Home , Köşe Yazıları , Latin Amerika’dan Özerklik Deneyimleri (I)[*]

Latin Amerika’dan Özerklik Deneyimleri (I)[*]

SİBEL ÖZBUDUN | 21 – 02 – 2011 | “Soyuttan somuta ilerlemeden önce, zorunlu olarak somuttan soyuta bir ilerleme mevcuttur.”[1]

XX. yüzyılın son onyılı, Latin Amerika ülkelerinin büyük çoğunluğunda, ya anayasa değişikliği yoluyla, ya da “demokratikleşme” süreçleri dahilinde ulusun çok-etnili ve çoğul kültürlü karakterini tanıyan yeni Anayasaların benimsenmesine sahne oldu. Türkiye’deki güncel bir tartışmayla bağlantıları açısından, bu süreci biraz daha yakından izlemekte fayda olduğu kanısındayım.

Latin Amerika ülkelerinin neredeyse tamamı, günümüzde Anayasalarına ülkelerinin çok-etnili ve çoğul kültürlü karakterini tanıyan maddeler geçirmiş durumdadırlar. Anlamlı bir yerli nüfusuna sahip olup da bu duruma istisna oluşturan iki ülke vardır: Guatemala ve Şili. Guatemala’da URNG ile imzalanan anlaşma sonrasında referanduma sokulan Anayasa değişikliği önerisi reddedilirken (1999), Şili, Anayasası’nı değiştirmemekle birlikte ILO’nun 169 sayılı Konvansiyonu’nu 2008 yılında onaylayarak bu yolda önemli bir adım attı. Şili, daha önce ise, topraklarında yaşayan Mapuche, Rapa nui ve Aymaralar için geniş kolektif haklar tanıyan bir yerli yasasını kabul etmişti (1993).

Meksika Anayasası’nın 1992’de değiştirilen 4. maddesi, “Meksika ulusunun, yerli halklara dayanan çoğul-kültürlü bileşimini tanımakta ve dilleri, kültürleri, örfleri, adetleri, kaynakları ve özgül toplumsal örgütlenme biçimlerini koruma altına almaktadır.” Başkan Vicente Fox döneminde gerçekleştirilen Anayasa reformu çerçevesinde değiştirilen 2. maddeyle ise, yerli cemaatlerin hukuksal özerkliği kabul edilecektir. Böylelikle Meksika’nın yerli cemaatleri, a) Birlikte yaşama ve örgütlenmenin iç biçimleri üzerine karar alma; b) Anayasal ilkeler ve İnsan Haklarıyla çelişmemek kaydıyla iç çelişkilerini kendi normatif sistemleri doğrultusunda çözüme kavuşturmak; c) Cemaat kültür ve dillerini muhafaza etmek ve zenginleştirmek; d) “Stratejik alanlar” dışında kendi hukuk sistemleri altındaki doğal kaynaklardan tercihli olarak yararlanmak; maddeleriyle ifadelendirilen bir özerkliğe kavuşmuşlardı. Anayasa bunun yanı sıra, yerli cemaatlere örf ve adetleri (“usos y costumbres”) doğrultusunda iç otoritelerini ve belediyeler nezdindeki temsilcilerini seçme yetkisini tanımaktaydı. (de la Peña, 2006: 286-287).

