Anasayfa , Köşe Yazıları , Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya İsyan(Lar)In Anatomisi[1]

Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya İsyan(Lar)In Anatomisi[1]

TEMEL DEMİRER | 16 – 06 – 2011 |

“kederli nehir yollarının,

sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı

bir safak vakti değişmiş olur,

bir şafak vakti karanlığın kenarından

onlar ağır ellerini toprağa basıp

doğruldukları zaman…”[2]

Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya yönelen isyan(lar)ı değerlendirmek için öncelikle bir bakış açısına, yönteme muhtacız.

Somuttan soyuta değerlendirilmesi gereken tarihsel olgunun Rosa Luxemburg gibi “Önce hareket vardı,” saptamasından hareketle irdelenirken; “Yaşanan deneyim her zaman kitaptan fazlasını anlatır,”[3] gerçeği asla göz ardı edilmemelidir.

Hayatı somut zenginliği üzerinden soyutlayan Devrimci Marksistler için, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya yönelen isyan(lar)ın böylesi bir yöntemle analizi başat önemdedir.

Çünkü tarihi, amaçları uğruna dövüşen insanlar yapar.

Burada esas olan başkaldıran (tarih yapıcı) insanların iradesidir…

Aslı sorulursa tarih, -sınıf mücadelesi temelinde- bütünüyle “iradi” bir eylemdir.

Söz konusu iradi eylemin somutu, devrimci soyutun da aslî dinamiğidir.

Hayatla doğrudan bağları olan soyutlama ile şekillenen devrimci teori de, Seneca’nın deyişiyle “Yapmayı öğretir, söylemeyi değil.”

Sonucu ne olursa olsun ya da yol açacağı sonuçlardan bağımsız olarak Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya yönelen isyan(lar) devrimci teorinin zenginleştirilmesine doğrudan katkılar sağlamışlardır.

Tarih yapan yığın hareketlerinin, devrimci teorinin önünü/ yolunu açtığına hep tanık olduk… Mesela, “O şafakta yaşıyor olmak mutluluğun ta kendisiydi” diye yazıyordu William Wordsworth, Fransız Devrimi’yle ilgili olarak… Bunları yazarken aklında, devrimin sonrasında olup bitenler değil, 1789’un olayları vardı: Bastille Hapishanesi’nin basılması, mutlak monarşinin kaldırılması, feodal kurumların sona erdirilmesi, İnsan Hakları Bildirgesi’nin ilanı gibi…

Evet sonucu ne olursa olsun, yığın hareketleri tarihin önünü açan büyük alt üst oluşlardır, önemlidir…

Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn: Arap coğrafyası ve Ortadoğu’da var olan otoriter, baskıcı, kapalı, sorumsuz, yolsuzluk ve kayırmacılıktan malûl rejimlere karşı gelişen protesto ve direniş hareketleri dalga dalga gelişirken eski ölüyor, ancak yeni doğmuyor.

Kimse tam olarak direniş hareketlerinin neyle sonuçlanacağını kestiremiyor. Arap coğrafyası ve Ortadoğu’da bir “belirsizlik” durumuyla karşı karşıya kalıyoruz.

Geleceğe ilişkin endişeler var elbet; ama umut da canlı.

Yaşanan bir geçiş dönemi…

Şimdi geçiş dönemini ve onun devreye soktuğu direniş ile “değişimi” (ve başkalaşımı) anlamaya dönük ekonomi-politik bir analize muhtacız…

 

I. AYRIM: YDD

 

Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya yönelen isyan(lar), Tunus’ta kendisini yakan Muhammed Bouazizi’nin veya Twitter’ın yaygın kullanımının eseri falan değil…

Olan(lar) ile bitmeyen(ler)in ardında, sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Buhranı ile çevre ülkelerde boyveren “Gıda Krizi” yatmaktadır boyulu boyunca…

 

I.1) NEYİN KRİZİ, NASIL?

 

Kapitalist bir ekonomide şirketlerin rekabet mücadelesi içinde arttırmak zorunda kaldıkları sermayenin organik bileşimi (SOB, yani fiziksel girdiler/ ücretler oranı), kâr oranını (KO) uzun dönemli bir eğilim olarak düşmeye zorlar; sömürü oranındaki (SO, yani sermayenin el koyduğu artık/ ücretler) artışlar bu düşüş eğilimini durdurmaya yetmeyebilir (tanım gereği, 1960’ların sonunda “durgunluk içinde enflasyon/ stagflasyon” ile beliren bu sistemik sorun, 1970’lerin sonundan itibaren neo-liberal politikalarla aşılmak istenmiş, bu politikaların etkisiyle aşırı ölçüde “şişen” finans kesimindeki kârlılık, üretken kesim kârlılığını fazlasıyla aşmıştır.

Ahmet Tonak’a göre, “Bu farklılık bir taraftan sermaye için finans sektörünü cazip kılarken bir taraftan da bu cazip sektörü ürettiği artık değerle beslemesi gereken üretim sektörünün göreli olarak küçülmesi sonucunu doğurmuştur. Şişen finans sektörünün büyüyerek var olması için gerekli artık değer üretiminin sınırlarına yaklaşıldığı, 2000’li yılların başından itibaren özellikle emlak sektöründeki balonla hissedilmeye başlanmış ve nihayet 2008 içinde de kriz banka iflasları ile tetiklenmiştir.”[4]

Böylelikle devreye giren finans krizi, sürdürülemez kapitalizmin büyük “kurtarma operasyonu”yla (2007-2009 dönemindeki şirket ve banka kurtarma olayları skandal ölçülerine vardı!) merkezde bir borç krizine tahvil olurken; çevre ülkelerinde boyveren gıda krizi ile dünya ekonomisinde yaşanan çalkantılar, orta vadedeki iniş-çıkışlar değil, XXI. yüzyılın III. Büyük Buhranı’nı tarih sahnesine çıkardı.

Bu büyük deprem tüm yerküreyi kucaklarken; krizin etkisini daha da şiddetlenerek siyasi sonuçlarını yani isyan ve itirazları da kaçınılmaz kılmıştır…

“Olan-bit(mey)en”in neye evrileceği şimdiden kestirilemez; “alt-üst oluş”un nasıl biçimleneceği bir mücadele sorunudur.

Ancak ezilenler için unutulmaması gereken çözümün, parça-buçuk önlemlerde değil, kapitalizmin aşılmasında aranması; dolayısıyla III. Büyük Bunalım kesitinde emekçiler, taleplerini “kapitalizmin sınırları içinde gerçekleştirilebilir” olanlarla kısıtlamamalı, yeni ve daha ileri talepler tahayyül edebilmelidir.

Çünkü Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın, küresel ekonomik toparlanmanın kırılgan, çarpık ve belirsiz olduğu vurgusuyla, “Büyük belirsizlik hâlâ devam ediyor. Birçok kara kuğu küresel ekonomik gölde yüzüyor,” demek zorunda kaldığı koordinatlarda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da demokrasi isyanlarıyla sarsılırken, Avrupa’yı da borç krizi sallıyor. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’den sonra gözler şimdi krizdeki İspanya’dayken; ‘Eleftherotipia’ gazetesinin haberine göre, büyük miktarda borcu bulunan Yunanistan, IMF ve AB’den borç yapılandırması için talepte bulundu.

İrlanda bankalarına uygulanan stres testleri sonucunda, ülkenin sıkıntılı bankacılık sektörünün 24 milyar Avroluk ek sermayeye ihtiyaç duyduğu belirlendi ve Portekiz krizi de Avro Bölgesi’nde yaşanan sorunları yeniden su yüzüne çıkardı.

Avrupa Merkez Bankası Başkanı Jean-Claude Trichet, Portekiz’in ekonomisini düzeltmek için hazırladığı kemer sıkma politikalarını sürdürmesi gerektiğini belirtirken; AB liderleri, AB’nin finansal kurtarma fonunun gücünü 440 milyar Avro’ya çıkarılmasına karar verdi. Portekiz’deki sorunlar “Sıradaki İspanya mı?” sorusunu yeniden akıllara getirdi. ‘The Financial Times’ta yayımlanan bir analize göre İspanya’yı kurtarmanın maliyeti 1.1 trilyon Avro, bu miktar diğer kurtarmaları gölgede bırakıyor.

Evet, “İktisatçılar ve siyasi karar alıcılar arada bir ‘İspanya krizi’ diye bir şey olmadığından dem vuruyor. Aslında süregiden karmaşanın tam ortasında toplanan üç büyük sorun var: Euro bölgesi dahilinde mali çöküş söz konusu; bu minvalde son yıllarda önce Yunanistan, sonra İrlanda hükümetlerinin finans piyasalarından fahiş faizlerle borç almaları engellendi. İspanyol emlak piyasasında erime var; bu da karşılığında bölgesel bankalarla devlet hazinesi açısından bir krizi tetiklemiş durumda. Ve son olarak, İspanya’nın işgücü piyasasıyla ilgili uzun zamandır devam eden bir sorun yaşanıyor; ülkedeki her beş çalışandan biri resmî olarak işsiz.”[5]

Özetle sürdürülemez kapitalizmin 2007 sonrası, sistemin kaçınılmaz krizlerini aşabilmek için devreye soktuğu finansallaşmanın ve rantiye birikim tarzının doğrudan sonucudur. Kapitalizm, sanayi ve tarımsal ekonomide gerilemekte olan kârlarını dünyayı bir kumarhane masasına dönüştüren finansal rant oyunlarıyla koruyabilmiş durumdaydı. Dahası, kapitalizmin bu tür dönüşümleri yalnızca XX. yüzyılın son çeyreğine özgü olmayıp; XIX. yüzyılın sonunda ve XVIII. yüzyılda da yaşanmış idi.

Kapitalizmin bütün bu yapısal nitelikli krizlerinin ayrılmaz bir parçası olduğunu da gözlemekteydik. Krize neden olan bu üretim fazlasının bir şekilde “yakılması” gerekliydi. Dolayısıyla, iktisadi yatırıma dönüştürülemeyen, satın alınamayan mal fazlasının savaş konjonktürü içinde yakılması gündeme gelebiliyordu.

Rosa Lüksemburg’un ortaya attığı ve XX. yüzyılın geride kalan deney ve gözlemlerinde pekiştirilen düzeltici savaş kavramı böyle ortaya çıktı. Söz konusu kavram 20 Mart 2003’te başlayan Irak’ın işgalini, bundan iki yıl önceki Afganistan müdahalesini ve Libya’nın işgali gibi emperyalizmin saldırılarını kucaklarken; devasa bir silahlanmayı yani militarist brikim ve çatışmayı da devreye sokar.

 

I.2) SİLAHLANMA = SERMAYENİN MİLİTARİST BİRİKİMİ

 

“Silahlanma = Sermayenin Militarist Birikimi” denklemine ilişkin olarak hızla sıralayarak ilerleyelim:

Dünyada askerî harcamalar 2010 yılında 1 trilyon 630 milyara tırmandı. ‘Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) raporu, pek çok ülkenin silahlanma giderlerini, askerî faaliyetlerini ekonomik krize rağmen tümüyle durdurmadığını, kısmen kısma yoluna gittiğini ortaya koydu.

SIPRI raporuna göre, askerî harcamalar 2010 yılında yüzde 1.3’lük artışla 1 trilyon 630 milyar dolara çıktı. Raporda 2010’daki küresel askerî harcamalarda ekonomik krizin de etkisiyle 2001 yılından bu yana en düşük artışa sahne olunduğuna dikkat çekildi. Küresel askerî harcamaların 2001 ve 2009 arasında yıllık ortalama yüzde 5.1 arttığı belirtildi.

