Home , Köşe Yazıları , Kapitalizm, TEKEL İşçileri ve Gelen(ler)![1]

Kapitalizm, TEKEL İşçileri ve Gelen(ler)![1]

TEMEL DEMİRER | 02 – 02 – 2010 | “Cennet ile cehennem, Tek ve aynı kent olabilir: Cennet, mülksüzler için cehennemdir…”[2]

“Postmodern Dönem”, yere çakılan küreselleşme yalanıyla nihayet erdi…

“Elveda edebiyatı”na sarılan vazgeçişin, artık hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmadı…

Şimdi yeni bir dönemin eşiğindeyiz ve öncelikle “Elveda Devrim… Elveda Proletarya…” diyenlerin hâl-i pür melali hemen herkesi gülümsetiyor…

Bu elbette kendiliğinden olmadı; ulaşılan koordinatların ardında sürdürülemez kapitalist yıkımın krizi ve sınıflar savaşımı gerçeği duruyordu…

Her şeyin kendi meşrebince dönüşerek değişeceği bir kesitteyiz…

Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi Tekel işçileri ve mücadeleleri…

Anımsayın; yakın geçmişin en moda sloganı “Özelleştir… Güzelleştir”di! Özelleştirmelere böyle devam edildi…

Tam da o günlerde işçi sınıfından söz etmek “dinozorluk/ doğmatiklik”; özelleştirmeye karşı çıkmak ise, “Ortodoksluk/ aymazlık” idi…

Nihayet, geldik bugüne!

Tekel işçileri sokakta; Tekel işçileri özelleştirmeye karşı; Tekel işçileri neo-liberal vahşete “Hayır” diyor; Tekel işçileri emeğin en yüce değer olduğunu toplumun vicdan ve bilincine bir kez daha nakşediyor…

Emeği ile başkaldıran, bu başkaldırı ile insanlığını bulan, kendini keşfeden Tekel işçileri, bir avuç egemenin kölesi kılınmaya “Hayır” derken; insan(lık) tarihinin de nasıl biçimlendiğini anımsatmaktadır bir kez daha herkese…

Evet, “Gerçek, akli olandan çok çok daha büyüktür,”[3] sözünü dosttan düşmana yedi düvele bir kez daha kanıtlayan sokaktaki Tekel işçileri, aynı zamanda Eflatun’un, “Korkaklar hiçbir zaman zafer anıtı dikememişlerdir”; Emiliano Zapata’nın, “Güçlü insanı zayıf halk yaratır. Güçlü halkınsa, güçlü insana ihtiyacı yoktur,” uyarılarının altını da özenle çiziyorlar…

Dahası; “AKP’nin sivil alanı genişletmek için verdiği mücadele”[4] yanılgısına sarılan liberal patentli “demokratikleşme” yalanı, sınıf çizgisinin ayrıştırıcı netliğiyle yerle yeksan ediyor…

OTORİTER AKP

“AKP olgusunu, Milli Görüş hareketi ile bir kopuş-devamlılık ilişkisi çerçevesinde açıklamaya çalışmaktansa, siyasal İslâmın küreselleşme sürecinde neo-liberal yeniden yapılandırma projesi ile nasıl bir uyum sağladığının bir örneği olarak değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır.”[5]

AKP; İslamcıların en liberali veya liberallerin en İslamcısı olan muhafazakâr bir neo-liberal partidir ve ABD işbirlikçisidir.

Nuray Mert’in ifadesiyle, “Rövanşist, fetihçi, iktidar mutlakçısı bir yol izlemeyi tercih eden AKP”nin; Alfred Stepan’ın belirttiği gibi, “Şeriat istediği iddiası da temelsiz.”[6]

Tayyip Erdoğan bir dönem “şeriat söylemine sarılmış” olabilir; ki böyledir de; ancak bunlar AKP ve Erdoğan için geride kalmıştır; Yaser El Zegatir’in de işaret ettiği üzere, “AKP’nin Arap dünyasının anladığı anlamda İslâmcı olduğunu söylemek zor”;[7] hatta imkânsızdır…

Kazım Gökbayrak’ın saptamasıyla, “Türkiye’de liberal çapulcular AKP ve Fetullahçılarla birlikte Amerika’nın Yeni Dünya Düzeni’ni tesise çalışıyorlar. (…) AKP’nin ve Fetullah’ın Müslümanları liboşlaştırma misyonu Amerika’nın onları tercih sebebidir.”[8]

“ABD’nin siyasi desteğini yedeğine alan”[9] “AKP vargücüyle kendi burjuvasını yaratıyor… AKP gerçekte neyin peşinde? Bu sorunun tek ve çok basit bir yanıtı var: Paranın…”[10]

AKP, bir serbest piyasa piyonudur…

Emir Taheri’nin işaret ettiği gibi, “AKP’yi ‘İslâmcı’ diye tanımlamak zor.”[11]

AKP muhafazakâr-liberal bir parti… Yükseldiği zemin, dayandığı taban muhafazakâr.

Pragmatik ve esnaf özellikleriyle AKP’yi ne Hizbullahçı diye, ne de “Tayyip Erdoğan, pragmatik ve karizmatik bir lider. Statükoyla uzlaşmaya yatkın mesajlar verdiği gibi kendisini değişen koşullara uydurmasını da biliyor. Toplumun dilini diğer liderlerden daha iyi okuyor. Bir değişim ve kopuş sürecinden geldiği için değişime açık olacağının mesajlarını vermeyi de ihmal etmiyor. Önümüzdeki süreci belirleyecek gelenek bu partinin çevresinde oluşacak,” diyen Oral Çalışlar gibi yorumlamak mümkün değildir…

AKP; “Diktatoryal eğilimleri, Erdoğan’ı mazlum demokrat görüntüsünden uzaklaştırıp, Rusya Başbakanı Putin’e benzemesine yol açıyor,”[12] diyen Michael Rubin’in saptamasındaki üzere otoriter bir partidir; zaten kuralsız serbest piyasa savunuculuğu totalitarizm olmadan hayata geçirilemez…

Örnek mi? AKP’nin gazladığı, saldırdığı Tekel işçilerinin mücadelesi karşısındaki tutumu! Yani Ankara Valiliği, 14 Ocak 2009’da mücadelelerinin 30. gününe giren TEKEL işçilerine gözdağı verip; işçilerin planladıkları eylemlerle ilgili olarak, “Kanunsuz eylem güvenlik güçlerince engellenecek ve sorumlular hakkında da gerekli yasal işlem yapılacak” açıklamasını yaptı…

