Anasayfa , Röportaj , 'Kürt sorununda pek çok komünist örgütü sınıfta kaldı'

'Kürt sorununda pek çok komünist örgütü sınıfta kaldı'

İSTANBUL | 12 – 07 – 2010| Kemalizm-Sovyetler-Sosyalizm kitabının yazarı Osman Özarslan, Türkiye devrimci hareketinin Kürt sorununa bakışında kemalizmin belirleyici bir yerde durduğunu hatırlatıyor ve komünizm adına söz söyleyen örgütlerin de “Kürt sorununu onurlu bir ulusal mücadele değil, emperyalistlerin Ortadoğu’daki bir işbirlikçilik projesi” olarak değerlendirdiklerine dikkat çekiyor.

Özarslan, “Maalesef pek çok ‘komünist’ örgütün karnesinde ulusal sorun notu tam da bu yüzden kırıktır” diyor.

Özarslan, İbrahim Kaypakkaya ile başlayan Kemalizmden kopuşun da Kaypakkaya geleneği dışındaki devrimci örgütler tarafından değerlendirilemediğini belirtiyor.

Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji bölümünde yüksek lisans yapan Osman Özarslan, Ceylan Yayınları’nın okurla buluşturduğu Kemalizm-Sovyetler-Sosyalizm kitabının da yazarı. Özarslan, Türkiye devrimci hareketinin geçmişten günümüze Kemalizm ile ilişki, Kürt ulusal sorununun Kemalizme etkisi konularında sorularımıza yanıt verdi.

* Solun, Kemalizm konusunda bir kafa karışıklığı içinde olduğunu belirtiyorsunuz. Bu sol tanımında kimler var?

– Aslında sol derken elbette radikal sol hareketleri kast ediyorum. Tabii ki, CHP-DSP gibi partilerin solla ya da hatta sosyal demokrasi ile bile pek bir alakası yok. Solun alanını radikal siyaset alanına doğru daraltmamıza rağmen, pek çok sol grubun Kemalizm ile doğrudan ya da dolaylı ilişkisinin sürdüğünü görüyoruz. Burada sol hareketlerin Kemalizmin yörüngesinden çıkamamasının pek çok sebebi var ama en temelde, Kemalizmden kopmak ya da kopmamak siyasal ve ideolojik bir tercih. Kemalizm ile tam olarak hesaplaşmadan sistemin dışında kendi angajmanlarımızı inşa edebileceğimiz saf ideolojik alanlar yaratmak bana göre imkânsız. Bu noktadan sorumuza dönersek kafa karışıklığı içindeki solu tek tek saymak yerine, Kemalizm karşısında net tutum alabilmiş muhalif gelenekleri saymak daha kolaylaştırıcı olabilir. Bunlardan ilki İbrahim Kaypakkaya’nın örgütsel pratiği ve politik çözümlemelerinde somutlaşan Kemalizm tahlilleri ve Kaypakkaya çizgisinin sürdürücüleri; ikincisi Kürt hareketinin geliştirdiği keskin ulusal kurtuluş mücadelesi ve üçüncü olarak da bu mücadele ile filizlenen resmi ideoloji eleştirisi üzerinde siyaset yapan ahlak ve vicdan sahibi kimi entelektüeller- Ki bunların sayısı bir elin parmaklarını geçmez ve ilk aklımıza gelenler Haluk Gerger, İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya vb.. gibi isimlerdir.

KAFA KARIŞIKLIĞININ SEBEPLERİ ÇOK

* Kafa karışıklığının tanımını yapabilir misin? Bu durumun kaynakları nelerdir?