Askerî harcamalarda rekor her zaman olduğu gibi ABD’de. ABD’yi Çin ve Rusya izliyor. 2010 yılında askerî harcaması en fazla artan bölge yüzde 5.8’lik yükselişle toplam 63.3 milyar dolarla Güney Amerika oldu. Avrupa’nınsa askerî harcamaları 2010’da yüzde 2.8 oranında geriledi. Ortadoğu ise harcamaları artan bölgeler arasında.

 

KİM NEREYE NE KADAR SİLAH SATIYOR? (2010)
ÜLKE LATİN AMERİKA (yüzde) AFRİKA (yüzde) ASYA (yüzde) KUZEY AFRİKA VE ORTADOĞU (yüzde)
ABD (14 milyar dolar) 3 0.6 22 39
İNGİLTERE (4.6 milyar dolar) 0.1 0.5 13 72
FRANSA (4.3 milyar dolar) 2 0.1 39 40
RUSYA (3.4 milyar dolar) 2 9 62 15
ÇİN (500 milyon dolar) 0.1 23 45 18

 

EN ÇOK İTHALAT VE İHRACAT YAPAN 20 ÜLKE
İTHALATÇI ÜLKE Milyon dolar/ 2010 İHRACATCI ÜLKE Milyon dolar/ 2010
HİNDİSTAN 11.139 ABD 37.043
ÇİN 7.724 RUSYA 28.088
GÜNEY KORE 7.403 ALMANYA 13.033
PAKİSTAN 5.626 FRANSA 8.768
YUNANİSTAN 4.939 İNGİLTERE 4.931
BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ 4.801 HOLLANDA 4.091
SİNGAPUR 4.402 ÇİN 4.035
CEZAYİR 4.112 İSPANYA 3.554
AVUSTRALYA 4.054 İTALYA 2.744
ABD 3.995 İSVEÇ 2.441
MALEZYA 3.500 İSRAİL 2.287
ŞİLİ 3.206 UKRAYNA 2.132
İSRAİL 2.845 İSVİÇRE 1.460
TÜRKİYE 2.776 KANADA 1.214
VENEZÜELLA 2.619 GÜNEY AFRİKA 699
MISIR 2.572 GÜNEY KORE 652
İNGİLTERE 2.517 POLONYA 580
NORVEÇ 2.482 BELÇİKA 554
JAPONYA 2.381 NORVEÇ 449
POLONYA 2.328 BREZİLYA 398

 

BÖLGESEL ASKERİ HARCAMALAR
BÖLGE ASKERİ HARCAMA (milyar dolar-yüzde)
KUZEY AMERİKA 684 (yüzde 44)
MERKEZ VE GÜNEY AMERİKA 59.2 (yüzde 4)
AVRUPA 424 (yüzde 27)
ASYA 275 (yüzde 18)
AFRİKA 27.7 (yüzde 2)

 

EN BÜYÜK 10 SİLAH ŞİRKETİ
1-) BOEING En büyük havacılık firması. Askerî uçak üretiminde ilk sırada. Helikopter ve savunma sistemlerinde uzman.
2-) EADS Merkezi Hollanda’da bulunuyor. Cirosu 50 milyar doları aştı. Füze sistemleri konusunda dünya lideri.
3-) UNITED TECHNOLOGIES Skorsky helikopterlerinin üreticisi. 40’ın üzerinde ülkeye silah satıyor. Hidrojen yakıtında da uzman.
4-) LOCKHEED MARTIN 56 ülkede faaliyette. Son olarak beşinci nesil F-35 savaş uçağı ile dikkat çekti. ABD ordusunun belkemiği.
5-) HONEYWELL INTERNATIONAL Uçak parçaları, motorlar, aviyonikler ve çeşitli havacılık hizmetlerinin küresel çapta önde gelenlerinden.
6-) NORTHROP GRUMMAN Dünyanın en büyük 200 şirketi içinde. Aynı zamanda Lockheed Martin’in de en büyük partneri.
7-) GENERAL DYNAMICS ABD’li şirketin cirosu 24.2 milyar dolar. Özellikle askerî ürünler alanında önemli bir yere sahip.
😎 BAE SYSTEMS İngiliz şirketin cirosu 30 milyar doları aşıyor. Savaş silahları ve araçları konusunda uzman. ABD’ye de satışı var.
9-) FINMECCANICA İtalyan şirket, Fortune 500’de yer alan diğer bir savunma şirketi. 20 milyar doların üstünde cirosu var.
10-) BOMBARDIER Kanadalı. Havacılıkta dünyanın en çok tanınanlarından. Ulaştırmaya da önemli yatırımları bulunuyor.

 

Devamla: Libya’ya müdahale başladığından beri 6 büyük silah üreticisinin değeri 2 milyar dolara yakın arttı. Fransız şirketleri de ilk sırada geliyor.

Savaş, ekonomik sorunları çözmenin de en kestirme yolu… Libya’ya müdahalenin bütün siyasi nedenleri bir yana, ortaya çıkan ekonomik tablo bu gerçeğin bir kez daha kanıtlandığını gösteriyor. ‘Savaş tanrıları’ olarak anılan en büyük silah ve savunma sistemleri üreten firmaların bir haftalık hisse hareketleri incelendiğinde, küresel krizde ağır yara alan büyük ekonomiler için Libya müdahalesinin şimdiden bir dinamizm kattığı ortaya çıkıyor. NATO şemsiyesi altında Libya’ya aktif müdahale eden ülkelere ait 6 firma, ilk füze atıldığı günden bu yana 2 milyar doların üzerinde bir kazanç sağladılar.

Askerî şirketlerin en büyüklerinden olan ABD’li Boeing’in hisseleri bir haftada yüzde 6.1 arttı ve şirketin değeri 54 milyar dolara çıktı. Yani bir haftada 400 milyon dolar kazandı. İngiliz Baessystem ise hisse değerini yüzde 2,3 yükselterek 397 milyon dolarlık bir gelir elde etti. Kanadalı Bombardier’in kazancı 251 milyon dolar, İtalyan Finmeccanica’nın 243 milyon dolar, Fransız Thales’in 409 milyon dolar ve en önemli müşterilerinden biri olan Kaddafi’ye de Mirage uçakları satan Dassault’nun 324 milyon dolar kazancı oldu.

Kaddafi’nin saldırılara karşı kullandığı silahların neredeyse tamamının Rus ve Fransız ürünü olması da ayrıca dikkati çekiyor. Yani müdahale öncesi silah satan şirketler kendi silahlarına karşı müdahale ederek bir haftada kazancını arttırdı.

 

I.3) DERİNLEŞEREK YAYGINLAŞAN EŞİTSİZLİK

 

Bu “kazanç” madalyonun bir yüzüyken; derinleşerek yaygınlaşan eşitsizlikte ifadesini bulan öteki yüz de şöyle: IMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlanan Küresel İzleme Raporu’na göre 2010 yılının haziran ayından beri 44 milyon insan yoksulluk sınırının altına düştü.

IMF, günde 1.25 dolardan az bir gelirle geçinmek zorunda kalan yoksullara acil yardım çağrısı yaptı.

Dünya Bankası Avrupa ve Orta Asya Bölgesi Strateji ve Operasyonlar Direktörü Theodore Ahlers, artan gıda ve enerji fiyatlarının Avrupa ve Orta Asya bölgesinde 5.3 milyon kişinin daha yoksulluğa sürüklenmesine neden olabileceğini tahmin ettiklerini açıkladı.

Bölgede gıda ve enerji fiyatlarının artması nedeniyle en fazla yoksulluk yüzde 11 oranla Kırgızistan’dayken, onu da yüzde 9 oranıyla Ermenistan ve Gürcistan takip etmekte…

IMF ve Dünya Bankası’nın, ‘Küresel İzleme Raporu 2011: Binyıl Kalkınma Hedeflerine Ulaşılması Olasılıklarını Arttırmak’ başlıklı raporunda, gelişmekte olan (çevre) ülkelerin yüzde 45’inin sağlığı koruma önlemlerine erişim, yüzde 39’unun anne ölümleri, yüzde 38’inin de çocuk ölümlerini engellemede hedeflerin çok uzağında kaldığının altı çizildi.

Özetle dünya ekonomisinde son 20 yılda ekonomik büyüme konusunda önemli gelişmeler gözlemlenirken, gelir dağılımı eskisine göre daha adaletsiz hâle geldi. OECD tarafından Paris’te düzenlenen bir forumda, gelir eşitsizliği konusuna değinildi.

Bu çalışmaya göre, OECD ülkelerinde 25 yılda ortalama hane halkı geliri yıllık yüzde 1.7 oranında büyürken, en yüksek yüzde 10’luk gelir diliminde bu artış hızı yüzde 2; en düşük yüzde 10’luk gelir diliminde ise yüzde 1 olarak gerçekleşmiş.

Yani geçen 25 yılda düşük gelirlinin kazancı artış göstermekle birlikte, zengin nispeten daha fazla zenginleşmiş. Hesaplamalara göre yüksek gelirli kesimin ortalama geliri, düşük gelirli kesimin ortalama gelirinin 9 katı olmuş! Yani milli geliri daha az sayıda kişi elinde toplamış!

Bu da çevre ülkelerdeki gıda krizini devreye sokmuştur…

 

I.4) “GIDA KRİZİ”NİN BOYUTLARI

 

Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, gıda fiyatlarındaki artışın yoksullar için büyük tehdit olduğunu belirterek, “Tam boyutlu bir krizden sadece ‘bir şok’ uzaktayız,” dediği koşullarda dünyada yaşanan sel ve kuraklık felaketleri ile mal fiyatlarında siyasi isyanların da yol açtığı artış, küresel krizin etkilerini tetikliyor.

Dünya Bankası gıda fiyat endeksinin, 4 ayda yüzde 15 düzeyinde arttığı; bu seviyenin küresel krizin en yoğun hissedildiği 2008’e göre sadece yüzde 3 daha düşük düzeyde olduğu ifade ediliyor. Küresel verilerde, son altı aylık dönemde buğday fiyatları iki katına çıktı. 2010’un son aylarında mısır fiyatları Brezilya’da yüzde 56, Arjantin’de yüzde 40 düzeyinde artış gösterdi. Bunun yanında pirinç ve şeker fiyatlarında da yukarı yönlü bir trend var.

Dünya tahıl üretiminde ve tüketiminde Çin, takip edilmesi gereken bir ülke… Dünya üretiminin ve 1.5 milyar nüfusuyla dünya tüketiminin önemli bir kısmı bu ülkede oluyor. Bu nedenle Çin’de yaşanan kuraklık pirinç, buğday, mısır, soya fasulyesi gibi tarım ürünlerinin fiyatlarını küresel olarak etkiliyor.

Dünya tarım istatistikleri incelendiğinde, dünya mısır üretiminin yüzde 41’i ABD’de gerçekleşirken, bunu yüzde 20 ile Çin takip ediyor. Bu da aslında mısır üretiminde ABD ve Çin pazarının küresel büyüklüğünü ortaya koyuyor. Çin, dünya pirinç üretiminde yüzde 29 ile en yüksek üretim gücünü elinde tutarken, bunu yüzde 19 ile Hindistan takip ediyor.

Buğday üretiminde ise Çin yüzde 17 ile lider konumunda, Hindistan yüzde 12 ile ikinci sırada. Türkiye, dünya buğday üretiminin yüzde 3’nü yapıyor. Rakamlar incelendiğinde, Çin’in tahıl piyasasında fiyatları hareketlendirecek gücü olduğu görülüyor. Çin, yoğun nüfusu nedeniyle tarım ürünlerini ihraç etmiyor, ürettiklerini hanehalkı tüketimine sunuyor ve sadece az miktarda ithalat yapıyor. Çin’de yaşanan kuraklığın ihracat pazarlarını bu nedenle etkilemesi beklenmemeli.