Örnek mi? “Serbest piyasayı, arz/ talep dengesini, rekabeti savunuyoruz” diye çığlık atan AKP Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in, “Bir gelir hedefimiz var, onu yakalayacağız. Hangi sektör olursa olsun yaptığımız düzenlemelere uymak zorunda” diye “rest” çekince şirketlerin geri çektikleri zammı yeniden fiyatlara koymak zorunda kalmaları…

Örnek mi? AKP yanlısı Sanko’nun patronu Abdulkadir Konukoğlu’nun, tekstil ve konfeksiyon sektörünün “tehlikeli işler” kapsamına alınmasına isyan edip, düzenleme kapsamında kadın işçilere ayda 5 gün regl izni verilmesine tepki göstererek, “Ben işçilerimin aybaşını mı takip edeceğim. Uygulama değişmezse 4 bin işçinin işine son vereceğim,” diye haykırması…

Örnek mi? “Geleneksel Karabük Kültür Sanat Festivali’nin ilk günü bir konuşma yapan Latife Tekin, AKP’nin enerji politikalarını eleştirince Belediye Başkanı’nın hışmına uğradı. Mikrofonu kapatan Karabük Belediye Başkanı Hüseyin Eser, Tekin’in konuşmasını yarıda kesip kürsüden inmeye zorlama”sı…

Örnek mi? Kapitalizmin giderek korku toplumuna dönüş(türül)mesi! Yani “Geride bıraktığımız on yıl boyunca, hükümetlerin korkutarak yönetme eğilimi güçlendi; 1990’ların küreselleşme ve ‘risk toplumu’ söylemleri, yerlerini giderek kriz ve korku söylemlerine bıraktı. Halklarına daha iyi bir gelecek sunamayan yönetici sınıfların, konumlarını korumak için giderek daha çok ‘korkutma’ ve ‘koruma’ ve ‘disiplin’ denklemine başvurarak toplumsal muhalefeti etkisizleştirmeye, bireylerin ‘özneye’ dönüşmesini önlemeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Bu koşullarda kültür endüstrisinin de her gün ‘insanlığı yok edecek’ yeni bir tehlike keşfederek, yaratılan korkudan para kazanması da eşyanın (sermayenin) doğasına uygun bir gelişme…”[13]

Toparlarsak; “AKP hükümeti bir taraftan rakiplerinin militarizmine karşı çıkarken diğer taraftan baskıcı ve otoriter devlet yapısını bu sefer Kemalizm ile değil fakat İslâmcı-muhafazakâr model üzerinden yeniden üretmekte değil midir? Çıkarılan yasalar bunun göstergeleri değil midir? Demokrasi meselesinin sadece kültürel haklarla değil aynı zamanda siyasal ve ekonomik haklarla birlikte ele alınması gerekmez mi? Neden söz konusu olan işçi ve emekçilerin hakları olduğunda bu mesele demokrasi ile bağdaştırılmaz? Bütün bunlar doğru ise, AKP ile Türkiye kapitalizminin ve siyasetinin daha demokratik bir yapıya büründüğünü ileri sürmek, Auguste Comte’un üç hâl yasasının tam da orta evresine denk düşen bir zihinsel geriliğin göstergesi değilse nedir?”[14]

Evet, Tekel işçileri kapitalizme olduğu kadar AKP’ye karşı da ne yapılması gerektiği bir kez daha öğretiyorlar!

Bunu yaparken de, burjuvaziye/ kapitalizme karşı sınıf mücadelesini, sendikaların ne olması gerektiğini, sosyalistlerin de ne yapması gerektiğini hepimize, herkese anımsatıyorlar…

İŞÇİ HAKLARI, İŞÇİLERİN DURUMU VE MÜCADELESİ

Evet, şunun altını çizerek belirtelim: Radikal sosyalistler ve muhalefet açısından TEKEL işçisinin öyküsü geleceğin de öyküsüdür…

Ulaşılan koordinatlarda bunun bir çok nedeni vardır.

İlki işçi sınıfının maruz kaldığı/ bırakıldığı saldırıdır; örnekleri hızla sıralayalım…

Türk-İş’in, ‘Türkiye’deki Sendikal Hak İhlâlleri Raporu’nun ortaya koyduğu bulgular, vahim durumu net biçimde sergiliyor. Söz konusu rapora göre 2008 yılında 12 bin 359 çalışan “sendikal haklarını kullandıkları” için mağduriyet yaşadı. Raporda yer alan sendikal hak ihlâllerine ilişkin bazı örnekler şöyle:

Belediye-İş’in örgütlü olduğu bir belediyede işçilerin başka sendikaya geçmeleri için baskı yapıldı. Bunu kabul etmeyen işçiler baskı, tehdit ve sürgünlere maruz kaldı. Sendika baş temsilcisi belediyede ‘şoför’ olarak çalışırken ‘çim biçme’ işçisi olarak görevlendirildi. Baş temsilci ve şube mali sekreteri beş kişinin taşlı-sopalı saldırısına uğradı. 205 işçinin görev yerleri değiştirildi, 150 işçinin hizmet akitleri askıya alındı.
Koop-İş Sendikası’nın örgütlenme çalışması yürüttüğü çeşitli market ve mağazalarda sendikal örgütlenme nedeniyle 116 kişi işten çıkarıldı.
Tarım-İş’in bir taşeron şirketteki 10 üyesi sendikal örgütlenmeden kısa süre sonra işten çıkarıldı.
Tekgıda-İş’in Çanakkale’deki bir süt ürünleri fabrikası için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na çoğunluk müracaatı sonrası sendika üyelerinin işten çıkarılmasına ve sendikalı işçilerin yaptığı işlerin taşeron firmaya devrine başlandı.
Türkiye Maden-İş’in Isparta’da örgütlü olduğu bir işyerinde, işveren, yemekhanedeki toplantı sırasında “Sen ne hakla sendikayı temsil edersin” diyerek diğer temsilcilerin önünde işyeri baş temsilcisine tokat atıp, daha sonda işine son verdi.
Türkiye Maden-İş’in Çorum’daki bir iş yerinde yürüttüğü örgütlenmede aktif olarak yer alan işçiler işten çıkarılarak diğer işçilere gözdağı verilmeye çalışıldı. Sendika üyesi işçilere istifa etmeleri için baskı yapıldı, etmeyenler işten çıkarıldı.
Tekgıda-İş’in Balıkesir’de örgütlendiği bir işyerinde sendika üyeleri ‘topluca’ işten çıkarıldı.
Tekgıda-İş’in örgütlü olduğu bir kamu işyerinde işçilere ‘siyasi güç’ de kullanılarak sendika değiştirme baskısı yapıldı.
Belediye-İş’in İstanbul’da aldığı grev kararını işyerine asmak isteyen işçilere, polis gaz ve tazyikli suyla müdahale etti.
Belediye-İş’in örgütlü olduğu bir belediyede 126 sendikalının işine son verildi.
İstanbul’daki bir belediyede sendika değiştirerek Belediye-İş’e üye olan bir işçiye ‘sokağını süpürme’ görevi verildi.