Benzer bir süreci diğer Latin Amerika ülkelerinin pek çoğunda izlemek, mümkündür. Çarpıcı bir örnek, Kolombiya’dır.[2] Kolombiya’da, yerli örgütlerinin de temsiliyle oluşturulan Ulusal Kurucu Meclis, ilk kez yerli halkların ve cemaatlerin toprak, siyaset, ekonomik gelişme, idare ve toplumsal-kültürel haklarını tanıyan yeni bir anayasanın hazırlanışını üstlendi. 1991 tarihli yeni Kolombiya Anayasası, “Kolombiya ulusunun etnik ve kültürel çeşitliliğini tanıyıp koruma altına almakta (md. 7); İspanyolca’yı Kolombiya’nın resmî dili olarak tanımakla birlikte etnik grupların dil ve lehçelerini kendi bölgelerinde resmî dil kabul etmekte ve geleneksel dilleri konuşan cemaatlerin iki-dilli hâle gelme umudunu ifade etmekte (md. 10); tüm inançların yasa önünde eşit ölçüde özgür olduğunu tesis temekte (m. 19); etnik grupların ortaklaşa toprakları ve resguardo topraklarının satış ve devrini yasaklamakta (md. 63); etnik grupların üyelerinin kültürel kimliklerini örgütleme ve geliştirme hakkını tesis etmekte (md. 68); yerli halkların otoritelerinin kendi bölgelerinde hukuksal yetkelerini -Anayasa ve Cumhuriyet yasalarıyla çelişmemek kaydıyla- kendi norm ve işlemleri doğrultusunda uygulama haklarını tanımakta (md. 246); yerli teritoryalarının cemaatlerin örf ve adetleri (usos y costumbres) doğrultusunda yönetilmesini kabullenmektedir. (Avirama ve Marquéz, 1995: 102-105)

Gros’un (2000: 64) deyişiyle Kolombiya’da “yerli olmak, tarihi ve kökeni bakımından Kolombiya yasası nezdinde bir teritorya üzerinde uygulanan kolektif hakka saygı ya da tanınması iddiasındaki bir cemaatin üyesi olmak demektir. Bu, toprak hakkının yanı sıra bir dizi hakkı da varsaymaktadır: özyönetim (cabildo’lar ya da diğer cemaat yetkelerinin resmen tanınması) ve yerli statüsüyle bağlantılı bir dizi hak: hastanelerde ücretsiz bakım, iki-dilli, iki-kültürlü öğrenim hakkı, üniversiteye ücretsiz kayıt, askerlik ve toprak vergilerinden bağışıklık, cemaat içerisinde kendi örflerine göre yargılanma hakkı, ve 1991 Anayasası’ndan bu yana bunlara eklenen ulusal kaynaklardan transfer, çevrenin korunması ve özel seçim çevreleri aracılığıyla senatoda temsil hakkı.”

Böylelikle Kolombiya’da nüfusları ancak 600 000 kadar olan yerli cemaat mensupları, yaklaşık 10 milyon kadar hektar toprak üzerinde özyönetim hakkını ele almıştır. Bu Latin Amerika için dahi “olağanüstü” sayılabilecek durumun, neo-liberal politikaların gereksinimlerinin yanı sıra, bu ülke özgülünde, yerli cemaatlerin büyük bölümünün aynı zamanda isyancı gerilla örgütü FARC’ın denetimi altındaki bölgelerde yaşıyor olması nedeniyle, örgütü etkisizleştirmeye yönelik bir siyasetle bağlantılı olduğu vurgulanmalıdır. (Le Bot 2009: 66)

Aynı dönemde Ekvator’da da hükümetler yerli hakları konusunda bir dizi inisyatif gerçekleştireceklerdir: 1996’da kabul edilen Anayasa’nın 1. maddesinde Ekvator’u “çoğul-kültürlü ve çok-etnili” olarak tanımlayan değişiklik yapılacak ve yerli halkların çoğunlukta olduğu bölgelerde yerel yöneticilerini seçme hakkı tanınacaktır.

Ekvator’un 1996 tarihli Anayasa’sında yerli halkların talep ettiği çoğul ulusluluğa dair bir hüküm yer almasa da,[3] bir dizi norm (kimileri ikircimli olmakla birlikte) çeşitlilik-yerellik yönünde adımlar oluşturmaktaydı: Devletin çoğul-kültürlü olarak tanımlanması ve atasal dillerin kendi bölgelerinde resmi kabul edilmesi; her türlü sömürgeciliğin mahkûm edilmesi, kolektif haklarla ilgili uluslararası sözleşmelere uymayı taahhüt, cemaat topraklarının devredilmezliğinin kabulü; yerli ve siyahi halkların topraklarının yenilenebilir kaynaklarının kullanım, yönetim ve korunmasına katılımının kabulü; geleneksel ve alternatif ilaçların geliştirilmesi gereği ve ülkenin çeşitliliğine uygun eğitim programlarının kabulü ve iki-dilli kültürlerarası eğitimin güvence altına alınması; yönetimin adem-i merkezileştirilmesi…