Endişe duyulması gereken konu, Çin’in azalan üretim hacmini ithalat artışına giderek kapatma çabası olmalı. Çin’de artan talebin dünya üzerinde buğday, pirinç, mısır ve soya fasulyesi üzerine fiyat artışı yaratması kaçınılmaz olacak. Kısaca 670 milyon tonluk dünya hububat üretiminin yaklaşık yüzde 25’ini tükettiği bilinen Çin’in kuraklık nedeniyle talep artırması ve dünya dengelerini zorlaması beklenebilir.

Bu kapsamda “Tunus ve Mısır: Halk Öfkesinin Yakıtı Gıda Krizi” saptamasının dillendiren Michael R. Krätke ekliyor:

“İsyanlar, gıda fiyatları enflasyonundan aylar sonra patlak verdi. Her iki ülke de yeni bir küresel gıda krizinin habercisi oldular

Dünya nüfusunun çoğunluğu için yeni bir gıda krizinin baş göstereceği geçen yaz duyurulmuştu. Birleşmiş Milletler (BM), yoksulluğun, 2011 yılında yeni isyanları başlatacağı konusunda uyarıda bulunmuştu. Endonezya ve Meksika’da toplumsal huzursuzlukları kışkırtan ve temel gıda maddeleri fiyatlarında rekor artışlara yol açan 2008 yılı küresel gıda krizi döneminin, tekrar edebileceğini söylemişti. Şimdi, BM yetkililerinin haklılığı görülüyor. 2008 yılındaki gereklilikler, yoksul ülkelerde kanlı ayaklamalara yol açtı. Yalnızca Haiti’de değil Mısır’da görüldü. Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) gıda fiyat endeksi -alışveriş sepetindeki temel gıda maddelerinden buğday, mısır, pirinç, soya, şeker, yağ ve süt ürünleri fiyatları- 1990 yılında açıklanmaya başlamasından bu yana en yüksek noktasına ulaştı. O zamandan bu yana açlık zirveye ulaştı. Şu anda 215 puanda, 2008 yılı Haziran ayındaki 213.5 puanın üstünde.

Aralık ayında, buğday, yağ, mısır, pirinç, et ve sütün fiyat endeksleri tüm rekorları param parça etti: mısır yüzde 60, buğday yüzde 43, şeker yüzde 77 artış kaydetti. İyi durumda bulunan Avrupa’da bile enflasyonla geçilen bir yılın içinde tüketici fiyatları artırılırken dünyanın diğer bölgelerinde yetersiz beslenmenin üstesinden gelinmeye çalışılıyor ve yüksek fiyatların neden olduğu açlığa karşı hayatta kalmak için günlük mücadele devam ediyor.

Bugün Mısır başta olmak üzere Arap ülkeleri ve Afrika ülkelerinin çoğunluğu gıda ithalatına tabiler ve çoktan beri dünyanın en fazla hububat ithal eden ülkesi durumundalar. Tunus, Cezayir ve Mısır’da, aileler gıda harcamalarının gelirlerinin yüzde 40’ından yüzde 50’sine çıkarmak zorundalar. Zaten Kasım ayından beri yüzde 20’den yüzde 25’e kadar varan zamları zar zor absorbe edilebiliyorlardı. Özellikle genç bir nüfus inanılmaz bir işsizlikten muzdarip ise. İşsizlik hâli ve gelir yoksunluğu, az ekmek, daha az et, insanların sokaklara umutsuzluklarını taşımaları hiç şaşırtıcı değil…”[6]

 

II. AYRIM: ORTADOĞU VE ARAP DÜNYASI

 

Sözünü ettiğim hareketlenme Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya uzanan coğrafyayı da derin etkisi altına almıştır…

Kuzey Afrika ile Ortadoğu’da yaşanan “hareketlenme”, Immanuel Wallerstein’in 90’lı yılların sonunda kaleme alarak, önümüzdeki 25-50 yılın önemli olaylara gebe olacağı öngörüsünü kanıtlarken; “Ancak gelişmelerin iyi ya da kötüye mi olacağının yanıtını bu sürece yön verenler belirleyecektir,” saptamasının da altını çizer.

Daha başında olduğumuz mücadele dalgalar hâlinde gelişip, gerileme istidadındayken; olanların bölgede yaşananlarla (ve tarihiyle) ilintili olduğu da göz ardı edilmemelidir.

Gassan Şerbel’in ifadesiyle, “Ortadoğu’da son yıllar kolay olmadı. Bölgede kalıcı izler bırakan patlamalar yaşandı. İran’daki İslâm devriminden Beyrut’u işgal eden İsrail ordusuna, Beyaz Saray’da imzalanan Oslo anlaşmasından Kuveyt’i işgal eden Saddam ordusuna, Irak’taki Amerikan askerînden Beyrut’ta öldürülen Başbakan Refik Hariri’ye kadar birçok olay gördük. Yine de Ortadoğu’nun şu anda yaşadıklarının bütün bu olaylardan daha önemli ve tehlikeli olduğunu ve mevcut tablonun bir benzerinin daha yaşanmadığını söylemek abartı olmaz. Zira bu kara bulutlar, bölgede geçici değil. Ülkeler endişeli ve kafaları karışık.

Emsallerinin olmaması, çözümün zorluğunu arttırıyor. Önümüzdeki sahne tamamen yeni… Göstericilerin sokaklara çıkması, değişim hayallerinin büyümesi ve öfke günlerinin başlaması için küçük bir gösterinin rejimin prestijini sarsması yeterli…

Bölgedeki kafa karışıklığı büyük, korku açık ve sahne kasvetli… Çoğu ülke art arda uzun yıllar kaybetti. Fakirlik, marjinalleşme, kalkınmanın tökezlemesi, kurumların yokluğu, kötü eğitim ve işsizlik. Kara bulutlar yığıldıkça yığıldı. Huzur dönemi de zaten çoktan sona erdi.”[7]

Evet, bölge büyük bir alt üst oluşla yüzleşmekteyken; bunun da kapsayıcı ve uzun süreli olacağı bir “sır” değildir.

Yeni durum yeni kaos doğururken; bölgede şiddetli bir deprem söz konusudur… Bu kaos çerçevesinde, Afrika’dan Güney Asya’ya ve oradan Körfez’le Arap doğuya uzanan yay içinde Arap ve İslâm ülkelerinde yeni iç sorunlar patlak vermiştir ve daha da boyutlanacaktır.

Çünkü tarihî soru(n)ların biriktirdiği patlayıcılarla betimlenen Ortadoğu önemli bir coğrafya olması yanında jeo-stratejik bir enerji havzasıdır.

Ortadoğu’nun ve Avrasya’nın sömürgeleştirilmesinin bir bakıma dünyanın bir bütün olarak sömürgeleştirilmesi anlamına geldiği, küresel sermayenin bütün uzmanları tarafından vurgulanmaktadır. Bu bakımdan küresel kapitalist sistemin XXI. yüzyıl stratejisinde Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi öncelikli olarak ön plana çıktı.

Bölgenin jeopolitik güçlerin rekabetinin merkezi hâline gelmesinin hiç şüphesiz ki birçok ekonomik-politik neden sıralanabilir. Özellikle dünyanın en önemli enerji yataklarına sahip olan, silah ticaretinin merkez üssü hâline gelen, uluslararası küresel tekeller için azami kârın en yüksek olduğu bu bölgenin kapitalizmin küresel sömürgecilik sistemine dâhil edilmesi, aynı zamanda, dünya kapitalist sistemin geleceği bakımından oldukça önemli görülmekteydi.

Kapitalist küreselleşme stratejisi, doğal olarak talana ve yağmaya dayanmaktadır. Bunun için belirli kapitalist grupların uluslararası ilişkileri yeniden belirlemeleri bir bakıma zorunlu ve kaçınılmaz bir durumu oluşturuyor. ABD’nin uluslararası uzmanlarından Paul Johnson, “Akdeniz’de ve Uzakdoğu’da, Afrika’da, Batılı devletler[in] bir anlayış birliği içinde” bu kolonyalizmi, “askerî güçlerle” başaracaklarını belirtmektedir.

Esas amaç “Büyük Ortadoğu Projesi” (“BOP”) içinde bölgeye dayatılan küresel tipte burjuva devletlerinin yaratılmasıdır.

Bu özellikleriyle de bölge, hem kapitalist barbarlar hem de karşıt toplumsal güçler açısından önemli gelişmelere sahne olmaktadır.

 

II.1) YAPI-DURUM- SORU(N)

 

“1.2 milyarlık İslâm nüfusunun yaklaşık 300 milyonu jeopolitik olarak önemli Doğu Akdeniz, İran Körfezi ve Orta Asya bölgesinde yaşamakta”yken;[8] Kuzey Afrika ve Orta-Yakın Doğu ülkelerinin yüzölçümü yaklaşık olarak 12 milyon kilometrekarelik bir alanı kapsamaktadır. Yüzölçümü olarak ele aldığımızda, dünya sıralamasında Cezayir 11., Suudi Arabistan 13., Libya 16., İran 17. ve Mısır 26. sırada bulunmaktadır.

Bu ülkelerdeki nüfusun yaş oranları dikkate alındığında, çok önemli bir kesiminin genç kuşaktan oluştuğu anlaşılır. 15 yaşından küçük olanların genel nüfus ortalaması içerisindeki oranı yaklaşık olarak yüzde 33’tür. 30 yaş sınırına kadar alındığında bu oran yüzde 55’i bulmaktadır. İran, Türkiye, Mısır, Cezayir, Fas, Tunus, Cezayir, Yemen, Sudan gibi ülkelerde nüfus artışı dünya ortalamasının üzerindedir. Tarihsel, sosyal, kültürel ve dinsel faktörler dikkate alındığında bu durumun devam edeceği görülüyor.

2009 yılı verilerine göre söz konusu olan bölge ülkelerinin GSMH, dünya GSMH’sinin yüzde 3.2’si, yani 2 trilyon 34 milyar 128 milyon dolardır. Genel ortalama olarak düşük gibi görünen bu rakam, bölgesel kaynaklar ve kâr oranları hesaplandığında uluslararası sermaye için çok önemli bir rakamı oluşturmaktadır. Suudi Arabistan 390 milyar dolar GSMH ile dünyanın ilk 20 ekonomisi içerisinde yer almaktadır.