İş bunlarla bitmiyor; Türkiye, Cenevre’de düzenlenen 98. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Konferansı’nda işçi hakları açısından en kötü ülkeler listesine girdi.

Gerçekten de işçi hakları ve işçilerin durumu açısından giderek bir cehennemi andıran Türkiye’de istihdam edilenlerin yüzde 46.4’ü kayıtdışı çalışıyor. Yani 22 milyon 213 bin olan çalışanın 10 milyon 305 bin kişisi, herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydı bulunmadan istihdam ediliyor.

Ortalama “2 Çalışandan 1’inin kayıtdışı” olduğu Türkiye’de “İşveren ‘kiralık işçi’de ısrarlı”yken; Tuzla örneğindeki üzere iş “kaza”ları (cinayetleri) gündelikleşmiştir!

Bilindiği üzere Tuzla tersanelerinde kayıtlara geçen ilk ölüm 1985’te meydana geldi. O tarihten AKP’nin iktidara geldiği 2002’yekadar geçen 17 yıllık dönemde ölen işçi sayısı 38’di. Tuzla tersanelerinde 5.5 yıllık AKP iktidarı dönemindeyse 46 işçi hayatını kaybetti. Limter-İş Sendikası’nın verilerine göre de Tuzla tersanelerinde 5 Mart 2007’den 29 Mart 2008’e kadarki dönemde ölen işçi sayısı 21 idi…

Sonrasında Tuzla’da ölen işçi sayısı Aralık 2009’da 130’a ulaşırken tersane patronları en fazla 2 yıl hapis cezası alıyordu…

Özetle Çalışma Bakanlığı müfettişleri 3 bin 18 işyerinde iş kazası incelemesi yaptı. Müfettişler korkunç bir tabloyla karşılaştı. İnceleme sonunda, iş kazalarında 670 kişinin öldüğü, 549 kişinin ise sakat kaldığı tespit edildi…

Evet kot kumlama işçiliği yaparken “silikozis”e yakalanan İbrahim Güloğlu, söz konusu iş hastalığına kurban giden 43. işçiyken; durum bu!

Bun(lar)a bir de, kriz faktörünü eklemeden geçmeyelim…

Türk-İş’in Krize Karşı Emek Masası’na gelen bilgilere göre, 2009’un Mayıs ayında ağırlıklı olarak otomotiv ve gemi inşa sanayinde olmak üzere 1106 Türk-İş üyesi işten çıkarıldı. Kriz nedeniyle işten çıkarılan Türk-İş üyesi sayısı 8 aylık dönemde 40 bini aştı.

Ayrıca Türk-İş’in verilerine göre, Ekim 2008-Temmuz 2009 dönemindeki 10 ayda, “ekonomik kriz gerekçesiyle” konfederasyona bağlı sendikalara üye 40 bin 755 işçi işten çıkarıldı.

Sonra Kızılay’ın üç çalışanın işine sendikal faaliyetlerde bulundukları gerekçesiyle son verdi. Kızılay daha önce de benzer girişimlerde bulunmuş ancak çalışanlar yargı kararıyla işe dönmüştü.

Nihayet işçilere yönelik şiddet!

Örnek mi? İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin iştiraklerinden BİMTAŞ’a bağlı çalışırken toplu iş sözleşmesi yapmaya hak kazandıkları süreçte taşeron şirkete geçmeleri istendiği için Saraçhane Parkı’nda ‘Demokrasi Çadırı’ kurup direnişe geçen itfaiyecilere gece yarısı baskını yapıldı. İddiaya göre, sivil giyimli zabıtalar falçatalarla çadırı kesip kaldırırken eylemcilere biber gazları da sıkıldı. İtfaiyeciler dört arkadaşlarının yaralandığı baskınla ilgili suç duyurusunda bulunuldu.

Tam da bu noktada, “sendikaların durumu”nu Engin Ünsal, “Sendikalar tarihinin en sancılı ve zor dönemini yaşamaktadır. Kâğıt üzerinde sendikalar vardır ve özgürdür ama gerçekte sendikalar üye sayısı yönünde çok kan kaybetmiştir, güçsüzdür ve sendika bağımsızlığı siyasetin pençesinde özünden çok şey yitirmiştir,”[15] diye betimlediği dibe vurmuşluk hâli Tekel işçilerinin mücadelesiyle ters yüz edilmektedir…

Yani “İşçilerin mücadele bilinci”[16] olumlu düzlemde katlanmakta ve büyümektedir…

Örneğin AKP iktidarının baskısıyla Hak-İş ve Memur-Sen’in yüzde 800 büyütüldüğü; veya 5 Temmuz 2008 tarih ve 26927 sayılı Resmi Gazete yayımlanan 2008 Yılı Kamu Görevlileri İstatistikleri’ne göre Memur-Sen Konfederasyonu’nun AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 41 bin 871 üyesi varken bu sayının 2008 yılında 314 bin 701’e yükseldiği verili tabloda Türk-İş Başkanı dahi, “Devlet çalışanları sürekli aldatıyor,” demek zorunda kalırken; ortaya çıkan bilinçle de, AKP’nin sendikalar üzerindeki oyunları deşifre oldu, oluyor da…

Sadece bu kadar mı? Elbette değil; 4-C dayatmasını -işçilerin deyimiyle- “C-4”e (patlayıcı madde) benzeten işçilerin kavga hedeflerinden birisini de facto olarak özelleştirme oluşturuyor!

Görünen odur ki işçilerin, egemenlik(ler)den adım/ adım kopuşu, giderek derinleşecektir; bu süreci, kriz ve ekonomik yıkım durumu güçlendirecektir…

KRİZ VE TÜRK(İYE) EKONOMİSİ

Müthiş bir krizin orta yerindeyiz; kapitalizmin sürdürülemezlik krizi bu; Türk(iye) ekonomisini de temellerinden sarsıyor…

Yerkürenin; küreselleşmenin iflasıyla çakılmasıyla eş zamanlı kesitte yaşanan kriz sıradan bir ekonomik kriz değil; kapitalizmin büyük bunalımından geçmekte olduğunun kanıtıdır.