* * *

Bu örneklerde görüldüğü üzere, Latin Amerika ülkelerinin yerli nüfusa sahip olanların tamamı, yerli dillerin korunmasını ve kendine özgü eğitim haklarını güvence altına alan ILO Konvansiyon 169’u onaylamak suretiyle ve/veya Anayasalarında gerçekleştirdikleri değişikliklerle, homojen ulus, monolitik ulus-devlet kavrayışını terk ederek şu ya da bu ölçüde çok-dilli, çokkültürcü uygulamalara kapıyı aralamıştır.

Hiç kuşku yok ki, yasalarda değişiklik yapmak, hayatı değiştirmek anlamına gelmez. Latin Amerika’nın yerlileri, hâlen yaşadıkları ülkelerin en yoksul ve dezavantajlı kesimleri olmayı sürdürmekte, işsizlik, düşük eğitim düzeyi, yetersiz beslenme, temiz suya, elektrifikasyona, sağlık hizmetlerine erişimsizlik, cezaevlerindeki yüksek nüfus oranı, uyuşturucu kullanımı, gündelik yaşamda ırkçılığa maruz kalma gibi olumsuzluklarla tanımlanmaktadır

Bu durum, bizi XX. yüzyılın son onyılında Latin Amerika ülkelerinde gerçekleşen yapısal değişimlerin doğası üzerinde biraz kafa yormaya sevk etmelidir.

Yerli varlığı ve özgül haklarının devletlerce tanınmasına yol açan iç ve kimi dış dinamikleri şöyle sıralayabiliriz: Yerli mücadele gelenekleri, başta BMÖ ve ILO olmak üzere kimi uluslararası organlardaki, yerli haklarını yeni bir kavrayışla ele alan yönelim değişiklikleri, yerli sorun ve haklarını gündeme getiren STÖ’lerin etkinlikleri, 1968 yükselişinin Batı dünyasında farklılıkları (kadınlar, siyahîler, yerliler) dikkate almaya sevk eden yeni bir kavrayışa yol açması, vb…

Ancak Latin Amerika ülkelerinin birbiri peşisıra yöneldikleri bu paradigmatik değişikliği salt bu etkenlerle açıklamak mümkün değildir. Kıtanın 1980’lerde içine düştüğü dış borç krizi ve 1990’lı yıllardan itibaren Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası finans kuruluşları eliyle dayatılan yapısal uyum programları, yerli kimlik ve haklarının çeşitli düzlemlerde tanınmasını sağlayan altyapıyı oluşturacaktı. Bir başka deyişle, Latin Amerika devletlerini yerli haklarına çeşitli düzlemlerde tikel haklar tanımaya razı eden, neo-liberal politikalar olmuştur…

Şöyle ki, 1970’li yıllarda, hızla yükselen petrol fiyatları, artan faiz oranları, büyümenin yavaşlaması özellikle Latin Amerika’da pek çok yoksul ülkeyi daha yüksek bir borç yükü altına sokmaktaydı. Borç krizi, 1980 ve 90’lı yıllarda Dünya Bankası ve IMF’yi “yapısal uyum” olarak bilinen reform dizilerini formüle ederek yoksul ülkelere dayatmaya yöneltecekti: ekonomik yaşamda devletin rolünün azaltılması, devletlerin sosyal harcamalarının (özellikle sağlık ve eğitim) daraltılması, bu hizmetlerin paralı hâle getirilmesi, ticaretin serbestleştirilmesi, kur devalüasyonları, devlet işletmelerinin satışı, mali ve istihdam piyasalarının deregülarizasyonu…