Dünya çapında kişi başına düşen milli gelir ortalama olarak 7.438 dolardır. Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesini kapsayan ülkelerin tamamında, kişi başına düşen milli gelir yaklaşık olarak 3.480 dolardır. Örneğin bölgenin en kalabalık nüfusuna sahip Mısır’da kişi başına düşen GSMH 2.114 dolar, Fas’ta 2.731 dolar, Tunus’ta 3.732 dolarken, Katar’da 84.969 dolar, BAE’de 24.730 dolar, Kuveyt’te 46.964 dolar, Suudi Arabistan’da ise 19.096 dolar olarak gerçekleşmiştir.[9]

 

ORTADOĞU VERİLERİ
ÜLKE GSYİH (milyar dolar) KBMG (dolar) DIŞ BORCU (milyar dolar) İHRACAT (milyar dolar) İTHALAT (milyar dolar) DIŞ TCARET HACMİ (milyar dolar)
BAE 270.0 40.400 37.71 129.7 117.4 247.1
BAHREYN 26.7 37.200 10.5 19.1 15.6 34.7
FLİSTİN 3.0 1.066 0 0.7 3.0 3.7
IRAK 112.9 4.000 101 66.1 43.5 109.6
İRAN 278.0 4.222 13.8 76.5 61.3 137.8
İSRAİL 205.0 26.535 60.9 65.1 126
KATAR 117.0 85.350 49 59.0 25.0 84.0
KUVEYT 111.3 39.300 34.6 63.7 20.6 84.3
LÜBNAN 28.8 7.375 21.8 3.5 16.1 19.6
MISIR 105.9 1.453 29.9 29.3 52.7 82.0
SURİYE 50.9 4.532 7.3 12.6 14.5 27.1
SUUDİ ARABİSTAN 467.7 20.700 63.2 311.1 92.4 403.5
UMMAN 44.5 14.400 5.2 19.8 8.9 28.7
ÜRDÜN 28.2 4.700 7.5 6.0 11.0 17.0
YEMEN 27.6 2.600 6.5 9.2 9.2 18.4
ORTADOĞU TOPLAMI 1.878.5 19.589 (ortalama) 424.1 867.2 556.3 1.423.5

 

Ortadoğu’da Filistin dışında on dört ülkeden yedisi cumhuriyet, üçü emirlik, dördü monarşi ile yönetilmektedir. BAE federasyon, Katar ve Kuveyt emirlik, Bahreyn, Suudi Arabistan, Umman, Ürdün krallık, diğer ülkeler cumhuriyetle yönetilmektedir. Anayasal monarşi dendiğinde anayasaya bağlı tek kişi yönetimi ifade edilmektedir. Kral, emir, şeyh tek başına yönetirken anayasaya bağlı kalır. Emir, sultan, kral yönetimi tek başına yapanın sıfatlarıdır.

Bu on beş ülkede toplam 300 milyona yakın insan yaşamaktadır. Türkiye’nin 4 katı nüfus bu bölgede yaşamaktadır. Toplam yüzölçümü 6.1 milyon metrekaredir. Türkiye’nin 8 katı büyüklüğü oluşturmaktadır. En büyük ülke Suudi Arabistan (1.9 milyon m2), sonra İran (1.6 milyon m2) ve üçüncü sırada Mısır (1 milyon m2) gelmektedir. Nüfus bakımından da en kalabalık ülke Mısır (80 milyon) ve İran’dır (65 milyon). En az Müslüman nüfus oranı Lübnan ve Katar’dadır. Monarşi ile yönetilen ülkelerde yaklaşık 40 milyon insan yaşamaktadır. İran’da yüzde 89, Irak’ta yüzde 65 Şii Müslüman vardır.

Bu tabloda Edward Said’in, “İsrailliler ezen; İsrailliler, Filistinlilere karşı aralıksız saldırı düzenleyen taraf”[10] diye betimlediği dizaynda, Ghassan Fayiz Kanafani’nin de, “Direniş hareketi, acılarından başka yitirecek hiçbir şeyi olmayan Filistinliler için tek çıkış yoludur,” formülasyonunun altını özenle çizdiği Filistin sorunundan Kürt meselesine veya iç soru(n)lara uzanan giriftlikte Ortadoğu için barış Kaf Dağı’nın ardındadır…

Hem de Racih Elhuri’nin, “Ortadoğu’daki karışıklıklar ve iç savaşlar yarım asır sürebilir ve değişim süreci, kaos ortamına ve hatta Somalileşmeye doğru bile gidebilir…”[11]

Yaser El Zeatire’nin, “Mağrip ülkelerinden Irak’a dek Müslüman dünyayı saran mezhep anlaşmazlıklarının derinleşmesi sadece bölgeyi parçalama projesine yarar. İran, mezhepçilikten en çok zarar gören ülke olduğunu anlamalı…”[12]

Münir El Hatib’in, “Toplumlarımızdaki kültürel alan kudurmuş köktencilik tarafından ihlâl edildi. Bu kudurmuş köktencilik çeşitliliği ve farklılığı şiddet yoluyla yok etmeye çalışıyor. Toplumlarımız bir asır boyunca yaşanan değişimin gölgesinde çoğulculuk kültüründen tek bir kültüre geçti…”[13]

Ureyb Elrentavi’nin, “Böyle giderse, Hıristiyanlığın ilk vatanı olan Arap vatanının ‘Hıristiyanlardan yoksun bölge’ ilan edilmesi ihtimali pek de uzak değil. ‘Modern’ Arap devleti, Hıristiyanlara kendi vatanlarında kalma sebepleri oluşturmakta ve uzun yıllardır yaşadıkları kan kaybını durdurmakta başarısız oldu. Bu durum, Arap Hıristiyan varlığını ‘sembolik varlığa’ dönüştürdü…”[14] dedikleri giriftlikte…

Gerçekten de Filistin’in Ankara Büyükelçisi Nebil Maaruf’un, “Ortaya çıkan tablo, ABD ve Avrupalıların Yeni Ortadoğu ya da Genişletilmiş Ortadoğu söylemlerinin hayata geçtiğine işaret ediyor,” diye tariflediği dizaynda sömürgecilerin, emperyalistlerin kuklaları tarafından yönetilen coğrafyaya ilişkin olarak Robert Fisk’in işaret ettiği gibi, “Ortadoğu’nun diktatörleri de halklarını korkutmayı pek sever.”[15]

Yani “onlar” yerine “onlarsız” bir totalitarizmi sürdürürlerken; olanı da, “Arap liderler halklarını dikkate almıyor,”[16] diye tarif eder Abdülbari Atwan…

Ancak, hiçbir şeyin durağan olmadığı ve olamayacağı üzere Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya uzanan coğrafyanın da kapısını kendiliğinden halk isyanlarıyla değişim gerekliliği çalmıştır…

İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in, “İslâmi uyanış” olarak tanımladığı Arap ülkelerindeki ayaklanmaların, böyle olmaması yanında; yine İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın da “ABD ve İsrail’in olmadığı yeni bir Ortadoğu’nun yakın gelecekte şekillenmekte olduğu” saptaması gerçekçi değildir…

Ortadoğu yeniden biçimlenirken; “Ortadoğu genelinde değişim, dışarıdan dayatılan tasarımların değil, ekonomik büyümenin damgasını vurduğu evrimsel bir süreçle gerçekleşecektir,”[17] diyen Marco Vicenzino ile Kuzey Afrika ülkelerinde demokrasiye geçiş için yeni bir “Marshall Planı” öneren İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero yaşanan gerçeği kavramaktan uzaktırlar…

Orta yerde yoksulluğa, yolsuzluğa ve diktatörlüklere karşı “Yetti artık” diye haykıran bir halk isyanı vardır; isyan eski statükoları sarsarken, sürece müdahale eden emperyalistler ilk başkaldırı dalgası karşısına, manipülatif ve bölgeyi yeniden “demokratikleşme” (?!) adına düzenleyeceği yalanına sarılan baskı/ restorasyon dalgasıyla, enerjinin yeniden paylaşımına içkin yapılanmayı devreye sokmuşlardır…

Tam da bu noktada Abdülbari Atwan’ın işaret ettiği üzere, “Ortadoğu’nun kaderi Kahire’de belirlenecektir.”[18]

Bilmeyen yok: Petrol, yerine geçecek bir enerji kaynağı bulunamadığı sürece daha çok savaşa neden olacak.

Çünkü ABD, petrol üreten 3 büyük ülkeden birisi olmasına rağmen, ürettiğinin 2 katı petrol tüketiyor…

Çin ürettiğinin 3 katı, Hindistan ürettiğinin 4 katı petrol ithal etmek zorunda…

Japonya, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Singapur, Belçika ve Yunanistan neredeyse hiç petrol üretmeden, çok tüketen ülkeler…

 

III. AYRIM: İLK DALGANIN GENELİ

 

David M. Beatty’in, “Önce Tunus ve Mısır’dı. Ardından Yemen, Bahreyn ve Libya geldi. Şimdi Suriye’de. Nerede duracak? Nasıl sonuçlanacak? Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da halk isyanlarıyla yazılan hikâye, kahramanca mı yoksa trajik mi sonlanacak? Ne olursa olsun, Arap Baharı’nın başarısına yönelik umutlar, sonrasında ne geleceğine dair korkuların burukluğunu taşıyor,”[19] diye tanımladığı isyan, insan(lık) için müthiş önemli…

Evet, evet Kuzey Afrika’da kitleler sokaklarda, meydanlarda, eşitlik, özgürlük, demokrasi talepleriyle, rejime, devlete karşı isyan hâlindeler. Tunus’ta ve Mısır’da devlet başkanları bu dalga karşısında tutunamadı…

Bu dalganın nereye, ne kadar gideceği henüz belli değil, ama daha şimdiden çok önemli etkiler yarattığı kesin.

Tunus’ta başlayan, Mısır ve Libya’yı da içine aldıktan sonra pek çok bölge ülkesine sirayet eden gelişmeler, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya yayılan çok geniş bir coğrafyada tarihin akışının yön değiştirdiğine işaret ediyor.

Bölgenin dört bir tarafında patlak veren olaylar, artık kontrol edilemeyen bir dizi dinamiğin kendiliğinden harekete geçtiğini, kartopu etkisiyle büyüdüğünü ve bir anlamda tarihîn değişim yönünde kendi ivmesini yarattığını gösteriyor.

Yol açacağı sonuçlardan bağımsız olarak ve kimsenin inkâr edemeyeceği üzere, “Bu sefer rüzgâr ‘yeryüzünün efendileri’ tarafından değil de ‘yeryüzünün lânetlileri’ tarafından esiyor. Batı’dan değil de Doğu’dan esiyor. Kuzeyden değil de Güneyden esiyor. Ufukta, artık bundan sonra hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağının emareleri beliriyor. Tunus’tan Mısır’a, tüm Arap dünyasını ve Orta Doğu’yu saran ateşin alevi, insanlığın ufkunu aydınlatıyor. Nil Devrimi, Batılı efendilere ve dünyaya onların gözüyle bakan diğerlerine hiç de beklemedikleri, alışık olmadıkları bir ders veriyor. Beş yüz yıllık burjuva saltanatının sonunun başlangıcını ilân ediyor. Tam bir bilgelik, olgunluk, vakar ve erdemle… Velhasıl insan onurunun ne demek olduğunu ve halk ayağa kalktığında nelere kâdir olduğunu, tarihîn gerçek öznesinin kim olduğunu, bir defa daha dosta düşmana gösteriyor…”[20]

Evet, “Gilles Kepel’in dediği gibi, bugüne kadar ‘Ya Bin Ladin ya Ben Ali’ seçimine zorlanan Arap halkları, ‘Ne Bin Ladin ne Ben Ali’ diye isyan ediyorlar…

Yazar Albert Camus, tanrılara kafa tutan, onların elinden ateşi alıp insanlığa vererek tanrısal düzeni yıkmayı başaran mitolojik kahraman Prometheus’un “Dünyaya saldığı çığlığa, insan başkaldırısının büyük çığlığına hâlâ sağırız hepimiz” diyerek bizleri suçlar ve ekler: “Bugünün insanı tarihi seçti. Tarihi kendi buyruğu altına alacak yerde, her gün biraz daha onun kölesi olmaya razı oluyor.”

Prometheus’un ruhunun dirilişini görmek hepimizi canlandırdı. Düşünür Slavoj Zizek’in dediği gibi, Araplar kendilerini hayatlarında ilk kez canlı hissediyorlar. Bizler de öyle. Şimdi hepimize düşen bu özü korumak ve yeniden ölüm uykusuna dalmamak gerek…”[21]

Kim ne derse desin; “Arap halk ayaklanmaları, şimdiye kadar hareketsiz bir istikrara sahip görünen bir bölgede yayılmaktadır,”[22] bu bile tek başına devasa bir önem sahiptir…

 

III.1) GİDİŞATIN DÖKÜMÜ

 

Hatırlanacağı üzere 14 Ocak 2011’de Tunus’ta işçiler İçişleri Bakanlığı’nın önünde gösteri yaparken devlet başkanı, diktatör Bin Ali ailesi ve çok miktarda para ve altınla birlikte Suudi Arabistan’a kaçtı. Hemen ardından Mısır’da günler süren kitle gösterilerini genel grevin izlemesiyle 11 Şubat 2011’de Hüsnü Mübarek devrildi.