2008-2009 Bunalımı, kapitalist sistemin egemen ve yönetici sınıf ve katmanlarının çok yoğun bir çürüme içinde olduklarını ortaya koydu.

Eski FED Başkanı Greenspan da 23 Ekim 2008’de ABD Kongresi’ndeki “tanık”lığında, “Yüzyılda bir gerçekleşecek bir kredi tsunamisinin içindeyiz. Kredi veren kurumların, kendi çıkarları için, hissedarlarının hisselerini de koruyacaklarını düşünenler şoktalar (özellikle de ben). İnanamıyoruz,” diye haykırıyordu…

Kolay mı? Dünya ekonomisi 2009 yılında yaklaşık yüzde 1 oranında daralma gösterdi. Dünya ekonomisinin bir bütün olarak gerilemesi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk defa yaşanan bir olguydu.

Krizin başlangıcından bu yana ABD’de 4.2 milyon istihdam kaybı yaşandı. Avrupa’da ve ABD’de işsizlik oranları yüzde 10’un üzerine çıktı.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kriz süresince toplam istihdam kayıplarının 20 milyonu aştığını, bunun da ötesinde işsizliğin uzun dönemli ve yapısal bir niteliğe bürünerek kalıcı hâle gelmekte olduğunu vurguladı.

Tüm dünyada ücret gelirleri gerile(til)di ve emeğin, iş güvencesi başta olmak üzere, sosyal kazanımları askıya alındı. Waşington DC merkezli Ekonomi Politikaları Enstitüsü raporlarına göre istihdamdaki daralmayla birlikte 2008-2012 arasında küresel krizin ABD emekçilerine faturası 1 trilyon dolar ücret kaybı anlamına gelmektedir.

İş elbette bunlarla da sınırlı değil!

Krizle mücadele adına yapılan devlet borçlanmaları uluslararası piyasalarda inanılmaz ölçülerde bir şişkinlik yarattı. Yunanistan’ın gerçek devlet borcu bilinmiyor. Brüksel’deki tedirginlik hızla yayılıyor.

İzlanda ve hemen sonrasında da Macaristan ile Yunanistan’ın ödeme güçlüğüne girdiklerinin ilanıyla birlikte, Avrupa ekonomilerinin eskisini aratabilecek bir krize doğru daha hızlı yol aldıkları ileri sürüldü. Ödeme krizine giren dev şirketleri ve kamu kurumlarını borçlanarak kurtaran devletlerin piyasalarda büyük bir şişkinlik yarattığı, adeta “finansal piyasalar köpüğünden devlet köpüğü aşamasına geçildiği” belirtildi.

Morgan Stanley’in Almanya Müdürü Dirk Notheis açıklamalarında, birçok devletin ödeme gücünün sınırında olduğuna dikkat çekti. Notheis ve bir dizi uluslararası uzman, ‘Handelsblatt’ın sorularını yanıtlarken, bir “bumerang düzeneğiyle karşı karşıya olunduğunu” da hatırlattılar.

‘Financial Times Deutschland’ ile ‘Handelsblatt’ın arka arkaya işledikleri geniş haberlerde devletlerin borçlanarak neden olduğu yeni şişkinliğin, ABD’de düşük ödeme gücüne sahip olanlara satılan konutlardan kaynaklanan köpüğü geride bırakabileceği vurgulandı.

Sadece küçük üyelerin değil AB’nin motoru konumundaki Almanya’nın da büyüyen devlet borcunun altında zorlandığına dikkat çekilirken, AB Komisyonu, Berlin’in bile 2010 yılı borçlanmasının milli gelirin yüzde 77’sini bulabileceğini hatırlattı. Avrupa Merkez Bankası Jean-Claude Trichet’nin de Avro bölgesindeki ülkelere ısrarla “orta vadede devlet maliyesini konsolide etmeleri” çağrısında bulunması, büyüyen tehlikeyle bağlantılandırıldı.

Yunanistan, 2009 Ekim’in de bütçe açığının gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 12.5’i olduğunu açıklayıp piyasalarda şok yaratınca, AB’nin istatistik enstitüsü Eurostat, ülkenin ekonomiye ilişkin verilerini güvenilmez bulduğunu bildirdi.

Özetle “düze çıktı” yalanlarına sarılan kapitalizmin Dubai, ardından Yunanistan ve diğerleriyle yüzleştiği gidişatta somut olgular ve saptamalar, sistemin meşruiyetinin dayanaklarını ortadan kaldırmıştır ve krizi bir sistem bunalımı hâline getirmiştir.

Bu algılama yaygınlaştıkça da, kapitalizmin aşılması gündeme gelecektir. Egemen çevreler de durumun, tehlikenin farkındalar. Sistemi hedef alan, köktenci bir eleştiri söyleminin oluşmaması, sistem-dışı siyasi akımların yeni bir dalga hâlinde yeşermemesi için özel çaba sarf ediyorlar.

Sistemi hedef alan bir muhalefet, ara-aşamalardan geçmeden yeşeremez. Önce ekonomik bunalımın kısa dönemli siyasi yansımalarını izlemek gerekir. Büyük ekonomik bunalımların siyasete taşınması tek yönlü değildir. Bir önceki büyük bunalımın siyasi yansımalarını hatırlayalım: 1929’u izleyen on yıl içinde Almanya, İtalya, Doğu-Orta Avrupa faşizme sürüklenmiş; Fransa, Halk Cephesi ile ABD ise “New Deal” sayesinde emekten yana dönüşümlere yönelmişti.

İki kriz yılında (2008-2009’da) gözlenen siyasi değişimler hangi doğrultudadır? Metropol ekonomilerinde sistem-karşıtı hareketlerin önem kazanması henüz gündemde değildir. Radikalleşmeyi emperyalist sitemin çevresinde aradığımızda Latin Amerika öncelik taşıyor.

Zira, XXI. yüzyılın başlarından itibaren sermayenin tahakkümüne sınıf-tabanlı muhalefet çizgileriyle karşı çıkan ve bu direnmeyi iktidara taşıyan deneyimlerin çoğu, o coğrafyada gerçekleşmektedir. “Başka bir dünyanın mümkün olduğu” algılamasını geleneksel sol çizgilerle birleştiren Latin Amerika’daki siyasi hareketlerin, uluslararası bunalım koşullarındaki kaderi bu bakımdan önemlidir.