Böylelikle 30 yıl içerisinde, dünya kalkınma çabalarının resmi hedefleri dramatik bir düşüş göstermişti. Sanayileşmiş ülkelerin tüketim düzeyini yakalamaktan söz eden 1960’ların nosyonundan, 1970’lerin sonlarında yoksulların temel gereksinimlerinin karşılanması programına, 1980’lerde ise Yapısal Uyum Programlarının yoksullara dayattığı, temel gereksinimlerin karşılanmasından dahi vazgeçen “kemer sıkma” beklentilerine gelinmişti. Gelinen nokta, “resmen onaylanan tek kalkınma siyasasının, bir kalkınma siyasasının olmayışı, kaynakların dağıtımının devlete değil, piyasaya bırakılması gereği” anlayışıydı. (Edelman ve Haugerud 2005: 7-8)

Yeni (neo-liberal) paradigma, borç krizindeki Latin Amerika devletlerini popülist/paternalist “sosyal devlet” uygulamalarından vazgeçmeye yöneltecekti. Yaşadıkları ülkelerde nüfusun en yoksul ve dezavantajlı kesimlerini oluşturan yerli topluluklara yönelik “refah uygulamaları”nın (altyapı, eğitim ve sağlık hizmetleri) yüksek maliyetiyle bu kalemlerin önde gelenini oluşturuyordu. Buna karşılık cemaat özerkliklerinin tanınmasını içeren çokkültürcü reformlar, yerli toplulukların masraflarını bizatihî yerli cemaatlere, ya da onları destekleyen ulusal/uluslararası STÖ’lere yıkmayı hedeflemekteydi – “modern, birleşik, mestizo bir ulus” tahayyülünden vazgeçmeyi ve farklı ölçülerde adem-i merkezîleşmeyi, merkezî yetkilerin (cemaatlere, yerel yönetimlere, sivil topluma, şirketlere) devrini gerektirse de.

Yerli özerklik tasarımları, neo-liberal sahnenin önde gelen aktörlerinden uluslararası finans kurumları (IMF, Dünya Bankası, Inter-Amerikan Bankası…) ve Çokuluslu Şirketlerce de hararetle desteklenmiş olmasının nedeni, olasılıkla budur: bir yandan devletlerin “sosyal” bütçelerini hafifleterek borç ödemeye öncelik vermelerini sağlaması, “kamu” retoriğini zaafa uğratarak sosyal maliyetleri sivil topluma yükleyen bir zihniyet değişimini simgelemesi…

Ama aynı zamanda, özerklik uygulamalarının ulus-devletlerin teritoryal yetkelerini sınırlandırmakla, ÇUŞ’ların yerli toprakları üzerindeki doğal kaynaklara yönelik tasarruflarında yozlaşmış, rüşvetçi bürokrasileri bypass ederek doğrudan cemaat önderleriyle muhatap olma olanağını sunması da etkili olmuşa benzemektedir. Pek çok Latin Amerika ülkesinde yerli cemaatlerin bugüne değin pek az işletmeye açılmış kaynakların (doğalgaz, petrol, kereste, akarsular…) bulunduğu marjinal bölgelerde (tropikal ormanlar, yarı-çöl topraklar, dağlık bölgeler) bulunduğu bölgelerde yoğunlaştığı akıldan çıkartılmamalıdır.

* * *

Şu hâlde, bir yandan “modern” yerli örgütlerinin mücadeleleri, bir yandan değişen uluslararası hukuksal çerçevenin yarattığı elverişli zeminde, 1990’lı yıllardan itibaren kıta ölçeğinde yürürlüğe sokulan neo-liberal siyasalardan beslenen ortamda Latin Amerika devletlerinin hemen tümü, uluslarını çok-kültürlü, çok-dilli” olarak yeniden tanımlama sürecine girmişlerdir. Bu süreç, yerli cemaatlerine teritoryal özerklik, kendi toprakları üzerinde kendi organları eliyle, kendi örf ve adetlerini uygulama hakkı (bu hak genellikle İnsan Hakları ve ülke yasalarıyla çelişmeme koşuluna bağlanmıştır) ve çok-dilli öğrenim olarak tezahür etmektedir. Yerli örgütlerinin (birkaç istisna dışında hiçbiri) sınırları içerisinde yaşadığı devletten ayrılma talebini dile getirmemektedir.

