi hamle yapsa, birtakım liberaller ve kendini hâlâ sosyalist sanan sol liberaller harekete geçerek, Türkiye’de nihayet demokrasinin kurulmakta olduğunu ilan ediyorlar. Son açıklanan anayasa paketinde de böyle oldu. Bu insanlar, paketi, sınırlı da olsa demokratik bir atılım olarak ilan etti ve karşı çıkanları da ideolojik bir şantajla tehdit etmeye başladı. Şantajın konusu şu: Eğer bu anayasa paketine karşıysanız, demek ki 12 Eylül cuntasının ürünü olan 1982 Anayasası’nı savunuyorsunuz. Sizden ne solcu olur, ne demokrat!

Bütün ideolojik kampanyalarda olduğu gibi, şantajcıların haçlı seferi de argümanlarını ileri sürerken gülünç olanla korkunç olanı birleştiriyor. Örneğin, bazı şantajcılar 1982 Anayasası’nın ilk kez bir sivil girişimle değişecek olduğunu söyleyecek kadar gülünç olabiliyor. Bu insanlar acaba nerede yaşıyor? Bu anayasa bugüne kadar (Özal dönemindeki değişikliği ciddiye almasak bile) 1995’te, 1999’da, 2001’de, 2002’de, 2004’te ve 2008’de, defalarca değiştirilmişti! Üstelik bu değişikliklerin bir bölümünün içerdiği bazı hükümler, bugün önerilen maddelerin ezici çoğunluğundan çok daha demokratikti.

İlk sorumuz: Değiştirildi de ne oldu?”[16]

Asli soru(n) budur; yani mesele “madde değişiklikleri” değildir ve olamaz da…

Her ne kadar, “Kötülüğü hakkında hiçbirimizin kuşkusu olmadığı 1982 Anayasası’nı, Ergenekon vakasıyla da sabitlenmiş devletin yerleşik zihniyeti karşısında, sivilleştirmek nasıl mümkün olacak?” sorusunun yanıtını “Devlet zihniyetini değiştirmek,” deyi veren Abdurrahman Saygılı; bir rejim değişikliği gerekliliğini açıkça ifade etmese de; T.“C”nin “devlet zihniyeti” maddelere rötuşla “değiştirilemez”!

Çünkü Türk(iye) Anayasa’larının temel felsefesi, devlet milliyetçiliği ve ideolojisidir.

Ayrıca Anayasa’lardaki “Kutsal Devlet”, bir yerde “Padişahlığın” ikamesinden başka bir şey değildir.

1924’ten bugüne kadar yapılan tüm Anayasalarda, tıpkı ‘padişah’ gibi, her şeye kadir ve hâkim olan bir “kutsal devlet”ten söz edilir ve ülke yönetimine ilişkin görev ve yetkilerin tümü bu kutsal devletin iradesine bağlanmıştır. Anayasalarda öngörülen ‘kutsal devlete’ tanınan üstünlük ve dokunulmazlığı en iyi yansıtan, yürürlükteki 1982 anayasasıdır. Bu Anayasanın 14. maddesinde devletin üstünlüğünü ve dokunulmazlığını belirten ifade şöyledir: “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı amaçlayan(…) faaliyetler biçiminde kullanılamaz.”

Bu anlatıma göre Türkiye’de bir devlet var, o devletin de bir ülkesi ve bir milleti vardır. Yani, ülkenin ve milletin sahibi devlettir.

Burada devlet, tıpkı “Padişah” gibi, ülkenin ve milletin sahibi olan soyut bir varlık olarak tanımlanmaktadır.

Evet anayasalardaki “devlet milliyetçiliği ile ideolojisi” Cumhuriyet’in kuruluşundan beri süre gelir.

Devlet milliyetçiliği ile ideolojisi nedir?