Ancak radikalleşme, sadece Latin Amerika ile sınırlı değildir; Ortadoğu’da (Türkiye ve Kürdistan’ı içeren ölçekte) bu sarmalın içindedir.

Liberal ahlâk(sızlık) ile yoksulluk”un iç içe geçtiği[17] “Türkiye, toplum olarak tümüyle dibe doğru batıyor. Ciddi bir çözülme içerisindeyiz. Bireysel olarak yıkımlar arttı. İnsanlar öldürüyor, yakıp yıkıyor, çalıp çırpıyorlar. Çaresizlik dört bir yanımızı sarmış durumda.”[18]

“VERİLER”[19]
İŞSİZLİK KÂBUSU Resmi işsizlik yüzde 15, gerçek işsizlik yüzde 22 ve sayıları 6.3 milyon. Genç işsiz sayısı 1 milyonun üstünde. Kentlerde kadınların üçte biri işsiz.
KÜÇÜLEN EKONOMİ 2009 küçülmesi yüzde 6’yı aştı. Ekonomi 4 çeyrektir daralıyor. Sanayide kapasitenin yüzde 30’u boş. Küçülme, işsizlerin iş umudunu azaltıyor. Kişi başına gelir kaybı 2009’da 1890 dolara çıktı.
GEÇİM SIKINTISI Asgari ücret, mutfak giderinin ancak yüzde 70’ine yetiyor. Aileler, ancak mutfağa harcama yapıyor, 140 milyar TL borçları var, 9 milyar TL borç batık.
EMEK GELİRLERİ AZALIYOR Emekliler 60 TL’lik zamma öfkeli. Memur maaş zamları yetersiz. Özel sektör işçilerinin çoğuna 2009’da zam yapılmadı, tersine ücretleri bile indirildi.
BÜTÇE AÇIKLARI Merkezi bütçe 2009’da 60 milyar TL açık verecek, 2010 açığı da 50 milyar TL. Bütçede faiz ve SGK açıklarından geriye fazla bir para kalmıyor. Tarım ve hanehalkı harcamaları azalıyor.
BORÇLAR ÇIĞ GİBİ ARTIYOR Bütçe açıklarını büyüttükçe, kamu borçları da 450 milyar TL’yi buldu. Kişi başına kamu borcu 4109 dolar… Dış borçlar 269 milyar dolara çıktı. Üçte ikisi özel sektör borcu.
BATAN BATANA Bankalara ödenemeyen krediler 15 milyar TL, karşılıksız çek sayısı 2 milyon, tutarı 16 milyar TL’ye; protestolu senet sayısı 1.5 milyona, değerleri 7 milyar TL’ye yaklaştı.

İzmir’de bir yılda icra takibinde olan dosya sayısının 1 milyonu bulduğu; bankalara ödenemeyen kredilerin 15 milyar TL, karşılıksız çek sayısının 2 milyon, tutarının 16 milyar TL’ye; protestolu senet sayısının 1.5 milyona, değerleri 7 milyar TL’ye yaklaştığı; kredi kartı sahibi 487 bin 989 kişiyle imzalanan protokolle, 1 milyar 598 milyon 94 bin 444 liralık borcunun yeniden yapılandırıldığı ekonomik tabloda 2008 Eylül ayında yüzde 3 olan bireysel kredilerin takibi gecikmiş alacaklara dönüşüm oranı, 2009 Ağustos ayında yüzde 5.9’a yükseldi. Merkez Bankası Risk Merkezi verilerine göre, 2009 Eylül ayı itibarıyla tasfiye olunacak kredi kartı ve tüketici kredisi borcu bulunan toplam kişi sayısı 2008 yılı sonuna göre yüzde 52.2 artışla 1 milyon 664 bin 301 kişiye ulaştı.

Yani krizde bankaların takibe düşen kredi oranlarında yüzde 76’lık bir artış olmuşken; Türkiye’de 2.5 milyon kişi kart borcunu ödeyemiyor.

Türkiye’nin kamu ve özel sektörün toplam dış borçları da 2002 yılı sonundan Haziran 2009’a kadar olan dönemde yüzde 107.4 oranında artış kaydetti.

2002 yılı sonunda 129.5 milyar dolar olan dış borç stoku Eylül 2009 sonunda 273.5 milyar dolara kadar çıktı. Dış borç stokunda bu dönemde yaşanan 143.9 milyar dolarlık artışın büyük bölümü özel sektörün borçlanmalarından kaynaklandı.

2002 yılında 6.4 milyar dolar olan Türkiye’nin kamu ve özel sektör olarak dış borçları için yabancı kreditörlere ödediği faiz miktarı 2008 yılında 11.8 milyar dolara kadar yükseldi.

Ekim 2009 sonu itibarıyla son bir yıllık dönemde Türkiye’nin dış borçları için ödediği faiz miktarı ise 11.1 milyar dolar olarak gerçekleşti.

Özetle devletin mali krizi, tüm Türkiye için de geçerli. Türkiye’de bütçe açıkları 2009’da 60 milyar TL’yi bulduktan sonra, 2010’da, hedeflenen yüzde 3.5 büyümenin gerçekleşmesi hâlinde bile 50 milyar TL’nin altına düşmeyecek. Kamunun borç stoku şimdiden 450 milyar TL’yi aşmış, 500 milyar TL’ye doğru koşuyor…

Evet AKP iktidarının 2009’da hızla büyüyen ve 2010’da en büyük baş ağrısı olacak kamburlarını, büyüyen bütçe açığı ve açığı kapatmak için çığ gibi büyütülen borç stoku oluşturuyor…

2009’un ilk 10 ayında 43 milyar TL, ekimden geriye 12 ayda ise 56 milyar TL’ye ulaşan bütçe açığı, 12 aylık milli gelirin (717 milyar TL) yüzde 7’sine yaklaşmıştır. Bu açıkları kapatmak için başvurulan kamu borçlanması ise Türkiye’nin borç stokunu devasa boyuta ulaştırmıştır.

Bir ek daha: Türkiye’de bütçede açık yüzde 460 artarak 8 milyar lirayı aştı. Bütçe giderleri yüzde 18.6, gelirleri binde 3 azaldı…

Çözülmekte olan Türk(iye) ekonomisinin somut verilerine göz atarsak; Başbakan Erdoğan’ın, “Yine söylüyorum kriz teğet geçiyor, teğet.” “2010’da krizden tamamen arınacağız,” saptamalarının komikliği ortaya çıkar.