Her iki diktatörün devrilmesinde de kitle mücadelesinin yanı sıra işçi sınıfının grev hareketinin önemli rolü oldu.

ABD önce Tunus’ta, ardından Mısır’da durumu kurtarmaya çalıştı. Diktatörlere “bırakın gidin” çağrısı yapılırken perde arkasında eski rejimin daha az yıpranmış unsurları ile yeni bir iktidar kurulmaya çalışıldı.

Tunus’ta eski rejimin artıklarının kurduğu hükümet sokaktaki demokrasi hareketinin gösterileri sonucu defalarca değişti ve sonunda içinde eski rejimin yöneticilerinin olmadığı bir hükümet kuruldu.

Mısır’da ise ordu duruma el koydu. Ordu’nun başında yıllarca Mübarek’in yanında yer almış olan Savunma Bakanı var ve bu yeni rejim derhâl grevleri ve gösterileri yasaklamaya çalıştı.

Yemen, Bahreyn, Suriye ve Libya’da sokağa çıkan halk yığınları büyük bir şiddetle karşılaştı.

Yemen’in 40 yıllık diktatörü demokrasi isteyen halkın karşısına kendi taraftarlarını silahlandırarak çıkardı. Gösterilere ateş açıldı ama gösteriler durdurulamadı ve sonunda önce ordu bölündü, ardından rejimin önde gelen birçok unsuru muhalefetin yanına geçti ve arka arkaya tavizler veren Başkan Salih sonunda 1 ay içinde başkanlık görevini bırakmayı kabul etti.

Salih’e geri adım attıran bir yandan sokaktaki mücadele, diğer yandan ise emperyalizm ve Yemen’deki gelişmelere büyük bir endişe ile bakan komşu krallıklar. Şimdi ABD, Suudi Arabistan ve diğer Körfez şeyhlikleri Yemen’de kendileri için büyük sarsıntı yaratmayacak bir değişimi örgütlemeye çalışıyorlar.

Bahreyn’de de hareket büyük bir güçle sokağa çıktı, rejimi sarsmaya başladı. Önce reformlar isteniyordu sonra rejim değişikliği istenmeye başlandı. Bahreyn Emiri gösterilere saldırdı ama gücü geriletmeye yetmedi. Bunun üzerine komşu krallıklar duruma el koydu. Suudi Arabistan, Katar ve BAE orduları Bahreyn’e girdi. Bahreyn şimdi büyük bir toplama kampı. Her taraf asker dolu, evler basılıyor. İnsanlara işkence ediliyor. Ve muhaliflere idam cezası veriliyor. Amerikan 5. Filosu’nun üssü olan Bahreyn hareketi şiddetle bastırmayı umuyor.

Libya’da ise bambaşka bir süreç işledi. Önce bütün diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi kitle gösterileri yaşandı, Kaddafi taraftarlarını Bingazi’de başkaldıranlara karşı harekete geçirdi. Muhalifler hızla Fransa, İngiltere ve ABD ile ilişkiye geçip, Kaddafi’ye karşı BM/ NATO seçeneğinin devreye sokulmasında rol oynadılar.

Suriye’de ise sokak gösterileri de başladı. Ancak rejim “reform yapacağız” derken gösterilere de saldırdı. Şiddet hareketi bastıramadı; gösteriler büyüdü.

Kuzey Afrika’dan Ortadoğu yönelen isyan(lar)ın ilk dalgası, diktaları sarsarken; halkın ve işçi sınıfının örgütlenme düzeyindeki sorunlardan ötürü isyanın devrime yol açmaması yani devrimci durumun devrime tahvil edilememesi; sürece yeniden ABD, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin müdahalesine zemin sundu…

Böylelikle de emperyalistler ve dostları isyan hareketin daha fazla yayılmadan sona ermesi için ellerinden geleni yaparlarken; bölgesel düzeyde yeniden paylaşım gündem maddesi olsa da gelecek henüz kesinleşmemiştir…

Özetle söz konusu ülkelerdeki sosyal çelişkiler son 20-30 sene içinde oldukça derinleşmiş ve keskinleşmiştir. Diktatörlükler her türlü muhalefeti acımasızca bastırmışlar ve fiziki olarak da yok etmişlerdir. Böylece tek başına kalan diktatörlükler, emperyalizmin alternatifsiz işbirlikçisi olmuşlardır. Bu nedenle, bölgede hâkimiyetini sürdüren emperyalist güçler, en başta da ABD, bu rejimleri ne pahasına olursa olsun istikrarlı kılmaya, evet ayakta tutmaya çalışmışlardır. Sosyal yoksullaşma, ulusal çıkarların dış güçlere/ emperyalizme peşkeş çekilmesi, her türden muhalefetin susturulması, zor kullanma da dahil İslâmcı muhalefeti meşrulaştırmış ve teşvik etmiştir.

Bu durumda Arap ülkelerindeki kendiliğinden hareketleri, halk ayaklanmaları, diktatörlüklere karşı mücadeleyi devreye sokmuştur.

Yani ağırlıklı petrol yatakları toprakları üzerindeki İslâm dünyasında, emperyalist Kuzey dünyasının çıkarları adına bugüne kadar ittifak yapılmış diktatörlüklerin yıkılmasını hedef alan başkaldırılar, halk ayaklanmaları, sokak eylemleri ülkelerden ülkelere, kentlerden kentlere sıçrarken; eylemlerin odağında kamera uzatılan bir gencin “Biz de XXI. yüzyılda yaşamak istiyoruz” cümlesi çok şeyi anlatıyor!

 

III.2) HAREKETİN NEDENİ VE ÖNEMİ

 

Arap dünyasında peş peşe başlayan isyanların ekonomik ve demografik yorumunu yapan ‘Le Monde’un, “Sorunun ana nedeni bölüşüm krizi,” saptaması boşuna değildir…

Ancak “Arap halkları sadece yoksul ya da aç oldukları için ayaklanmıyor. Arap sokakları bugün eşit yurttaş olma talebiyle, haysiyetli yurttaşlık talebiyle çınlıyor.”[23]

Özetle “Arap dünyasını ve başka bölgeleri sarsan protesto dalgası, kesinlikle sürpriz değil. Fas’tan İran’a kadar birçok ülkeyi etkisi altına alan ve bugüne kadar iki Arap muktedirini deviren hareketlerin arkasında birçok faktör var. İsyanın nedenlerine dair, Facebook sayfalarından gıda fiyatlarına kadar birçok açıklama mevcut. Bu listeye doğal olarak otoriter rejimlerde palazlanan ‘her devrin adamları da’ eklenebilir; bu tür rejimlerde kimse devlet liderine halkın ondan ve şürekasından rahatsız olduğunu söylemeye yanaşmaz. Uyarı işaretleri ortadaydı ve gereken sadece bir katalizördü. O katalizör, Tunus’ta intihar olarak ortaya çıktı ve sarsılmaz sanılan bir rejimi silip süpürdü…”[24]

Yani Immanuel Wallerstein’ın ifadesiyle, “17 Aralık 2010’da Muhammed Buazizi adlı gencin intiharı çok farklı bir süreç başlattı.

Bu, 1968’in ‘dünya devrimi’ ruhunun devamıydı. 1968’de, Arap dünyasında şimdilerde olduğu gibi, müesses nizamı protesto edenler, gençlerdi. Onları motive eden birçok husus vardı: İktidardakilerin acımasızlığı ve yolsuzlukları, ekonominin kötüleşmesi ve hepsinin ötesinde kendi kaderlerini belirlemek için haklarını talep etmeleri. Aynı zamanda dünya sisteminin yapısını ve liderlerinin dış güçlere boyun eğmesini protesto ediyorlardı. Şimdiki gençlerse, önceleri örgütlü değildi, siyasetten de pek haberdar değillerdi; fakat cesurdular. Ve 1968’de olduğu gibi, eylemleri bulaşıcı oldu.”[25]

Evet, “1968 neden 68’de olduysa, şimdi de isyanlar ondan oluyor… 1968 öfkenin de eseriydi.”[26]

Bu noktada ÖDP Genel Başkanı Alper Taş’ın, yaşananların dünyaya hatırlattığı en önemli şeyin “isyanın mümkün olduğu” vurgusuyla, “Tunus’tan Mısır’a, Libya’dan Bahreyn’e, Fas’tan Yemen’e onlarca yıldır halklarını yoksulluk ve zulme mahkûm eden diktatörlükleri birer birer sallayan ayaklanmalar küresel krizinin bedelini emekçilere, yoksullara, kadınlara ve ezilen halklara ödetmeye çalışan, dünyayı geri dönüşsüz bir medeniyet krizine sürükleyen sermaye güçlerine karşı direnişin güçlü adımlarıdır,” saptaması çok önemlidir…

Tıpkı Faik Bulut’un, “İsyan dalgaları bazen geri çekilecek bazen de gidebileceği yere kadar gidecek. Önüne barikatlar kurulduğunda doğal olarak geri çekilecektir. Bu durumda durur, dinlenir. Ama bir müddet sonra kendi güçlerini yeniden toparlar, değerlendirme yapar ve ivme alır. Burada önemli olan ruh… İtaatkâr bir ruh, isyankâr bir ruha dönüşüyor,” demesi gibi…

 

III.3) ÖNE ÇIKAN KADIN ÖĞESİ

 

“İtaatkâr ruhu, isyankâr ruha dönüştüren” gidişat müthiş önemlidir; bunun en önemli verisi ise, isyan(lar)da kadın öğesinin tarihin sahnesine yeniden çıkmasıdır…

Naomi Wolf’un, “Batı’nın gözündeki ‘itaatkâr Müslüman kadın’ imajı, Arap bölgesindeki gösterilerde ön saflarda yer alan ‘lider ruhlu’ kadınlar sayesinde değişiyor,” diye betimlediği güzergâhta kimileri tişörtleri ve kot pantolonları, kimileri başörtüleri ve uzun etekleriyle Tunus’tan Kahire’ye, Manama’dan San’a’ya kadınlar Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da sadece protesto gösterilerine katılmakla kalmadı, aynı zamanda gösterilerde ön saflarda yer aldı.

‘İnsan Hakları İzleme Örgütü’nden araştırmacı Nadim Houry AFP’ye yaptığı açıklamada, “Kadınlar isyanlarda ve devrimlerde tamamlayıcı bir rol oynadı, oynamaya da devam ediyor. Önemli olan fiziksel olarak sokaklarda mevcut olmaları, varlıklarını göstermeleri” derken; “Kadınlar, meydanlarda düşüncelerini ifade eden vatandaş rolünden de öte, gösterilerde yaralananların tedavisi, gıda yardımlarının organizasyonu, çadırdakilere battaniye dağıtılması ve yanı sıra bayan doktorların ve akademisyenlerin de faaliyetlerinin sorumluluğunu üstlendi.