Bu soruya en iyi yanıtı 1925’de rejimin ikinci adamı başbakan İsmet İnönü vermiştir: “Milliyet yegâne vasıta-i iltisakımızdır. Diğer anasır, Türk ekseriyeti karşısında haiz-i tesir değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf, her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”

Yani bu ülkede vatandaş olabilmek için her şeyden evvel Türk ve Türkçü olmak gerekir. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devam ede gelen bütün anayasaların temel felsefesinin milliyetçilik öğesi bu anlayış üzerine kurulmuştur. Anayasa metinlerinde milliyetçilik sorunu bu deyimlerle formüle edilmemiş olsa bile, uygulama bu anlayış çerçevesinde yapılmıştır.

Kuşkusuz her anayasada rejimi tanımlayan bir ideoloji vardır. Örneğin 1982 Anayasası’nın 2. maddesinde yer alan “Türkiye Cumhuriyeti (…) demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” ifadesi rejimi tanımlayan bir ideolojidir. Ama bu, başka ideolojilere kapalı değildir.

Asıl önemli olan, başka ideolojileri reddeden ve tek ideolojiye bağımlı kalmayı zorunlu kılan, dayatmacı ideolojidir. Çoğu kez örtülü biçimde ifade edilen bu ideolojinin yasaklayıcı etkisi daha çok uygulamada görülür.

Türkiye’de devletin kuruluşundan bu güne kadar yapılan anayasaların tümünde bu dayatmacı ve tekelci devlet ideolojisi vardır. Bu ideoloji anayasaların felsefesini oluşturan temel öğelerden biridir.

Türkiye’de bu belirleyici ideolojinin dışında başka bir ideolojiyi benimsemek ‘vatan hainliği’ sayılıyor. Devlet ideolojisini en açık biçimde ifade eden Org. Büyükanıt’tır.

Büyükanıt zorunlu devlet ideolojisini şöyle tanımlıyor: “Türkiye’de kabul edilebilir yegâne ortak payda Atatürkçü düşünce sistemidir. Bu ortak payda da birleşmeyen her siyasal hareketin, ulusun ve vatanın düşmanı oldukları bilinmelidir.”

Bunun anlamı şudur: Türkiye’de herkes ‘Atatürkçü düşünce sistemini’ benimsemek ve bu çerçevede siyaset yapmak zorundadır. Atatürkçü düşünce sistemiyle bağdaşmayan bir ideolojiyi benimsemek ve bu ideoloji çerçevesinde siyaset yapmaya kalkışmak “vatan hainliğidir”.

Diğer bir deyimle, farklı ideoloji sahipleri vatan hainidir; onların bu ülkede yeri ve hakları yoktur.

1924’den beri devam edegelen Anayasa’ların temel felsefesini oluşturan bir diğer öğe de “vatandaşlığa” ilişkin tanımlamadır. TC. Anayasalarının özünü oluşturan vatandaşlık tanımı son derece önemlidir. Çünkü Türkiye gibi çoğulcu bir toplumda ırk esasına göre bir vatandaşlık tanımı benimsenmiştir.

O hâlde sorun, T. “C”yi vareden “raison d’état/ hikmet-i hükümet”e mündemiçtir ve AKP de bu bütünün müttemmim cüz’üdür…

Kürt Meselesi’nin çözümünü yıllardır inkâr eden tam da müttemmim cüz’üyle birlikte bu bütündür…

II.2) TEHLİKELİ VİRAJDA

BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak’ın, “deli gömleği”ne benzettiği mevcut anayasayı, AKP’nin “yamayla” onarmaya çalıştığını belirttiği…

Emine Ayna’nın “Ya özgür bir yaşam ya da hiç… Ya özgür bir yaşam ya da geçmişte olduğu gibi ölümü göze alırız,” dediği…

İtalya, Fransa ve Belçika’da başlatılan geniş çaplı operasyonların ardından Murat Karayılan’ın, ABD’yi suçlayıp, “Al Capone Tekniği”yle PKK’yı bitirmeyi hedeflediğine dikkat çektiği…

Demokratik açılımı destekleyip desteklemediğinin sorulması üzerine Yaşar Kemal’in, “Desteklemem” dediği…