Meral Tamer’in, “2010 Yılının 2009’u aratmaması dileği”ni dillendirdiği tabloda Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı da, “2008-2009 deprem yıllarıydı, 2010 ve 2011’de ‘artçılar’ gelebilir,” uyarısının altını çizerken; profesör Korkut Boratav da, Türkiye ekonomisinin 1994 ve 2001 yılında yaşanılan krizlerden daha büyük bir bunalımın içinden geçtiğini söyledi…

Bunların yanında ekonomist Bartu Soral, küresel kriz sonrasında Türkiye’nin toparlanma sürecinde öncü ülkeler arasında yer alacağı görüşüne katılmadığını belirterek, “İşsizlik ve gelir dağılımı bozukluğu sonucu bütün ülkede yangın var. Hükümetin orta vadeli programında bu sorunları çözecek hiçbir önlem yok. Ne istihdam artışı için yatırım var, ne üretim var,” dedi.

İş aramaktan vazgeçenler eklenince toplamda yüzde 20, 15-24 yaş arası gençlerde ise yüzde 30 oranında işsizlik olduğunu vurgulayıp, bütçe açıklarının 2010’da ekonomiyi çok zorlayacağını ifade eden Soral, “Bu bütçe nasıl denk olacak, yatırımlara kaynak nasıl ayrılacak; bu soruların tamamı yanıtsız. Türkiye’nin kriz öncesi yılda, yani 2007’de, 55 milyar dolar dış ticaret açığı, 270 milyar dolar dış borcu, yüzde 15’e yakın işsizlik oranı vardı,” dedi.

Gerçekten de işsizlik Türkiye’nin giderek “kronik”, yapısal bir sorunu hâline dönüşmektedir.

TÜİK’in ilk kez açıkladığı il bazındaki işsizlik verileri, Batı ile Doğu arasındaki uçurumu bir kez daha ortaya koyarken; büyüyen işsizlikle birlikte toplumda geçim sıkıntısı giderek büyüyor. Sayıları 6 milyon olan işsizler evlerine ekmek götüremezken işi olanların gelirleri ise, yüzde 6.5’lik resmi enflasyon kadar bile artırılmadı.

İşsizlik büyürken; eşitsizliğin de derinleştiği coğrafyamızda Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) ‘Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre her beş kişiden biri yoksuldur.

TÜİK’in 2007 yılı verilerine göre en üst gelir grubunda bulunan yüzde 20’lik grup toplam gelirin yüzde 46.9’unu alırken, en düşük gelir grubunda bulunan nüfusun gelirden aldığı pay yüzde 5.8’de kaldı.

“En zengin yeri ile en fakir yeri arasındaki gelir ve refah farkının 300 katları aştığı Türkiye”de[20] (gelir dağılımı verileri Türkiye ortalamasında zenginle fakir arasındaki uçurumu gösteriyor. İstanbullunun ortalama geliri Güney Doğu’nun en zengin yüzde 20’lik dilimin gelirinin üstünde…

Kamu-Sen’in ‘Gelir Dağılımının İyileştirilmesi Sorunu ve Politikalar’ başlıklı raporuna göre, Türkiye OECD ülkeleri arasında gelir dağılımı en bozuk üçüncü ülke durumunda.

Raporda, Türkiye’de hâlen en düşük gelire sahip 14 milyon kişinin, toplam gelirin yalnızca yüzde 6.1’ini, en yüksek gelirli 14 milyon kişinin ise toplam gelirin yüzde 44.4’ünü aldığı belirtildi.

Türkiye’de en düşük gelirli grup ile en yüksek gelirli grup arasında yaklaşık 7.3 kat fark bulunduğu vurgulanan raporda, uluslararası bilim çevrelerine göre, bu farkın 8 kat olması durumunda ülkede sosyal patlamalar yaşandığına dikkat çekilip, “Buna göre Türkiye, 7.3 kat farkla son derece kritik bir eşikte bulunuyor,” denildi.

Kapitalistlerin sömürü çarkı tam istim dönerken; tüm bunların kaçınılmaz getirisiyse, yoksulluğun katlanmasıdır!

Örneğin ‘Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, “Türkiye’de 10 milyon kişi yardımla yaşıyor”ken; Türkiye’de, hane halkı geliri bakımından nüfusun yüzde 20’si yoksulluk sınırı altında yer alıyor.

İNSAN VE İSYAN

İfadeye gayret ettiğimiz koşullar insan(lık)ın isyan edeceği münbit zemini oluşturur…

Ancak; bunun böyle olmasına karşın; içinden geçilen döneme ilişkin olarak Nihat Behram’ın, “… ‘Okumuş zümre’ sarsak olmadı bu denli hiç, bu denli ruhsuz, onursuz, ürkek, yardakçı, sümsük… Arsızlaşmadı beyin bu denli hiç, yitirip utanma duygusunu…” uyarısı da göz ardı edilmemeli…

Gerçekten de verili isyan zemininde; T. Adorno’nun, “Yanlış yaşam doğru yaşanmaz”; Slavoj Zizek’in, “Gerçek tarafından alt üst edilen özne, kendisinin ve dünyasının güçsüz bir seyircisine dönüşür,”[21] uyarılarıyla kavranması mümkün olan “negatif diyalektik”in unsurları bütün diriliğiyle karşımızdadır…

José Saramago’nun, ‘Körlük’ başlıklı romanında, körlük olgusunu metafor olarak kullanarak, bir ülkenin nasıl fark edilmeden değiştirildiğini anlatırken betimlediğine benziyor içinden geçtiğimiz kesit…

Körlerin değil, çeşitli körlüklerin var olduğunu anlatan Saramago’nun yapıtı, sonunda, körlükten kurtulmanın bir zaman sorunu olduğunu vurgulayarak; roman kahramanına, “Neden kör olduk?” diye sordurur…

Tarihin hızlandığı bir kesitte; “körlükten kurtulmak” bir zaman ve mücadele sorunuyken; “Daha çok zaman var…” “Biraz zamana bırakalım…” diyemeyiz… “Zaman kötülüğü” türünden “gerekçeler”in ardına sığınamayız…

Hayır; “Daha çok zaman yok”! Çok şeyin zamanı geldi de, geçiyor…

Hayır; “Hiçbir şeyi zamana bırakamayız”! Çok şey sıkışmışken daha çok zaman yok…

Hayır; “Zaman kötü falan değil”! Şimdi her şeyin zamanı…

Evet, şimdi toplumsal bilinç daralmasına karşı gerçeğin tufanına sarılma zamanıdır; kapitalizmin giydirilmiş insan kimlikleriyle zihinleri uyuşturan pembe bulutu dağıtmamız gerek…