– Bunun pek çok sebebi var, yani 1920’lerde Solun ölü doğumu bunun bir sebebi olarak görülebilir, Komintern’in yanlış politikaları bunun bir sebebi olarak görülebilir, 1960’lı yıllarda Sovyetlerin dümeni sosyalist inşa yerine millici kalkınmacılığa doğru kırması ve tüm bunların hepsinin Türkiye sol siyasetinde Milli Demokratik Devrim (Mihri Belli-Doğan Avcıoğlu) ya da Sosyalist Devrim (TKP, Aybar-Aren-Boran) olarak tezahür etmesi diğer sebepler olarak görülebilir. Yani dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta, sağlıklı bir sol siyaset için, sistemden ve aynı anlama gelecek şekilde Kemalizmden ve onun resmi ideolojisinden kopma ya da kopmama noktası oluyor. (Ki radikal kopma anlarında bile, Mahir Çayan’ın Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ve Denizlerin de ikinci kurtuluş savaşı üzerinden Kemalizme bağlanma örneklerinde olduğu gibi, Kemalizm ayak bağı olmaya devam edebiliyor.) Saydığım bu sebeplerin çoğu dışsal sebepler, fakat Kemalizmin özellikle radikal kopma anlarında bile devrimci hareketler için bir çekim merkezi olabilmesinin sebebi, kanaatimce devrimci hareket içerisinde halen önemli bir yer tutan aşamalı devrimcilik anlayışı içinde, devrimin anti-emperyalist evresinde, anti-emperyalist bir geçmişe sahip olduğu düşünülen Kemalizme ve güncel Kemalist harekete özel bir önem atfedilmesinden kaynaklanmaktadır. Ki bu bence aslında solun Stockholm sendromudur ve gelinen noktada kafa karışıklığının biçimi; anti-emperyalist mücadeleyi bu ülkenin yeminli faşist generallerinin vereceğini tahayyül edebilen; 19 Aralık operasyonunda kılı kıpırdamazken Ergenekon operasyonu başladığında generaller için Bu Ülke Sahipsiz Değil mitingleri düzenleyen kıymeti ve ismi kendinden menkul ‘Komünist’ partilerdir.

KOPUŞ DEĞERLENDİRİLEMEDİ

* Türkiye devrimci hareketi içerisinde İbrahim Kaypakkaya ile birlikte bir kopuş sürecinin de başladığı görülüyor. Bu süreç nasıl bir gelişim gösteriyor?

– Kaypakkaya’nın gerçekleştirdiği kopuş, devrimci harekete büyük bir nefeslenme alanı yaratmış olmasına rağmen, Kaypakkaya geleneğinden gelen devrimci örgütler hariç çok az kesim Kaypakkaya’nın görüşlerinden yararlanma gereği duymuştur. Bu durum aslında devrimci hareketin bana göre gündemine taşıması gerektiği bir başka problematiktir. Zira bu durum Kaypakkaya’nın görüşlerinin doğruluğu ya da yanlışlığı kadar, 12 Eylül darbesi sonrası devrimciliğin kurgulanışı ile yakından ilgilidir. Devrimciliği mücadele alanında tanımlayan kimi radikal sol hareketleri saymazsak, ana akım sol kendisini insan hakları gibi vicdan hukukunun orta sınıf burçlarına inşa edilen bir devrimciliğe hapsetti. Burada elbette Kürt ulusal mücadelesinin ve devrimci hareketin en temel mücadele mevzilerinden birisi olan İHD’yi kast etmiyorum.

Öte yandan suçsuzluğun steril alanlarında Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya ‘kriminalize’ insanlar olarak daha az kabul gördü ve görüşleri daha az benimsendi. Bundan başka, Kaypakkaya, Kürt ulusal sorununu, Türk resmi ideolojisi açısından en can yakıcı şekilde ele aldı ve bu onun görüşlerini taşımayı biraz daha zorlaştırdı. Bir de tabii ki Kaypakkaya, 68’in deyim yerindeyse en ‘gariban’ insanlarından birisiydi ve bu durum onun 12 Eylül sonrası devrimci tipolojisi içerisinde kabul görmesini zorlaştırdı ya da onun gibi en yoksul, en gariban insanlar onun fikirlerinin peşinden gittiler – ki bu da onun görüşlerinin popülerleşmesini engelleyen bir başka faktör oldu.

* Kemalizmin Türkiye devrimci hareketi üzerindeki etkisinde “Kürt sorunu”nun payı nedir? Memlekette Kürt sorunu gibi bir olgu olmasaydı durum farklı mı gelişirdi?