Abdullah Öcalan’ın anayasa değişikliği paketinin tutarsız olduğunu belirterek, “Benim bu Anayasa konusundaki tespitim şudur; Anayasa paketiyle amaçlanan hukuk, anayasa komplosudur. Benim geliştirdiğim slogan ‘Anayasa komplosuna hayır, demokratik anayasaya evet’ şeklindedir. BDP’nin şartları kabul edilmezse Türkiye’deki diğer sol ve demokrat çevrelerle birlikte güçlü bir ‘Hayır Cephesi’, ortak muhalefet bloğu oluşturulmalıdır,” diye ifade ettiği eleştiri/öneriyi dillendirdiği…

BDP lideri Selahattin Demirtaş’ın, “Türkiye’de askerî vesayet kaba ve görünür olmaktan çıkıyor, bunun yerine sistemin içine daha ustaca gizlenmiş ve yer yer demokrasi kavramları ile süslenmiş daha sinsi bir ulusal ve uluslararası otoriter rejim inşa ediliyor. Yani toplum tepesine konulmuş olan bir kilo demirin yerine bir kilo pamuk koyuyorlar… AKP’nin askerî vesayeti çözme niyetinde ve iddiasında olduğuna inanmıyorum,” dediği…

Samsun’da Ahmet Türk’e saldırılıp, Türkiye-Amerika ve Irak arasında kurulan üçlü mekanizmada taraflar PKK’ya karşı “üçlü eylem planı”nı harekete geçirme konusunda anlaştığı…

Baharın gelmesiyle birlikte Şırnak ve çevresinde askerî hareketliliğin artıp, Cizre 172. Zırhlı Tugayı Mekanize Piyade Tabur Komutanlığı’ndan çok sayıda zırhlı araç ve tam teçhizatlı askerlerin Cudi Dağı eteklerine kaydırıldığı güncel durumda Kürt Ulusal Sorunu önemli bir dönemeçtedir…

Kürt ulusal sorunu “iki”li bir durumla yüz yüzedir.

İlki aşağıdan yukarıya devrimci çözüm; diğeri de yukarıdan aşağıya (liberallerin de katkılarıyla) dayatılan düzen içi düzenleme…

“İki”li durumun biri “çözüm”; diğeri de “düzenleme”dir…

Kürt ulusal sorunu; ya sömüren ve sömürülen sınıflar arasında çelişkilere göre çözülebilir; veya kapitalist-emperyalist sistem içinde ulusal çelişkilere göre yeniden düzenlenebilir.

Bugün Kürt ulusal sorununun emperyalist-kapitalist sistem dahilinde yeniden düzenlenmesi konusunda anlayış birliğine varıldığı bir vakadır.

Ulusal çelişki temelinde çatışan taraflar ve bu çatışmayı sona erdirmek isteyen ABD ve AB, emperyalist-kapitalist sistemin içinde düzeniçi düzenlemeden yanalar. Ama “uzlaşmazlık”, bu çatışmanın ne şekilde sona erdirileceğiyle ilgilidir.

Bu noktada konuya ilişkin olarak sözü Ç. Ceyhan Suvari’nin, “Neo-Liberalizmin Aynasından Kendini Seyreden Kürt Hareketi” başlıklı yazısından bir bölüme bırakmak istiyorum:

“1991 Körfez Savaşı ve 2003 Irak’ın işgali sonunda yaşanan gelişmeler Kürt hareketinde büyük dönüşümler yaratmıştır. Bu süreçten itibaren ABD ve Avrupa ülkeleri Kürtlerle daha yakından ilgilenmeye başlamıştır. Kürt kültürü ve dilini yaşatmak ve geliştirmek için enstitüler açılmış, Kürtçe yayın yapan tv ve radyoların sayısı hızla artmıştır. Kültürel faaliyetlerin yanı sıra uluslararası pek çok örgüt ve şirket Irak Kürdistanı’nın alt yapısını inşa etmek için bölgeye akın etmiştir. Görece olumlu bu gelişmeler kaçınılmaz olarak sadece Iraklı Kürtleri değil Irak dışında yaşayan pek çok Kürt’ü de cezbetmiş ve -bir dönem Amerikan karşıtı ve sol görüşlü çoğu Kürt aydını dahil olmak üzere- Kürtlerin büyük bir kesimi ABD ve AB’den umut besler hâle gelmiştir…