Tekel işçilerinin de yaptığı budur; Tekel işçilerinin mücadelesi bunun için önemlidir…

Evet Yılmaz Aysan’ın, “İsyan hâlâ devam ediyor ve 3009 yılında da olsak bitmeyecek. Çünkü her zaman istemediğimiz şeyler oluyor,” diye ifade ettiği eksende Tekel işçileri; İspanya’da ETA; Nepal’de başkaldırı; Sri Lanka’da ise zulme karşı direnen Tamil Kaplanları iradesidir…

Yani bir ütopyanın yüzünü sokaklara dönmüş hâli ve onun herkese anımsatılmasıdır…

Hayır tarihin itici gücü ütopyalara bugünlerde, dudak bükülüyorsa da çağ açıcı düşüncelerin gücü hiç ama hiç azaltılamamıştır. Her cinsten zorbalığa, sahtekârlığa, düzenbazlığa ya da aymazlığa rağmen insani olan yok edilemiyor.

İnsani ve sınıfsal olan yok edilemiyor, edilemez de…

Guillaume Perrier’nin, Le Monde’da yayınlanan ‘Üçüncü Dünya Savaşı, Türkiye’den Çıkabilir…’ başlıklı makalesinde, “Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Bu ülke korkulduğu gibi ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor,” dediği güzergâhta tarih değişimi getirip önünüze koyuyor. Şimdi biz(ler)e düşen değişimin hangi yönde olmasını istediğimizi ortaya koymaktır…

DEVRİM (VE SOSYALİZM) MÜMKÜN

Bu da; çok şeyin mümkün olduğuna dair tarihin biz(ler)e göz kırpmasıdır…

Evet tarih; öne çıkardığı tehdit ve sunduğu imkânlarıyla biz(ler)e göz kırpıyor; bunu görmezden gelemezsiniz; gelmemelisiniz de…

Hayır; şimdi “Reel Sosyalizm”e ilişkin negatiflere sarılarak; tarihin siz(ler)e göz kırptığı gerçeğini görmezden gelemezsiniz; gelmemelisiniz de…

Bu müthiş bir yanılgı; liberal bir kasıttır!

Berlin Duvarı yıkılsa da, çok şey yerli yerindedir; hâlâ ayaktadır!

Örneğin 27 ülkede yapılan bir araştırma Berlin Duvarı’nın yıkılışının yıldönümünde, insanlığın kapitalizmde büyük bir hayal kırıklığı yaşadığı ortaya koydu…

BBC’nin duvarın yıldönümü dolayısıyla yayımladığı araştırmaya göre, dünyada insanların sadece yüzde 11’i kapitalist ekonominin düzgün işlediğine inanıyor. Araştırma, insanların yüzde 51’inin kapitalizmde reform yapılmasını ve daha fazla denetim istediklerini ortaya koyuyor.

Sadece ABD’de insanların yüzde 25’inin ve Pakistan’da yüzde 21’inin kapitalist sistemin bugünkü hâliyle iyi işlediğine inandığını gösteren araştırmaya göre, Fransızlar, Brezilyalılar, Meksikalılar, İspanyollar ve Çinliler başta olmak üzere dünyada insanların ortalama yüzde 23’ü kapitalizmin kusurlu olduğunu ve yeni bir ekonomik sistemin gerekli olduğuna inanıyor.

Araştırmaya göre, Rusların yüzde 61’i, Ukraynalıların yüzde 54’ü, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını olumsuz buluyor.

Araştırmayı yapan ‘Globescan Enstitüsü’nün başkanı Doug Miller, Berlin Duvarı’nın yıkılışının, serbest piyasa ekonomisine dayalı kapitalizmin komünizme karşı zaferi olarak nitelendirilemeyeceğini de kaydetti.

Yani “BBC’nin yayınladığı araştırma dünya genelinde serbest piyasaya inancın zayıfladığını ortaya koyar”ken;[22] Sezin Öney’in deyişiyle, “Doğu Avrupa yeni bir tıkanmışlıkla karşı karşıya” olduğunun da altını çizdi…

“1989’un sarsıcı değişiminin ardından, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde Batı Avrupa’yla entegrasyon süreci tam gaz başladı. Macaristan’dan Bulgaristan’a, özellikle azınlıklara yönelik hak ve özgürlükleri en ileri seviyeye taşıyabilecek anayasalar yapılabilmesi için büyük çaba gösterildi.

2009 itibariyleyse, ırkçılık ve azınlıkların dışlanması Orta ve Doğu Avrupa’nın her yerinde çok ciddi, hatta ölümcül bir sorun.

Macaristan Sosyal İşler Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili olan sosyolog Lajos Korozs, ‘İkinci Dünya Savaşı’ndaki soykırım da bir günde, gaz odalarının kurulmasıyla başlamamıştı’ diyor. Zaten bugünlerde bölgenin neresine giderseniz gidin, insan hakları konusunda duyarlı kesimlerin dilinde 1930’ların ırkçılığının geri döndüğüne yönelik yorumlar var…

Macaristan’ın ilk Azınlıklar Ombudsmanı olan Jeno Kaltenbach ise, 1990’larda ‘demokrasi geldi’ heyecanıyla, kendisinin de yazımında görev aldığı ‘Azınlıklar Yasası’ başta olmak üzere son derece ilerici hukuki düzenlemelere girişildiğini, ancak kısa süre içinde idealizmin, ‘gerçek hayatın sorunlarına’ yenik düştüğünü söylüyor. Kaltenbach’a göre, ‘balayı bitince’, demokratikleşmeye yönelik heves de söndü ve siyaset gerçek sorunlara sırtını döndü.”[23]

Dikkat; bunlar bir liberalin tespitleri…

Gerçek şu; kapitalistler haklı olarak hâlâ komünizmden korkuyorlar!

Bu korku sınıfsaldır; bu da “Neden kolektif proletarya?” sorusunun tarihsel yanıtında saklıdır…

İşçi sınıfının kapitalist üretimin vazgeçilmez bir unsuru ve anti-tezidir.