Bazı durumlarda ilk girişim, kadınlardan geldi. Yemen’de Tevekkel Keriman adında bir kadın, Sana Üniversitesi’ndeki ilk gösteriye önderlik etti ve 48 saatten fazla cezaevinde kaldı. Keza Suriye’de tutukluların serbest bırakılması için İçişleri Bakanlığı binası önündeki ilk kadın gösterisine de bir kadın liderlik etti. Bahreyn’in İnci Meydanı’nda Zeynep Havaca, aile bireylerinin tutuklanmasını protesto edip açlık grevi yaptı.”[27]

Örneğin Tevekkül Karman… Esma Mahfuz… Diana Jawabra…Leyla Bouazizi…

Adlarını duymamış olabilirsiniz ama onlar, Ayşe Karabat’ın dediği gibi, “Arap baharının asıl liderleri. Onlar milyonlarca insanı sokağa çıkmaya ikna eden kadınlar.

Bouazizi, Tunus’ta kendisini yakarak devrimin ateşini yakan Muhammed Bouazizi’nin kardeşi. Leyla konuşmasaydı, halkın sokağa dökülmesi zaman alacaktı.

Dara’da Suriyeli avukat Jawabra tutuklanmasaydı, Ortadoğu’nun en kurnaz diktatörlüğünde insanlar sokağa çıkma cesareti bulabilecek miydi?

Yemen’de üç çocuk annesi gazeteci Karman, vazgeçseydi diktatör Ali Salih’e karşı gösteriler sürer miydi?

Mısır’da 26 yaşındaki Esma Mahfuz, Twitter’ı bu kadar iyi kullanmasaydı, Mübarek koltuğundan olur muydu?”[28]

Elbette hayır…

 

III.4) İSYAN “DEVRİM” DE DEĞİL, “KOMPLO” DA…

 

Burada bir parantez açmak gerek: Yaşananlar bir devrim değil isyandır!

Evet, yönetenlerin yönetemediği durumda yönetilenlerde artık yönetilmek istemiyor ki, bu bir devrimci durumdur; ancak unutulmasın her devrimci durum (ve isyan) devrime yol açmaz; devrimci durumun devrime dönüştürülmesi Modern Prens’i “olmazsa olmaz” kılar…

Erol Katırcıoğlu adında bir liberal “Adını ne koyacağımız hâlâ tartışılıyor, Devrim desek mi demesek mi diye. Ama Tunus ve Mısır halkları için bu tartışmanın bir anlamı yok. Çünkü onlar zaten bunu yapıyorlar, yani kendi ülkelerinin vesayet rejimlerini bir bir deviriyorlar,” diyerek “vesayet”in yıkılmasını “devrim” ilan etmeye kalkışsa da; devrim bu değildir ve olamaz da…

“Neden” mi? Metin Çulhaoğlu’nun deyişiyle, Çünkü Onlar için iyi numaradır; ama “devrim” kavramının karşı tarafın orta malı hâline gelmesi bizim için iyi değildir.”

Evet şu an Arap dünyasında yaşananları “devrim” kavramıyla tanımlamam mümkün değilken; “komplo” olarak  sunulmaya kalkışılması da “absürd”dür…

“Türkiye’de ve dünyada birçok kişi ve çevre, Ortadoğu’da son gelişmelerin ‘kendiliğinden’ yaşandığına inanmıyor, inanamıyor. Bunların büyük bölümünün bütün olup bitenleri ABD’nin ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) bağladıklarını biliyoruz. Hadi Libya neyse de Tunus’ta ve tabii ki Mısır’da rejimlerin değişmesini ve bu ülkelerin ne kadar süreceği belli olmayan bir belirsizliğe sürüklenmesini Washington neden isteyebilir ki! Daha ötesi, çanların, başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri için de çalmaya başlamasından en çok korkanların başında ABD’nin bulunduğu açık değil midir?

Kim ne derse desin, Obama yönetimin Ortadoğu’da gelişmeleri önceden tezgâhlamış olduğunu hiç sanmıyorum. Amerikalılar Ortadoğu’daki gelişmeleri belirlemek ne kelime, onların peşinden sürükleniyorlar. Öyle ki peş peşe yaşanan köklü değişimlerin ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını çok ciddi bir biçimde tehdit ettiğini söyleyebiliriz.”[29]

Zaten ABD’nin başkaldırı dalgasına, enerjik biçimde “demokrasi” söylemli bastırma müdahalesiyle saldırması da bundandır…

 

III.5) “AVRUPA MERKEZ”Cİ YANLIŞ: 1848 “NİTELEME”Sİ

 

Özellikle isyanın 1848’e benzetilmesi, “Avrupa Merkez”ci bir “demokratikleşme” söylencesinin yanlışına yaslanıyor; Foti Benlisoy’un gayet iyi anlattığı gibi:

“Tunus ve Mısır süreçlerini bir tür ‘gecikmiş’ burjuva devrimi, bölgesel bir 1789 ya da 1848 olarak tarifleyen yorumları, anlamlandırma biçimlerini de tartışmak gerekiyor.

Aslında zaman zaman bilgilendirici olabilen bu tip mukayeseler ciddi bir soruna işaret ediyor. Bu tür tanımlamalar, çoğu zaman bilinçsizce, Tunus ve Mısır’daki süreçlerin ‘şarklılaştırılmasına’, yani oryantalist bir çerçeveden algılanmasına hizmet edebiliyor.

Sömürgeciliği meşrulaştırmış oryantalizm (şarkiyatçılık), Batı ile Doğu, sömürgeleştiren ile sömürgeleştirilen arasında zamansal bir hiyerarşi kurar. Buna göre içsel dinamiklerinin değişim ve gelişmeye müsait olmaması nedeniyle Doğu, Batı’ya göre geride kalmıştır. Yani Doğu, Batı’nın temsil ettiği ve kural addedilen tarihsel gelişim modeline şu ya da bu nedenle riayet edememiş, durağan kalmış, bu nedenle de tarihsel gelişim sürecinde geri bir noktada sıkışıp kalmıştır. Bu zamansal hiyerarşi çerçevesinde Batı, ‘geride kalmış’ Doğu’ya geçmesi gereken tarihsel aşamaları, katetmesi gereken değişim sürecini işaret eder.

Tunus ve sonra da Mısır’da gelişen devrimci süreçlerin bir ‘Arap 1848’i olarak tarif edilmesi ya da 1789 ile kıyaslanarak ‘gecikmiş’ bir burjuva devrimi olarak nitelendirilmesi bu anlamda, yani ister istemez yukarıda özetlenen oryantalist zamansal hiyerarşiyi yeniden ürettiği için sorunlu. Tunus ve Mısır’da yaşananların bir 1789 ya da 1848 olduğunu söylemek, bu halkların iki yüz yıllık bir gecikmeyle de olsa ‘nihayet’ Batı’nın tarihsel rotasına girdikleri anlamına geliyor.

Burada tehlikeli olan şudur: Düzen güçleri devrimci süreçleri, ayaklanmaları daima zamansal ve mekânsal açıdan istisnaileştirmeye, yani belli zaman ve mekâna özgülemeye çalışırlar. Zira kendi düzenleri ‘normal’ sayıldığından bu düzeni zorlayan her toplumsal girişim ancak bir istisna, spesifik bazı koşulların neden olduğu bir geçici durum, bir sapma olabilir ancak. Yunanistan’da halk IMF politikalarına karşı ayaklanınca bu Yunanlıların ‘tembelliğine’, hatta yeterince ‘Avrupai’ olmamalarına yorulur. Ayaklanma Yunanistan’ın yeterince Avrupalı olmayıp ‘Balkanlı’ olmasıyla, yani Yunanistan’ın özgünlüğüyle açıklanır. Fransa’da geniş kitleler neo-liberalizme karşı sokağa çıktıklarında bu durum ‘Fransız istisnası’ diye tarif edilir. Böylece büyük kitle seferberlikleri ya da ayaklanmalar istisnaileştirilmiş olur. Hedeflenen, Yunan ya da Fransız örneklerinden ‘genel’ sonuçlar çıkarılmasına mani olmak, bu tikel olayların ‘evrensel’ sonuçları da olabileceği fikrinin önüne geçmektir.

Tunus ve Mısır’da yaşananları istisnaileştirmenin yollarından biri de onları oryantalist zamansal hiyerarşiye tabi kılmak. Yerli ve yabancı liberal basın, Tunus’ta ve Mısır’da olanı, ‘geri kalmış’, dünyadaki değişimi yakalayamamış diktatörlüklerin çözülmesi olarak tanımlıyor. Böyle tarif edilince Tunus ve Mısır’daki büyük kitle kalkışmaları ‘bölgeye özgü’ bir arazın, bir sapmanın tasfiyesi olarak görülmüş olur. Oysa Mısır ya da Tunus, Batı’yla olan zamansal farklarını kapatmak, ‘dünyaya açılmak’ isteyen kitlelerin patlaması değil, neo-liberal kapitalist dünyaya ziyadesiyle ‘açık’ olmanın yarattığı koşullara karşı ezilenlerin ayaklanmasıdır. Söz konusu olan geç kalmış bir ‘patlama’ değil, hepimizin kendi mücadelelerimize dair dersler çıkarabileceğimiz bütünüyle aktüel bir devrimci süreçtir. Yani Tunus ve Mısır’daki devrimci süreçlerin sadece bölgeye has olmadığı, hele hele düne ait olması gereken ‘gecikmiş’ devrimler olmayıp bugüne dair olduklarını akılda tutmak elzem. Dolayısıyla elbette zaman ve mekân itibariyle koşullanmış olsalar da bu devrim süreçleri dünya çapında sonuçlar doğuran ‘güncel’ devrimci hadiselerdir.”

 

III.6) İTİRAZIN NİTELİĞİ

 

Bu doğru olmasına doğru elbette. Ama Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki devrimci kalkışmaların net bir siyasal hattan yoksun oluşları, onları güdüleyen itirazın niteliğini muğlaklaştırıyor. Mete Çubukçu’nun ifadesiyle, “Arap coğrafyasındaki ayaklanma ile 1848 devrimleri benzerlik taşıyor. Ortadoğu’da ayaklanan madunlar, sadece sınıf altı ya da sınıf dışı diyebileceğimiz yoksullar değil. Yoksunlar da başkaldırıyor”ken; isyanın 1848’e benzeyen yanları da yok değildir.

Örneğin XIX. yüzyılın ortalarında Avrupa’da Sanayi Devrimi büyük ölçüde tamamlanmış, köylerde ve kentlerde yaşayan fakir halk bu zenginlikten nasibini almamıştı. Sorunun kökeni ekonomik olmakla birlikte farklı ülkelerde kitleler farklı taleplerle ayaklanmıştı.

1848 devrimlerinin çoğu örgütlenmemiş hareketlerdi. Habsburg İmparatorluğu için yeni bir anayasa talebinden Viyana’daki öğrenci gösterilerine Roma, Venedik ve Milano’da rejimlerin daha liberalleşmesi istemine kadar herkes sesini yükseltiyordu. Dönem Avrupa’da “bir hayaletin” dolaştığı dönemdi.

Karl Marx ile Frederic Engels, ‘Komünist Manifesto’yu yazacaktı. Arap coğrafyasındaki ayaklanma ile 1848 devrimleri benzerlik taşıyor. Ortadoğu’da ayaklanan madunlar, sadece sınıf altı ya da sınıf dışı diyebileceğimiz yoksullar değil, yoksunlar da başkaldırıyor.

Özgürlük talebiyle ayaklananların kaybedecekleri bir şeyleri yok. Tıpkı 1948’deki ‘Komünist Manifesto’da “zincirlerinden başka kaybedebilecekleri bir şey olmayan” işçiler gibi. Devrimler genel olarak sonrası belirsiz bir hareketlerdir. Hem bu açıdan hem de lidersiz, kürsüsüz, örgütsüzlük açısından 2011 ile 1848 devrimlerinin dinamiklerinde benzerlikler söz konusudur.