Peki, bu düzenlemeler, Latin Amerika’da “Yerli sorunu”nu çözümlemiş midir? Ya da Latin Amerika yerlileri, neo-liberalizmin bu “şeker kaplı zehrini” yutmuş mudurlar?

Elbette hayır; dilerseniz, bu sorunun geniş bir yanıtını önümüzdeki sayıda arayalım…

N O T L A R

[*] Yeni Harman, No:150, Şubat 2011.

[1] Ernest Mandel, “Geç Kapitalizm”.

[2] Kolombiya örneği çarpıcıdır, çünkü  “narko-militarist” olarak nitelendirilmesi mümkün olan Kolombiya devleti, 1990’ların Anayasal dönemecine dek, (sayıca oldukça az olan) yerli toplumlarına acımasız muamelesiyle kötü bir şöhret sahibiydi. Örneğin 1960’lı yıllarda yerlileri işkenceyle öldüren bir beyazın “yerli öldürmenin suç olduğunu bilmediği” gerekçesiyle, yargılandığı mahkemede beraat ettirilmesi mümkün iken, ya da kahve topraklarının büyük bölümünün bulunduğu (aynı zamanda FARC’ın da etkili olduğu) Cauca bölgesinde yerlilerin 1971’de kurduğu CRIC (Consejo Regional Indígena del Cauca) hükümetlerin ağır baskılarıyla karşılaşmış, onlarca yöneticisi “faili meçhul” cinayetlere kurban giderken, onlarcası da cezaevine konulmuştu. (Ramos 2002: 261)

[3] Neo-liberal vurgulu bu Anayasa, 1995-2005 yılları arasında, Ekvator halkının bir dizi ayaklanmayla birbiri peşisıra yedi devlet başkanını devirdiği bir altüstlük sürecinin sonunda devlet başkanı olan solcu/halkçı lider Rafael Correa iktidarında kabul edilen 2008 Anayasası tarafından yürürlükten kaldırılacaktır. Devletin stratejik kaynaklar üzerindeki denetiminin güçlendirilmesi, latifundia sistemine son verilmesi, genetik olarak değiştirilmiş tohumların yasaklanması vb. hükümleri içeren yeni Anayasa, ülkeyi “çokuluslu” ve “kültürlerarası” üniter bir devlet olarak tanımlamaktadır.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Avirama J. ve R. Marquéz (1995). “The Indigenous Movements in Colombia”, D. L. Van Cott (der.), ” Indigenous Peoples And Democracy In Latin America, (55-81), New York: St. Martin’s Press.

Le Bot, Y. (2009). La grande révolte indienne. Paris: Harmattan.

Edelman M. ve A. Haugerud (2005). “Introduction: The Anthropology of Development and Globalization” (1-73). M. Edelman ve A. Haugerud (der.). The Anthropology of Development and Globalization. From Classical Political Economy to Contemporary Neo-liberalism. Blackwell Publishing.

Gros, C. (2000). Políticas de la Etnicidad: Identitad, Estado y Modernidad. Instituto Colombiano de Antropología e Historia, Bogotá.

de la Peña, G. (2006). “Derechos indígenas, ciudadania étnica y cambios constitucionales en México”, C. Gros ve M.-C. Strigler (der.) Etre indien dans les Amériques, l’Institut des Amériques.

 Ramos, A. R. (2002). “Cutting through State and Class: Sources and Strategies of Self-Representation in Latin America”, Warren K.B. ve J. E. Jackson, Indigenous Movements, Self-Representation and the State in Latin America, Austin: University of Texas Pres.