Home , Haluk Gerger , Kosova Kararından Sonra Self-Determinasyon Hakkı Ne Anlama Geliyor?

Kosova Kararından Sonra Self-Determinasyon Hakkı Ne Anlama Geliyor?

HALUK GERGER | 25 – 07 – 2010 | Sömürgeciliğin sömürü ve baskısı altındaki halkların kurtuluş mücadelelerinin doruk noktasına, uzun ve kanlı bir süreç sonunda, self-determinasyon hakkının yeryüzündeki neredeyse bütün devletlerin temsil edildiği Birleşmiş Milletler örgütünce resmen kabul edilmesiyle ulaşıldı. Elbette bu karar Birleşmiş Milletleri aşan bir özelliğe sahipti.

Karar, özünde, sömürge halklarının görkemli milli kurtuluş savaşımlarının insanlığın vicdanında kazandığı moral üstünlüğün, halkların savaştaki yenilmezliğinin, politik zaferlerinin cari devletler huku çerçevesinde ve aralarında sömürgecilerin de bulunduğu devletler nezdinde „resmen“ kabullenilmesinden başka bir şey değildi.

Halkların self-determinasyon ve dolayısıyla da kendi milli devletini kurma hakkı, Birleşmiş Milletler Şartı’nın 1. Maddesinin ikinci bölümündeki ibare ve Örgüt’ün 14 Aralık 1960’taki tarihi 1514 sayılı „Sömürge Ülke ve Haklara Bağımsızlık“ bildirgesiyle devletler hukukundaki yerini almış ve daha sonra da pek çok kereler çeşitli bildirge ve sözleşmelerle teyit edilmiştir.

BM’nin insan haklarıyla ilgili sözleşme ve bildirgelerinde de bu hakka yer verilerek self-determinasyon hakkının gurup (millet-toplum“) çerçevesinde hayata geçirilmesi zorunlu bir bireysel hak olduğu da ayrıca vurgulanmıştır.

Self-determinasyon hakkı, iki düzlemde incelenebilir. Marksist-Leninistler bakımından sorun berrak formülasyonlar ve mücadelelerle çoktan kesinlik kazanmış, çözülmüştür. Buna göre, ayrılma ve kendi devletini kurmayı da içeren self-determinasyon hakkı tartışılamaz bir hak ve ilkedir. Bu görüşü en net biçimde, Rosa Luksemburg‚un görüşlerine yakın tavır alan kimi Marksistlerle yaptığı tartışmada, Lenin şöyle dile getirmiştir:

„…Milletlerin kendi yazgılarını tayin hakkının (self-determinasyonunun) anlamını, hukuki tanımlarla oynayarak ya da soyut ilkeler ‚uydurarak‘ değil de, ulusal hareketlerin politik-ekonomik koşullarını inceleyerek kavramak istiyorsak, kaçınılmaz olarak, self-determinasyonun, bu milletlerin yabancı yapıların boyunduruğundan politik olarak ayrılması ve bağımsız milli devletin kurulması demek olduğu sonucuna ulaşırız…Bu demektir ki, Marksist programda, ‚milletlerin self-determinasyon hakkı,‘ tarihsel-ekonomik bakımdan, politik self-determinasyon, devlet bağımsızlığı ve bir milli devletin kurulmasından başka bir anlama sahip olamaz.“

Cari devletler hukuku bakımındansa, bu konuda çelişik görüşler mevcuttur. Doktrinde, hukukçular arasında, söz konusu hakkın, uluslararası hukukun herkesi bağlayan (erga omnes) bir üst normu (jus cogens) olduğunu savunanlar olduğu kadar, Batı sömürgeciliğinin tasfiyesiyle bu ilkenin artık hukuki geçerliliğini yitirdiğini iddia edenler de vardır. Bu hakkın artık geçersizliğini savunan görece „muhafazakar“ hukukçuların yanı sıra, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere, devletlerin oluşturduğu uluslararası örgütler de, tek tek neredeyse bütün devletler de aynı görüşü savunmaktadırlar. Bunlar görüşlerini, „toprak bütünlüğü“ ilkesine dayandırmaktadırlar. Buna göre, BM Antlaşmasının 2. Maddesinin 4. bendinde yer alan „toprak bütünlüğü“ ilkesi, temel üst norm olarak doğası gereği çeliştiği self-determinasyon hakkının yerini almıştır. Elbette bu görüşü mevcut devletler ve onların oluşturduğu BM gibi örgütlerin de savunmasınında şaşılacak bir yan yoktur. Bu noktada, hukuk ile siyasetin organik bütünlüğü bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Nitekim, bu yaman çelişkidir ki, son Kosova kararında Adalet Divanı ana hukuki meseleye, self-determinasyon ile toprak bütünlüğünün belirleyici olma iddiasını ele alamamıştır bile.