Bunlarla birlikte Venezüella Bolívar Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosu José Gregorio Bracho Reyes’in, “Mısır’dan Cezayir’e kadar, Tunus da dahil her yerden Mağripliler’in ayaklanmaları… yüzyıllardır süre gelen birikmiş bir sosyal borcun ve rüşvetçi, yüzsüz devlet adamlarının kendi halklarını zalim baskılar altında yaşatmalarının doğal sonucudur,” diye betimlediği hareketler konusunda; “Arap dünyası, her şeyin yönetimine sahip, onlarca yıldır Atlantik Okyanusu’ndan Hint Okyanusu’na kadar hükmeden reis modeline karşı çıkıyor,”[30] diyen Bernardo Vali’nin saptamasına eski Federal Alman Meclis Başkanı Prof. Dr. Rita Süssmuth da ekliyor: “Bugün Arap toplumlarına bakın. Biz geçmişte hep, ‘Onlara mı özgürlük gerek? Ama istemiyorlar ki’ derdik. Toplumların isteklerini göz ardı ettik!”

Özetle “özgürlük” ve “demokrasi” vurgularına “eşitlik” ve emek” talebinin belirgin biçimde eklenmediğinin altını özenle çizerken; Hamza Aktan’ın da, “Arap coğrafyasında yaşanan devrimlerde Batı karşıtlığının neredeyse kendini hiç göstermemesinin nedenlerinin başında, ayaklanan halkların esas derdinin kendi yönetimleri ve yöneticileri olması geliyor,” saptaması eklenmelidir…

Bu koordinatlarda “Amerika’nın stratejik hedefleri, nihayetinde, Arap dünyasındaki organik devrimci isyanları bastırmaya ve şekillendirmeye yöneliktir. Amerika, yaklaşık altı yıldan beri, ‘devrim değil, evrim’ politikası kapsamında bir ‘demokratikleştirme’ süreci teşvik ederek ‘Arap Uyanışını’ yönetme stratejisi geliştirmektedir ve bu stratejiyi uygulamaya başlamıştır.”[31]

 

IV. AYRIM: “DEMOKRASİYE GEÇİŞ” YALANI DALGASI

 

Oral Çalışlar’ın, “Otoriter modernleşmeden çok partili rejime” formülasyonuyla tezgâhlanan “demokrasi” ve “geçiş” yalanları karaya oturuyor.

Kim ne derse desin, halk isyanlarının devrime dönüştürülememesi, gerilemesini, püskürtülmesini de devreye sokmaktadır.

“Orta Doğu’nun dikta rejimleri birer birer yıkılırken, bu yıkıntının altından batının pisliğe bulanmış ‘sözde’ demokrasileri çıkmaktadır. Diktatörleri koltuklarından yuvarlayan isyan ateşi insan hakları, demokrasi denilince mangalda kül bırakmayan ülkelerin medeni görünümlü liderlerini ve sermayedarlarını da tedirgin etmiştir. Zira onlar, halk isyanlarının sadece diktatörleri değil, o diktatörleri var eden ve kendi çıkarları için kullanan küresel kapitalizmi de hedef aldığını çok iyi bilmektedir.”[32]

Hayır gidişat, “Bir yanda, vatandaşına kurşun sıkan despot Müslüman liderler diğer yanda Hıristiyan dünyasına savaş açtıkları bahanesiyle yine Müslümanları da katleden El Kaide ve uzantısı terör örgütleri. Müslüman Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında kitleler, bu ikilem arasında sıkışmışken daha fazla özgürlük için sokaklara döküldüler. “Arap Baharı,” diye tanımlanan bu hareket, Ortadoğu’da, -tesis edilmesi uzun zaman alacak olsa da- artık üçüncü yolun demokrasi olacağının ipuçlarını veriyor,” diyen liberal Lale Kemal’in sarıldığı “üçüncü yolcu demokratik geçiş”e yönelik değildir…

“Üçüncü yolcu demokratik geçiş” palavrası ile “Tunus ve Mısır’da rejim yanlısı sözde ‘geçiş aşamaları’, üç şeyi gerçekleştirmek amacıyla zaman kazanmak için devreye sokulmaktadır. Birinci amaç, halkların taleplerini aşındırmak ve nihayetinde de kırmaktır. İkinci amaç, siyasal sistemi iflas ettirecek neo-liberal ekonomi politikalarını korumak ve dış borçlardan oluşan deli gömleğini daha sıkı bir şekilde giydirmektir. Son olarak, üçüncü istek ve amaç ise bir karşıdevrim sürecinin hazırlığıdır.”[33]

Tam da bu noktada Abu Atris’in, “Eğer devrimin sonucunda neo-liberal politikalar tekrar küllerinden doğarsa milyonlar ihanete uğradıklarını hissedecektir,” uyarısı geleceğe ilişkin önemli bir uyarıdır…

Nihayet “rotasız isyanlar”ın soru(n)ları ile yanılgılarına ilişkin olarak, Rakan El Mecali’nin şu çok önemli saptamasını aktarmalı:

“Geçmişte Arap liderlerinin suni İslâm tehlikesiyle mücadelede yardım isteyerek Washington’a yönelmesi gibi Arap halkları da bilinçsiz şekilde despottan geriye kalanlarla mücadelede ABD’den destek isteyerek aynı Amerikan başkentine yöneliyorlar.”[34]

Bu işin bir yanı öteki de Me’mun Fendi’nin, “Devrim, kabilecilik ve mezhepçilik eşiğinde kırılabilir veya bilmediğimiz başka bir boyut kazanabilir. Protestoların uzun sürdüğü kabile toplumlarındaki gerçekler de bunu teyit ediyor”;[35] Fehim Taştekin’in, “Muhammed Buazizi’nin kendi bedeniyle birlikte tutuşturduğu isyan ateşinin erdemine dört virüs bulaştı: Silah, mezhepçilik, hizipçilik-aşiretçilik ve harici müdahale… Bunlar isyanları zehirliyor,” diye formüle ettikleri noktalardır…

 

IV.1) RESTORASYON (KONTR) FAZI

 

Buraya kadar ifadeye gayret ettiklerime, Tarık Ali’nin, “Arap Baharı’nda ilk aşama sona erdi. İkinci aşama, yani demokrasi ve özgürlük talep eden halk hareketlerini bastırma veya ezme aşamasıysa daha yeni başlıyor,”[36] saptamasını da eklemeliyim.

Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere “Arap Baharını kendi inisiyatifleriyle iç dinamiklerden soyutlayıp şekillendirmek isteyenler var.”[37]

Söz konusu müdahaleler ileri adımlar attıkça demokrasi/ özgürlük talebiyle 1848 devrimlerini, Tahrir Meydanı gibi, 1871 Komünü’nün yaşam alanlarını anımsatan bu dalga, hızla tüm Arap Dünyası’nı saran büyük isyan, hayal kırıklarına yol açan bir güzergâha yönelmektedir.

“Önce Tunus, Mısır despotları yıkıldı. Yangından mal kaçırır gibi yapılan ‘genel seçimler’ bu ülkelerde, devrimci dalgayı eritti, eski rejimin ‘burjuvazi’, ordu (silahlı devlet burjuvazisi) ve Müslüman Kardeşler’de örgütlenmiş burjuvazi arasında, eski rejimin partilerinin de kapatılmalarının ardından konsolide olan ittifak, iktidarın Tunus ve Mısır’da Müslüman Kardeşler akımının eline geçmesini sağladı.”[38]

Patrick Cockburn’un, “Karşı devrimci dalga, bir süre önce Arap uyanışının etkisi altında, rejimleri bocalama görüntüsü veren Arap dünyasının ‘en güçlü adamları’nın yardımına mı koşmaya başladı?”[39] sorusu giderek güncellik kazanırken; gelecek köklü soru işaretleriyle betimlenmektedir…

İşte tam da bu nedenle Immanuel Wallerstein’ın, “Dünya genelindeki kilit mücadele ikinci Arap isyanı. Bu mücadelede radikal bir netice elde etmek kolay olmayacak”; Faik Bulut’un, “Tunus ve Mısır’daki halk isyanı, henüz devrim aşamasında değildir. Muhtemelen ilk aşamada sistem içi uzlaşmalar ve ileri reformlarla sonlanacak”; Kerim Emile Bitar’ın, “Şimdilik mutlu son beklememek gerek,”[40] diye betimlediği yere doğru ilerliyoruz…

Ancak bu bir “son” değil, yeni bir başlangıç olacaktır…

 

IV.2) SARSINTI YAYILACAKTIR

 

Kapitalizmin bir dünya sistemi hâline gelmesiyle birlikte iletişim ve ulaşım olanaklarının geliştiği XIX. yüzyıldan beri devrimler, belirli bir ülkeyle sınırlı kalmıyor. Şu veya bu şekilde bulunduğu bölgeye, kıtaya yayılırken “zincirleme devrimler” ortaya çıkıyor. Belli ki Tunus’tan başlayan, Cezayir ve Mısır’la birlikte bütün Arap âlemine yayılan halk ayaklanmaları da böyle bir nitelik taşıyorken; önce Tunus, ardından Mısır, sonra da birçok Arap ülkesinde, hatta Irak (Güney) Kürdistanı’nda kitleler hiç beklenmedik bir biçimde, aniden ve peş peşe ayağa kalktılar.

Eğer bir süre önce birisi çıkıp da bir süre sonra meydana gelebilecek bir “zincirleme reaksiyondan” söz etseydi muhtemelen “devrimci hayalperestliğine” yorulurdu.

“Devrimler artık hiç gelmeyecekleri zannedilen bir zamanda çıkıp gelirler!”

En azından Tunus ve Mısır bağlamında toplumsal -sınıfsal özellikleri ve tepelerindeki yıllanmış despotları devirmeyi başarmalarından dolayı farklı bir yere oturtulması gereken isyan dalgaları hemen herkesi şaşırttı.

Zincirleme başkaldırılar dünyamızda ilk kez yaşanmıyor. 1789-1848 yılları da böyleydi.

Fransız Devrimi örnek sayılmış, bir dizi milli ve sınıfsal ayaklanmaya neden olmuştu. Özellikle 1848 yılında Fransa’da başlayan ve Batı ve Orta Avrupa’ya hatta Amerika’ya yayılan toplumsal başkaldırılar, bu yılın ilginç isimlerle anılmasına neden olmuştu: Milletler Baharı, Halkların Baharı, Devrim Dalgası, Devrimler Yılı gibi. Bugün Fransa, Almanya, Avusturya, Romanya, Macaristan, İtalya, Danimarka, Eflak, Polonya, hatta Brezilya diye bildiğimiz birçok yöre 1848 yılında alev almıştı. Sonuçta, birçok ülkede ayaklananlar yenilmiş ve yapısal değişiklikler pek çarpıcı olmamış olsa da bu başkaldırmaların uzun sürede toplumsal ve kültürel etkilerinin çok önemli oldukları zamanla anlaşılmıştır.

Evet emekçilerin başkaldırıları başarısız olabilir, bastırılabilir. Ancak isyanların ortaya çıkardığı politik talepler yok edilemez ve edilemeyecektir de!

Söz konusu talepler/ tutkular yerli yerinde durdukça mücadeleler sürer ve sürecektir de!

İsyan yenilse de, yeniden ve bir kez daha özgürlük hareketlerine ilham olabilir ve olacaktır da!