Batılı ülkelerin baskısıyla ‘kendi Kürtlerinin’ kimi kültürel haklarını tanımak mecburiyetinde kalmaktadırlar. Bir taraftan tanınan haklar ve ‘açılımlar’ diğer taraftan kapatılan partiler, siyaset yapmaları yasaklanan ve tutuklanan siyasetçiler ve milli refleks olarak meşrulaştırılan Kürt düşmanlığının körüklendiği linç girişimleri arasında sıkışan resmî politikalar kafa kafaya yürütülmektedir. İç politikada yaşanan tutarsızlığın benzeri Kürt sorununun çözümü için Türkiye’ye baskı yapan Batılı ülkelerde de görülmektedir. Çözüm isteyen Batılı devletlerin kendi sınırları içerisinde yaşamak zorunda kalan Kürt siyasetçilerini tutuklaması ve Kürt kurumlarını kapatması nasıl bir çözüm istendiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Öte yandan, iç ve dış siyasetteki bu tutarsızlığı bir tarafa bırakarak gündemde olan ‘Demokratik Açılım’a en iyi hâliyle baktığımızda, Kürt sorununun çözümüne dair yapılan tartışmalarda model olarak çoğunlukla Bask modeli, İskoçya ya da Kuzey İrlanda örnekleri gösterilmektedir. Bu durum tarafların neo-liberal bir çözümden yana olduklarının en açık ifadesi. Kapatılan DTP tüzüğünün ‘3.’ Maddesi’nin ‘b’ fıkrası DTP’nin de neo-liberal bir çözümden yana olduğunu ortaya koymaktadır:

‘AB sürecini salt bir devletler topluluğu değil, aynı zamanda bir halklar topluluğu olarak da gören DTP, bu süreci kararlılıkla savunur. Türkiye’nin AB sürecinin gerektirdiği reform ve düzenlemelerin hayata geçirilmesinin takipçisi olmak ve bu sürecin toplumun en geniş çıkarlarına hizmet etmesi için başlamış bulunan müzakere sürecine aktif katılımı öngörecek girişimlerde bulunur.’

Kürt siyasetçileri neo-liberal bir çözümden adeta bir devrim gibi söz ederken, Kürtlere de devrimci bir misyon yüklemektedirler. Nitekim Kürt sorununun çözülmesi durumunda ülkedeki pek çok sorununun da çözüleceğine inanan kapatılan DTP’nin şimdi siyasi yasaklı olan genel başkanı Ahmet Türk’ün aşağıdaki ifadeleri bu doğrultudadır:

‘Şu iyi görülmelidir ki; Kürtlerin yürüttüğü toplumsal demokratik muhalefet, ülkemizi kaçınılmaz olan bir değişim ve dönüşüm sürecine taşımıştır. Eğer Kürt sorunu çözülürse, bu, Türkiye’nin demokratikleşme, adalet-eşitlik, sosyal refah ve kalkınma alanlarında karşılaştığı sorunların da çözümünü hızlandıracaktır…

Bu taleplerin karşılanması Türkiye’nin demokratik üniter yapısını ve çoğulcu dokusunu güçlendirecektir. Evet, Kürtler demokratik haklarına kavuştukça Türkiye dönüşecek, Türkiye dönüştükçe de demokratik ilerleme derinleşecek ve hız kazanacaktır. Bu nedenle diyoruz ki demokratik siyaset kanallarını Kürtlere kapatmayın. DTP üzerindeki baskılara son verin, tutuklu arkadaşlarımızı biran önce serbest bırakın…

Türkiye, küresel dünyanın bir parçası olmak istiyorsa kendisini çağdaş demokratik değerlere göre yeniden dizayn etmek zorundadır…

Günümüz dünyasında ihtilafların yegâne çözümü barış ve diyalogdur. Savaş ve çatışmalar dönemi kapanmak zorundadır. Küresel oyun planlarının içinde bir aktör olarak yer almak amacıyla Ortadoğu’da barışçıl bir rol oynamaya çalışan Türkiye’nin, kendi iç sorunlarını geleneksel çatışmacı çizgiyle aşabilmesi olanaklı değildir.’