Ne var ki, bu „muhafazakar“ devletçi görüş temel alınsa da, self-determinasyon hakkına ilişkin tartışmadan kaçmak kolay olmamaktadır. Bu konudaki tavrı ne olursa olsun, hemen her hukuk otoritesi, ayrılmayı ve ayrı devlet kurmayı içeren „dış self-determinasyon hakkı“nın, savaş, işgal, ulusal baskı gibi durumlarda geçerli olduğunda hemfikirdirler. En „muhafazakar“ görüş dahi, kendi devletini kurmayı içeren „dış self-determinasyon hakkı“nın ancak sözkonusu halkların „iç self-determinasyon“a sahip olması durumunda geçersiz kabul edilebileceğini belirtmek durumunda kalmaktadırlar.

İç self-determinasyon

Nedir „iç self-determinasyon“? Kısaca ifade etmek gerekirse, bu kavram „özyönetim“i ifade etmektedir. Bu „Ozyönetim“in pratikte alabileceği biçim değişebilir ama hakkın dokunulamaz özü ayrıntılanabilir. Biçim olarak, özerklikten federasyona, kantonal sistemlerden konfederasyon biçimlerine uzanan „iç self-determinasyon“ hakkı, içeriğinde, bir halkın, özetle, milli kimliğini yasayabilmesini; dil ve kültürünü geliştirme imkanlarını kullanabilmesini; kendi ulusal kurumlarını inşa edebilmesini; doğal kaynaklarına sahip çıkabilmesini; kendi temsilcilerini, simgelerini seçebilmesini; yerel işlerinde ve genel yapı içinde karar alma mekanizmalarında kendi kimliğiyle ve temsilcileri aracılığıyla yer alabilmesini, ve benzeri milli-demokratik haklar bulunmaktadır.

Bu durumda dahi, ayrılma ve kendi devletini kurma hakkı olarak tanımlanan „dış self determinasyon hakkı“nın tümüyle gündem dışı kalacağı ve talep edilemeyeceği de kabul edilmektedir.

Örneğin, Quebec eyaletinin Kanada’dan ayrılma sorununu görüşen Kanada Yüksek Mahkemesi, 1998 yılındaki kararında ayrılma talebinin hukuki geçerliliğini reddetmiş ama, aynı zamanda, sözü edilen milli-demokratik haklara (iç self-determinasyona) sahip olmakla birlikte, ayrılma talebinin gündeme getirilmesinin demokratik bir hak olduğunu, bir referandumla halkta böyle bir eğilim belirirse, ayrılmanın barışçıl bir biçimde müzakere edilebileceğini belirtmiştir.

Şayet ayrılmayı içeren ve „dış self-determinasyon“ olarak tanımlanan hakkı boşanma hakkına benzetebiliriz. Açıktır ki, boşanma hakkının yasalardaki mevcudiyeti bütün evli çiftlerin ayrılmalarını gerektiren bir anlam taşımamaktadır. Ama, boşanma hakkı, aynı zamanda, evlilik kurumu çerçevesindeki birlikte yaşamda, karşılıklı hakların, bu haklara saygının ve karşılıklı rızanın zorunluluğunu ifade etmektedir. Bu bakımdan, boşanma hakkı, „iç self-determinasyon“a denk düşmektedir. „Rıza“nın ise, her zaman geçerli statik bir tanımını yapmak elbette mümkün değildir. Bu durumda, „boşanma hakkı“ gibi „dış self-determinasyon hakkı“nın da „yasadan düşmesi“ herhalde söz konusu olamaz.

„Her millete bir devlet“ ilkesinin pratik güçlüklerine karşı, yeni arayışlar ve çözüm önerileri hep gündeme getirilmektedir. „Devlet sahibi olmak“la „millet olmak“ arasındaki klasik özdeşliği ortadan kaldırmaya, bunu yerine yerel yönetimleri güçlendirip devletin merkezi işlevlerini kısıtlamaya, oradan devletin, egemen olduğu coğrafyadaki halkların tamamına eşit uzaklıkta durmasıyla „milli kimlik“ten arındırılmasına uzana görüşler, sonunda, ayrılmayı içeren „dış self-determinasyon hakkı“nı geçersizleştirmeye yönelmektedir ama bu görüşler de „milli baskı“nın ortadan kaldırılmaması durumunda, yani, „iç self-determinasyon“u içeren „demokratik cumhuriyet“in inşa edilememesi hallerinde, ezilen halkların kurtuluşu sorununda yeni bir yanıt oluşturamamaktadır.

Sonuçta, „iç self-determinasyon hakkı“ ile „dış self-determinasyon hakkı“ arasındaki diyalektik bağı kurmada ve çözmede son kararın halkların politik iradesi tarafından oluşturulacağı keyfiyeti, bütün hukuki cambazlıklara karşın, geçerliliğini sürdürmektedir.