– Kürt sorunu sol hareketle Kemalizmin ilişkisini hem ‘olumlu’ hem de olumsuz anlamda iki biçimde etkilemiştir. Öncelikle, Kaypakkaya’nın tümel kopuşu büyük oranda Kürt sorunu aracılığıyladır. Çayan’ın kopmada en fazla yol aldığı nokta da Kürt sorunudur. Aydınlık Sosyalist Dergi’ye yazdığı mektupta Kürt ulusal sorununun Misak-ı Milli sınırları içinde çözülemeyeceğini söyler, ki bu Çayan dizgesi içerisinde büyük bir adımdır. Öte yandan, Kürt meselesinin ‘olumsuz’ etkisine gelirsek. Diyebiliriz ki, pek çok sol-komünist hareket milliyetçi ve hatta şoven yönelimlerini, beyaz-orta sınıf aidiyetlerini anti-emperyalizme tahvil edebilmek için yurtseverlik kisvesine bürünürler ki burada Kürt sorunu onlar için maskeleyici bir rol oynar. Kürt meselesini ulusal bir sorun olarak ele alıp çözümü için cesurca mücadele etmekten kaçınmanın en iyi yolu Kürt meselesini onurlu bir ulusal mücadele olarak değil, emperyalistlerin Ortadoğu’daki bir işbirlikçilik projesi olarak değerlendirmektir ki maalesef pek çok ‘komünist’ örgütün karnesinde ulusal sorun notu tam da bu yüzden kırıktır.

KÜRT SORUNU, KEMALİZMİN VATANDAŞLIK TANIMINI DEĞİŞTİRDİ

* Kemalizm, devletin kurucu ideolojik unsuru. Peki, Kürt özgürlük hareketinin varlığı bugün açısından bu kurucu unsurda nasıl bir değişim yaratmış mıdır?

– Pek çok açıdan değişime uğratmıştır, bu tartışma götürmeyecek bir şeydir. Öte yandan bu değişimleri tek tek saymak da en azından şimdi burada- mümkün görünmemektedir. Fakat Kürt hareketinin verdiği mücadele öncelikle resmi ideolojinin tanımına etki etmiştir ve bence bu en önemli değişimdir. Önceleri, devletin resmi ideolojisi içerisinde vatandaş Türk olarak tanımlanırken ve Türklükte premordialist-etnosentrist bir şekilde konulurken; şimdi vatandaşlık Türk olmak değil, Türkiyeli olmak olarak tanımlanıyor ki, burada Türk’ün yanında Kürde de bir yer açıyor. Yani sorduğunuz soru bağlamında, AKP’nin yapmaya çalışıp eline yüzüne bulaştırdığı açılımı, Fichte’nin arkeolojik premordialist etnisitesinden, Ernst Renan’ın gündelik performosyanla (birlikte hatırlanan-birlikte unutulan) elde edilen bir ruh hali olan plebisiteye geçme çabası olarak görüyorum. Ki bu değişiklik asıl olarak Kürt ulusal mücadelesinin bir eseridir.

* Solda olduğunu beyan bir partinin Kürt sorunu söz konusu olduğunda ırkçı bir partiden geri kalmamasının tek nedenini Kemalizm ile açıklamak doğru mu?

– Elbette değil. Kemalizm kimi zaman neden, kimi zaman sonuç ama kimi zamanda yalnızca bahane. Clara Zetkin bir makalesinde ‘ötesine geçemeyeceğiniz sınırın nerede olduğunu size kim söyledi…’ diye soruyor. Benzer bir şekilde, İsmail Beşikçi de 90’lar boyunca bizleri Zihnimizdeki Karakolları Yıkmak’a çağırdı. Sorun biraz da bu aslında. Siz mi karakolun içindesiniz, yoksa karakol mu sizin kafanızın içinde? Ya da sizin muhayyilenizin sınırları, zihninizdeki karakolları yıkacak kadar güçlü mü? Eğer değilse, kişi yerdeki yuları boynuna geçirmek için her zaman bir mazeret bulabilir…

* Kemalizm- Sovyetler- Sosyalizm kitabınızda Lenin’in Stoplin gericiliği ile ilgili bir değerlendirmesine atıfta bulunup, Kemalizmin güncel olarak ilerici, tarihsel olarak gerici olduğunu belirtiyorsunuz. Bugün de böyle mi düşünüyorsunuz? İlericilik tanımlamasını açabilir misiniz?