Türk’ün ifadelerinden Kürt sorununun çözülmesi durumunda her şeyin yerli yerine oturacağı, sınıf çelişkisinin ortadan kalkacağı, Türkiye’nin medeni ve demokratik bir ülke olacağı şeklinde bir anlam çıkmaktadır. Ancak bu naif beklentinin aksine Türkiye’nin ‘küresel oyun planlarında bir aktör olacağı’ şeklindeki son ifadesi aslında Türk’ün geleneksel devlet anlayışından hiç de farklı düşünmediğinin işaretini vermektedir.

Neo-liberalizm Kürt siyasetçilerince öylesine benimsenmiş ki, çözüm için başka bir seçenek düşünemez hâle gelmişlerdir. Nitekim bu tutumla ilişkili olarak AB sürecini destekleyenlerin oranı Kürtler arasında oldukça yüksek çıkmaktadır…

Büyük bir çoğunluğu yoksul olan Kürtlerin giderek adeta etno-sınıfsal bir topluma dönüşmesine rağmen, Kürt hareketinin akil adamlarınca emek söylemi bu sürece tezat oluşturacak şekilde terk edilmekte onun yerine giderek artan bir dozda etnik kimlik vurgusu güçlendirilmektedir. Kimlik vurgusu kaçınılmaz olarak ‘öteki’ üzerinden inşa edilir. Nitekim Türk kimliği, topyekûn gayri Müslimleri, Alevileri, Kürtleri ötekileştirerek ya da yok sayarak inşa edilmiştir. Benzer şekilde Kürt kimliği de inşa edilirken öteki olarak aslında iktidar/devlet algılanmıyor. Kürt kimliğini var eden öteki Irak’ta Arap, İran’da Fars ve Şiilik, Türkiye’de Türk olmaktadır. Bu durumda ‘biz bin yıldır beraber yaşayan kardeş halklarız’, ‘etle tırnağız’, ‘bu ülke için beraber savaştık’ sözleri klişe olmaktan öteye geçmiyor. Zira hiçbir kimlik türü Kürt aydınlarının da savunduğu neo-liberal ve çokkültürcü politikalar çerçevesinde ‘ötekisi’yle kardeş olamaz.”[17]

Bu durumda yeniden, devrimci çözüm için enternasyonalist politikaların inşası gerekmektedir…

II.3) “SONUÇ”: UMUT

Diyeceklerimi; Adnan Yücel’in, “Ateşin ve Güneşin Çocuklar”ındaki, “ne ki zindan – ne ki tutsak olmak/ ne ki kavga – ne ki dağlarda vurulmak/ bir sehpada idam/ olmak ne ki/ ihanet utancıyla/ yaşamak var ya hani/ onursuzluğun lağım çukurunda yok olmak/ üniformalı bir dehak önünde durmak/ sonra bir et yığınına dönüşüp kalmak/ işte buydu diyarbakır zindanında yaşamak,” dizelerinin altını özenle çizerek; daha fazla umut ve cürete muhtacız haykırışıyla tamamlamak istiyorum…

Evet umut, cesur bir iradenin kararıdır. Umut, bir kararın cesur iradesidir.

Yani umut, karardır, iradedir, cesarettir.

Yani umut, karar, irade, cesaret, içinden geçtiğimiz zor günlerde vazgeçilmemesi gereken cüretin bizatihi kendisidir…

Tıpkı Orhan Kotan’ın, “Gururla Bakıyorum Dünyaya” dizelerinde dile getirdiği gibi:

“Çünkü isyan bıçağıdır böğrüme saplanan sancı/ çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum ve kederin/ ve solgun yüzlü işçilerin üzerine/ dağbaşlarının hırçınlığı savruluyor benden/ çünkü beni ateşiyle dimdik tutan kin/ çünkü benim gözbebeklerimde tutuşan şafak/ miting afişleri/ cesur pankartlar/ ve binlerce militan/ derin denizlerin aydınlığı zorlu sabahlar/ gökyüzü ve lâle/ sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata, ‘çünkü ben sevdiğim kızı/ yaşamak gibi/ halkım gibi sevdiğim kızı/ ki şiirini yazamayan’ ve türküsünü söyleyemeyen halkım gibi/ binlerce ve binlerce kurşunlanan halkım gibi zincirlere vurulan/ savaşlara yollanan/ vergilere bağlanan halkım gibi/ felç olmuş yalnızlıklara bırakarak/ büyük acıların ve gözyaşının içine bırakarak/ şiirlerimin bir bıçak gibi ışıldadığı/ devrim türkülerini/ ve başkaldırmayı öğreten dudaklarını/ bir kere olsun öpemeden/ bir kere olsun tutamadan kaygısızca/ serin bir yaz gecesi gibi ürperen ellerini/ hatta boynunu ve ayak bileklerini/ bilemeden bilemeden bilemeden/ vurdum yüreğimi şanlı kavgaya…”

17 Nisan 2010 15:36:57, Ankara.

N O T L A R

[*] 23 Nisan 2010 tarihinde Devrimci Demokrasi gazetesinin Diyarbakır’da düzenlediği “Kürt Ulusal Sorunu ve Medya” başlıklı panelde yapılan konuşma… Newroz, Yıl:4, No:133, 27 Mayıs 2010…

[1] “Her şey akar” (Herakleitos.)

[2] Medya konusunda bkz: Sibel Özbudun-Gökçer Özgür-Temel Demirer, İmparatorun Soytarısı Egemen Medya, Ütopya Yayınevi, 2007; Faruk Arhan-Temel Demirer-Umur Hozatlı-Özgür Orhangazi- Sibel Özbudun, Medya Eleştirisi ya da Hermes’i Sorgulamak, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, 2. baskı, 1999; Temel Demirer-Hüseyin Aykol, Canavarlaşan Medya, Yorum Yayınevi, 1996…

[3] Giovanni Sartori, “… ‘Homo Stupidus Stupidus’a Karşı Koyabilmek”, Corriere della Sera, 22 Mart 2010.

[4] Nurgül Eryeşil, “Kitle Medyasının Manifestosu”, Radikal İki, 30 Kasım 2008, s.9.

[5] Jean Baudrillard, Siyah ‘An’lar, Çev: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yay., 1990.

[6] Mustafa Sönmez, “Reklam Azalırken Medya Parayı Nereden Buldu?”, Cumhuriyet, 10 Nisan 2010, s.10.

[7] Necip Müftüoğlu, “Barbarlar, Modernler ve Eğlence Sektörü”, Aylık, Yıl:5, No:59, Ağustos 2009, s.36.

[8] Anthony Pratakins-Elliot Aronson, Propaganda Çağı-İknanın Gündelik Kullanımı ve Suistimali, Paradigma Yay., 2008.

[9] Hilal Erkan, Hollywood Sinemasında Oryantalizm, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2009.

[10] Cüneyt Arkın, “Asıl Kahramanlar Namuslu İnsanlar”, Radikal, 21 Aralık 2006, s.20.

[11] David L. Robb, Hollywood Operasyonları, Güncel Yay., 2008.

[12] Abdulbari Atwan, “Batı Yanlısı Ülkelerde Reforma Gerek Yok!”, Kuds ül Arabi, 29 Haziran 2009.

[13] Orhan Erinç, “Denetimli İfade Özgürlüğü Hoş Geldin!”, Cumhuriyet, 12 Nisan 2010, s.7.

[14] Zeynep Oral, “İlk Taşı Günahsız Olan Atsın…”, Cumhuriyet, 27 Mart 2009, s.17.

[15] Murat Sevinç, “Anayasa Değişikliği Neden Yapılır?”, Radikal İki, 28 Mart 2010, s.1-4.

[16] Sungur Savran, “1982 Anayasası’nın Liberal Taraftarları”, Radikal İki, 4 Nisan 2010, s.4.

[17] Ç. Ceyhan Suvari, “Neo-Liberalizmin Aynasından Kendini Seyreden Kürt Hareketi”, www.ozguruniversite.org