Çünkü Ortadoğu’daki isyanlar neo-liberalizmin yol açtığı toplumsal krizin, emperyalizmin genel krizi ve siyasal İslâm’ın krizi ile çakıştığı koşullarda açığa çıkmıştır. Bu yeni hareket geçici bir aşırılık değil yeni bir düzen kurulmadan sönümlenmesi mümkün olmayan bir kaçınılmaz başkaldırı dalgasıdır…

Yönetilenleri harekete geçiren şey neo-liberal ekonomi politikalarının yol açtığı krizdir. Gıda ve enerji fiyatlarında süren spekülatif dalgalanmalar yoksulluk kıskacındaki halklar açısından bardağı taşırmıştır. Bu da mevcut isyan dalgasını besleyen toplumsal koşulları yaratmıştır.

Bu bağlamda Faik Bulut’un, söz konusu isyanları küresel sermayenin politikalarına itiraz olarak değerlendirmesi de emperyalist bastırmanın, sorun(n)ları ortadan kaldıramayacağının imkânsızlığını ortaya koymaktadır…

 

V. AYRIM: EVET İSYAN!

 

Hiçbir şey boşuna değildir!

“Devrim, ihtiyaç ve zorunluluktur,” diyen ‘Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak’[41] kitabının yazarı John Holloway’a göre, “Her hangi bir isyan potansiyel olarak kapitalizme zarar verebilir. Çünkü insanlar, bu isyanlarda sisteme boyun eğmeyeceklerini, kendi hayatlarının kontrolünü ellerine alacaklarını dile getiriyor. Bu kapitalizme zarar vermenin ana yoludur.

Kapitalizmin hayatımızı kontrol eden bir sistem… Devrim, buna hayır demektir, boyun eğmemektir, kendi hayatımızın kontrolünü kendimiz sağlayacağız demektir. Bu açıdan baktığımızda, Arap ülkelerindeki isyanlarda da bu var. Mübarek’e, Kaddafi’ye ve diğerlerine boyun eğmeyeceğiz diyorlar. Sonrasında olanlar ise çok karışık.”

Bu karmaşıklığa rağmen insanların isyan hakkını kullanması geleceğin önünü açmaktadır.

 

V.1) İSYAN HAKTIR

 

Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya yönelen başkaldırı(lar), insan(lık)a yeniden ve bir kez daha isyan hak olduğunu anımsatmıştır…

Evet “Baskıya karşı direnme hakkı”, doğal bir haktır; meşrudur, evrensel hukukun içindedir ve onun parçasıdır.

Çünkü isyan, kadim bir haktır.

Bu hakkının erken ipuçlarına ilkçağda Çin, Yunan, Roma, Hint kaynaklarında rastlanmaktadır.

En önemli İzlekleri, belki baskı ve zulme karşı efsanevi direnişi ile Spartaküs’ün eyleminden, hatta belki de Konfüçyus’un, “Doğruluktan ayrılan ve bu yoldaki hatalarını düzeltmemekte ısrar eden yöneticilerin itaatsizliğe katlanmak zorunda kalacağı”na ve “Baskı yapanların bir kaplandan daha dehşet verici olduğu”na ilişkin özlü sözlerinden başlayarak şöyle sıralanabilir:

1789 Devrimi’nin ürünü 1791 Fransız Anayasası’nda, “Zulme karşı direnmek insan haklarının bir neticesidir.” “Yönetim, halkın haklarını zedelerse, ulusun veya onun her parçasının direnmesi, en kutsal hak ve en kaçınılmaz görevidir,” denilmektedir.

‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin önsözünde “İnsanın zorbalık ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya (başkaldırmaya) zorunlu kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zorunluluk olduğu uluslararası alanda ilan ve kabul edilmiştir,” denilmektedir.

ABD’nin 1776 tarihli Bağımsızlık Bildirgesi; “Yönetimler, insanlar tarafından kendilerine ait hakların sağlanması için kurulmuşlardır; meşruiyetleri yönetilenlerin onay vermelerinden doğmaktadır. Bir yönetim şekli bu amacın gerçekleşmesine engel olur veya amacı tahrip edici bir noktaya getirirse halk onu değiştirmek, devirmek ve kendisine güvenlik ve mutluluk sağlamaya en elverişli ilkelere dayandırmak ve örgütlemek yoluyla yeni bir yönetim oluşturmak hakkına sahiptir,” der.

1784’de kaleme alınan ‘New Hampshire Haklar Bildirgesi’ de şunu vurgular: “Keyfi güç ve baskıya karşı teslimiyet ilkesi mantıksız ve köleliğe yaraşan nitelikte olup, insanlığın iyiliği ve mutluluğuna zarar vericidir.”

Söz konusu hakkın kullanımının yeniden anımsanması tarihî hızlandırmıştır; daha da hızlandıracaktır…

Örneğin Azerbaycan ve Ermenistan fokurduyor.

Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de 20 bin kişi sokağa indi ve başkent savaş alanına döndü.

Rusya’da halkın hoşnutsuzluğunun arttığı ve protesto eylemlerine yönelik bir hazırlık olduğu yolunda iddialar yoğunlaşırken; ‘Toplumsal Görüş Vakfı’ merkezinin yaptığı ankette, “Sokak eylemlerine katılma ihtiyacı hisseden yurttaşların sayısının bir ay içinde yüzde 11 arttığını” ortaya koydu. Buna göre, 2011’in Ocak ayında toplumun yüzde 38’i sokağa çıkılabileceğini ifade ederken, Şubatta bu oran yüzde 49’a yükseldi. Ama bu “genel değerlendirme” idi. Yani “Peki, siz sokak eylemlerine katılır mısınız?” dendiğinde ancak yüzde 24 olumlu cevap verdi (Ocakta yüzde 18’di)… Rusya’nın öteki büyük araştırma merkezi olan Levada Center ise sokağa çıkma niyeti olanların yüzde 20’yi bulmadığını açıkladı.

Nâzım Hikmet’in, “Onlar ki toprakta karınca,/ suda balık,/ havada kuş kadar/ çokturlar;/ korkak,/ cesur,/ cahil/ hâkim/ ve çocukturlar/ ve kahreden/ yaratan ki onlardır,/ destanımızda yalnız onların maceraları vardır,” dizelerini hatırlatıp, tekrarlayarak noktalıyorum: Örnekler çoğalarak tarih daha da hızlandıracaktır…

 

11 Mayıs 2011 13:18:18, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 14 Mayıs 2011 tarihinde Viyana’da  “İbrahim Kaypakkaya’yı Anma Toplantısı”nda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:122, Haziran 2011…

[2] Nâzım Hikmet.

[3] Oğuzhan Müftüoğlu, Birgün, 24 Nisan 2011, s.2.

[4] E. Ahmet Tonak, Yüzyılın İlk Buhranı, Kırmızı Yay., 2011, s.25

[5] “Euro Bölgesinde Kriz: İspanya Yarası”, The Guardian, 30 Mart 2011.

[6] Michael R. Krätke, “Tunus ve Mısır: Halk Öfkesinin Yakıtı Gıda Krizi”, Sendika.Org, 13 Şubat 2011.

[7] Gassan Şerbel, “Bölgedeki Kara Bulutlar Geçici Değil”, Hayat, 21 Şubat 2011.

[8] Bernard Lewis L’İslâm en crise, l’edition le debat Cadllimard, p.131.

[9] Le Nouvel Observateur, Atlaseco 2010.

[10] Edward Said, Kültür ve Direniş, Çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, s.41.

[11] Racih Elhuri, “Siyasi Haritaların Yeniden Çizilmesi”, Nehar, 29 Mart 2011.

[13] Yaser El Zeatire, “Mezhep Kavgası Arapları Yakacak”, Al Arap, 29 Eylül 2010.

[13] Münir El Hatib, “Arap Dünyası 1915’te Daha İleriydi”, Hayat, 21 Kasım 2010.

[14] Ureyb Elrentavi, “Hıristiyanlığı Evinden Kovmak”, Düstur, 3 Ocak 2011.

[15] Robert Fisk, “Ortadoğu’ya Barışı Ancak Adalet Getirebilir”, The Independent, 6 Kasım 2010.

[16] Abdülbari Atwan, “Arap Liderler Halkı Hiçe Sayıyor”, Kuds ül Arabi, 1 Aralık 2010.

[17] Marco Vicenzino, “Türkiye’den Araplara Model Değil Lider Olur”, The Guardian, 12 Aralık 2010.

[18] Abdülbari Atwan, El Quds El Arabi, 1 Ocak 2011

[19] David M. Beatty, “Ortadoğu Demokrasisinin Aktif Yargıçlara İhtiyacı Var”, The Daily Star, 14 Nisan 2011.

[20] Fikret Başkaya, “Orta Doğu ve Arap Dünyasında Yeni Dönem”, www.ozguruniversite.org, 25 Şubat 2011.

[21] Verda Özer, “Araplarda Prometheus’un Ruhu Canlanıyor”, Radikal, 30 Mart 2011, s.37.

[22] Jean Doucet, “Bahreyn: Yeni Bir Ortadoğu’nun Şafağında mıyız?”, www.lIbertepolItIque.com 25 Mart 2011.

[23] Ahmet İnsel, “Yeniden Eşitlik Üzerine”, Radikal, 1 Mart 2011, s.6.

[24] “Tepki Dalgası Sürpriz Değil”, The Daily Star, 17 Şubat 2011.

[25] Immanuel Wallerstein, “Libya Aldatmacası”, Znet, 1 Nisan 2011.

[26] İsmet Berkan, “1968 Neden 68’de Olduysa, Şimdi de İsyanlar Ondan Oluyor”, Hürriyet, 26 Şubat 2011, s.16.

[27] Mukerrem Ahmed, “Kadın ve Demokrasi Devrimi”, Ehram, 28 Nisan 2011.

[28] Ayşe Karabat, “Arap Baharının Asıl Liderleri Kadınlar”, Radikal, 4 Nisan 2011, s.32.

[29] Ruşen Çakır, “Ayaklanmaların Ardında BOP mu Var?”, Vatan, 24 Şubat 2011, s.17.

[30] Bernardo Vali, “Halkların İlkbaharı”, La Repubblica, 23 Şubat 2011.

[31] Andrew Gavin Marshall, “Amerika’nın Kuzey Afrika ve Küresel Politik Arap Uyanışına Karşı Stratejik Baskısı (II. Bölüm)”, www.sendika.org, 22 Şubat 2011.

[32] Özgür Muftüoğlu, “Yıkılan Diktatörlerin Altından Çıkan Sözde Demokrasiler…”, Evrensel, 25 Şubat 2011, s.4.

[33] Mahdi Darius Nazemroaya, “Tunus ve Mısır’da Yükselen Karşıdevrimler”, Sendika.Org, 13 Şubat 2011.

[34] Rakan El Mecali, “ABD, Arap Devrimlerinin Neresinde?”, El Düstur 7 Mart 2011.

[35] Me’mun Fendi, “Devrim Dalgasını Kabile Kırar mı?”, Şark ül Evsat, 7 Mart 2011.

[36] Tarık Ali, “Arap Dünyasını Halklar mı ABD mi Şekillendirecek?”, The Guardian, 1 Mayıs 2011.

[37] Mete Çubukçu, “Arap Baharı Kirletiliyor”, Radikal İki, 10 Nisan 2011, s.11.

[38] Ergin Yıldızoğlu, “3011’den Bir Tarihçi”, Cumhuriyet, 2 Mayıs 2011, s.13.

[39] Patrick Cockburn, “Karşı Devrimci Dalga mı?”, Atılım, Yıl:5, No:18 (342), 30 Nisan 2011, s.11.

[40] Kerim Emile Bitar, Le Nouvel Observator sitesi, 1 Şubat 2011.

[41] John Holloway, Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak, çev: Barış Özçorlu-Bülent Doğan- Eylem Canaslan-Sinen Özer, Otonom Yay., 2011.