– Kitapta yaptığım tahlilin bir anlamda hala doğru olduğunu düşünüyorum. Kemalizm, kısa bir süre Türkiye’nin ‘ilerlemesi’ne katkıda bulunmuştur. Ama bir anlamda da bu tespiti doğru bulmuyorum, o da benim ilerlemeye atfettiğim anlamlarla ilgili. Zira ben orada ilerleme derken, üretim araçlarının ve üretim ilişkilerinin önünü açan yarım yamalak da olsa bir takım düzenlemelerden bahsediyordum. Ya da daha spesifik konuşursak 1.Meclis’te (1920–1922) yapılan kimi uygulamaların kabul edilebilir olduğunu düşünüyordum. Fakat, özellikle Horkheimer ve Adorno’nun ilerleme, kalkınma, rasyonalite gibi aydınlanmanın temel kavramlarına yönelttikleri eleştirileri okuduktan sonra, tarihin doğrusal bir çizgiye oturtulup kimi noktalarına rahatlıkla ileri kimi noktalarına da gene aynı rahatlıkla geri diyebilme cesaretini artık kendimde bulamıyorum. Ki bir önceki sorunuzun yanıtlarından birisi de bu olabilir. Zira çağları ve toplumları ileri-geri ikiliğine göre sınıflandırmaya başlayınca, aydınlanma oryantalizminin, doğuyu kolonize ettiği gibi; kendisini Türkiye işçi sınıfının bilinçli temsilcisi sayanlar, aynı bilinci doğuya-Kürtlere medeniyet olarak götürme görevini kendilerinde görüyor olabilirler. Buralara ayrı ayrı bakmak gerekir.

* Bugün açısından bakıldığında burjuvazinin Türkiye’deki ideolojisi Kemalizmdir demek mümkün mü?

– Bu konuda bir hayli karışık bir konu. Öncelikle bu soruyu yanıtlamak için şunu bilmemiz gerekiyor, Kemalizmden kastımız ne? Eğer Kemalizm Misak-ı Milli ise evet bugün Kemalizm AKP’den liberallere kadar pek çok tatlı su muhalifini içine alacak şekilde hala resmi ideolojidir. Eğer Kemalizm milliyetçilik ise evet bugün resmi ideoloji AKP’yi, Taraf gazetesini ve pek çok ümmetçi olduğunu iddia eden tarikatı da içine alacak şekilde resmi ideolojidir. Eğer resmi ideoloji sekülerlik ve sekülerlik de kadınların özgürleşmesinin bir vesilesi olmak yerine; onların potansiyelinin artı-değere tahvili için, kadınların toplumsal hayatta görünürlüğünü sağlayan bir habitus ise, Kemalizm modernist İslamcıları da kapsayacak şekilde hala resmi ideolojidir.

Öte yandan, eğer Kemalizmi etnosentrik bir vatandaşlık tanımı olarak görürsek bu artık aşınmıştır, devletçilik ve onu yedekleyen halkçılık da aşınmıştır. Öte yandan resmi ideolojinin kendi iktidarını kurma biçimi de benzer bir şekilde değişikliğe uğramıştır. Erken cumhuriyetten 1980’lere kadar iktidar Agamben’in işaret ettiğine benzer bir şekilde baskıcılık üzerine inşa edilmiştir. Bunda Gramsci’nin işaret ettiği manada devlet-sivil toplum ayrımının henüz oturmamış olmasının payı büyüktür. Öte yandan Özallı yılların neo-liberal dalgası içinde sürekli bahsedilen devletin küçültülmesi aslında, Foucauldiyan tabirle iktidarın yani güç ilişkilerinin üretkenleşmesine işaret etmektedir. Artık Gramsci’nin işaret ettiği devlet-sivil toplum ayrımı netleşmiştir ve bu iki alan birbirine devletin sivil toplum alanından rıza koparacak şekilde geliştirdiği ilişkisellik sayesinde olmuştur. Ki bu bir anlamda Ayşe Buğra’nın bir makalesinde işaret ettiği üzere sosyal devletten, sadaka ekonomisine geçiştir… Ve buralarda klasik ya da romantik dönem Kemalizmi dediğimiz anlayış büyük yaralar almış, ya tamamen tedavülden kaldırılmış ya da kısmen revize edilmiştir. (ANF)