Ellen M. Wood’un da belirttiği gibi; “Sosyalizm artık tarihsel gündemde yerini almıştı; çünkü tarihte ilk kez, yalnızca insanın kurtuluşunu mümkün kılabilecek üretici güçler değil, daha önemlisi, sınıfsız bir toplum olanağını gerçekten bağrında taşıyan bir sınıf da artık somut olarak vardı.”[24] Bu sınıf da kolektif proletaryaydı…

İşçi sınıfının öncü rolü sadece en ileri üretici güç olmasından kaynaklanmaz; aynı zamanda toplumsallaşmış üretim araçlarının sahibi olmamasının yanında, onu bizzat kullanan sınıf olmasından ileri gelir. İşçi sınıfının gücü ve yadsınmaz önemi, üretim araçlarının fiili kontrolünde, yani onların çalıştırılması, üretilmesi ve yeniden üretilmesi sürecinin kaynağında bulunmasında yatmaktadır. Marksizm, bu anlamda kolektif proletarya’yı evrensel kurtuluşun öznesi olarak tanımlar. Sınıfın devrimci potansiyeli taşıdığı evrensel kurtuluşçu niteliğiyle doğrudan ilişkilidir. Bu potansiyel ona diğer sınıfların sözcüsü olma imkânı da verir.

İşçi sınıfının sınıfsal varlığı başka bir sınıfın sömürülmesine dayanmaz. Sınıfsal çıkarı hem kendisinin ve hem de toplum içindeki diğer sınıfların ortadan kalkmasına uygunluk gösterir.

Toplumdaki diğer sınıflara göre de, sistem içindeki yeri bu işlevi yerine getirme olanağı tanır. Kısaca işçi sınıfının tarihsel rolü onun üretim süreci içindeki yerinden kaynaklanır.

Tarih kendisini yaratacak kolektif bir özneye gereksinim duyar.

Tarih kolektif özneden bağımsız hareket eden kişi iradeleriyle de gerçekleşmiyor. Toplumun belli kesimleri ortak bir amaç ve yükümlülük çerçevesinde bir araya gelmedikçe ekonomik ve toplumsal koşullar ne olursa olsun toplumsal dönüşümler gerçekleşmez ve gerçekleştirilemez.

Bu dönüşümü gerekli kılacak tek sınıf kolektif proletarya’dır.

Bu gerçekleştirilmediği sürece sosyalizm projesi boş ve ütopik bir özlem olarak kalmaya mahkûm olacaktır…

3-16 Ocak 2010 12:11:04, Ankara.

N O T L A R

[1] 4 Ocak 2010 tarihinde Ankara’da Türk-İş önünde, Demokratik Haklar Federasyonu’nun düzenlediği “Tekel İşçisi Nasıl Kazanır” toplantısında yapılan konuşma… 24 Ocak 2010 tarihinde Ankara’da Dev-Lis’in düzenlediği “Tarih Hızlanırken” başlılık panelde yapılan konuşma… Newroz, Yıl:3, No:119, 28 Ocak 2010…

[2] Bertholt Brecht.

[3] Önder Sürgit, “Kurt Gödel ve Aydınlanma Aklının Yıkımı”, Bibliotech, No:10, Ocak/ Şubat 2010, s.2.

[4] Oral Çalışlar, “… ‘Askeri Vesayet’, ‘Polis Vesayeti’…”, Radikal, 12 Ocak 2010, s.11.

[5] Ali Rıza Aydın-Serdal Bahçe-Pınar Bedirhanoğlu-Korkut Boratav-Meltem Kayıran Dikmen-Nazif Ekzen-Seyhan Erdoğdu-İlter Ertuğrul-Fikret Gülen-Aziz Konukman-Ahmet Haşim Köse-Oğuz Oyan-Sinan Sönmez-Serdar Şahinkaya-Mustafa Şen-Fikret Şenses-Oktar Türel-Mustafa Türkeş-İşaya Üşür-Ebru Voyvoda-Galip Yalman-Gülbiye Yenimahalleli Yaşar-Erinç Yeldan-Ergin Yıldızoğlu, 2008 Kavşağında Türkiye, Bağımsız Sosyal Bilimciler, Yordam Kitap, 2008, s.23.

[6] Alfred Stepan, “Şeriat Girişimi AKP’nin İşine Gelmez”, The Daily Star, 22 Mart 2008.

[7] Yaser El Zegatir, “AKP’nin ‘İslâmcılığı’ Gerçek İslâmcılar İçin Kriter Değil”, Düstur, 28 Temmuz 2007.

[8] Kazım Gökbayrak, “AKP’nin Liboş Müslümanlığı ve ‘Küresel Liberalizm’ Üzerine”, Baran, No:69, 1 Mayıs 2008-18, s.24.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “Çapalara, Darbelere ve Cambazlara Dair…”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2008, s.4.

[10] Uğur Cilasun, “AKP İktidarına Sınıfsal Bir Bakış”, Radikal İki, 16 Mart 2008, s.5.

[11] Emir Taheri, “AKP’yi ‘İslâmcı’ Diye Tanımlamak Zor”, Şark ül Evsat, 4 Temmuz 2008.

[12] Michael Rubin, “Erdoğan’ın Putin’den Farkı Yok”, The Wall Street Journal, 6 Haziran 2008.

[13] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Risk Toplumu’ndan ‘Korku Toplumu’na”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2010, s.4.

[14] Mustafa Kemal Coşkun, “Özel İstihdam Büroları ve Demokratikleşme”, Radikal İki, 12 Temmuz 2009, s.4.

[15] Engin Ünsal, “Boynuna Çan Takılan Kurt”, Radikal, 3 Eylül 2009, s.15.

[16] İzzettin Önder, “İşçilerin Mücadele Bilinci”, Evrensel, 13 Ocak 2010, s.4.

[17] Vejdi Bilgin, “Liberal Ahlâk, Yoksulluk ve Türkiye”, Dem Dergi, No:7, Eylül-Aralık 2009, s.50-56.

[18] Ozanser Uğurlu, “Vazgeçmek İçin Henüz Çok Erken”, Radikal İki, 3 Ocak 2010, s.3.

[19] “Veriler”, Cumhuriyet, 10 Ocak 2010, s.9.

[20] E. Fuat Keyman, “Adaletli Türkiye”, Radikal İki, 29 Kasım 2009, s.6.

[21] Slavoj Zizek, Sanat ya da Konuşan Kafalar, çev: Mine Yıldırım, Encore Yay., 2009.

[22] Oktay Yaman, “Duvarı Yıktıran Kapitalizm de Dünyayı Memnun Edemiyor”, Zaman, 10 Kasım 2009, s.18.

[23] Sezin Öney, “Duvarı Yıkmak Yetmedi”, Taraf, 8 Kasım 2009, s.3.

[24] Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış, Yordam Kitap, s.129.