Home , Köşe Yazıları , “Dünyaya Karşı Tavır”: José Saramago[*]

“Dünyaya Karşı Tavır”: José Saramago[*]

TEMEL DEMİRER | 27 – 07 – 2010 |

“Tüm ruhum bir çığlık;

tüm yapıtlarım

bu çığlığın bir yorumu.”[1]

Yaşamayı, sonuna değin, en çok hak edenlerden birisiydi.

“Dünya öyle güzel ki, öleceğime yanıyorum,” derdi O, José Saramago, çocukluk anıları ile yüzyıl başındaki Portekiz’i anlattığı, biyografik ‘Küçük Anılar’ında;[2] tarlada gün boyu çalışmış 90 yaşındaki ninesinden naklen…

Yaşamayı, sonuna değin hak etmek; ona bağlanmakla mümkündü; ki O da bunu gerçekleştirenlerdendi.

* * * * *

1998 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kabul konuşmasında, “Portekiz’in ne okyanusa kıyısı, ne de İspanya’ya sınırı olan en içerlek, en yalnız vilayetidir Ribatejo; adını, bağrından akan lacivert nehirden alır. Toprağı bereketli, üzümleri ve şarabı meşhurdur. Bağcılık yapmayanların at ya da boğa yetiştirdiği köylerde, toprakla mütemadiyen haşır neşir ve hayvanlarıyla hasbıhâl hâlinde insanlar yaşar,” diyen O; “Hayatım boyunca tanıdığım en bilge adam okuma yazma bilmiyordu,” diye eklerdi; Ribatejolu bir köylü, Jeronimo Meirinho’dan söz ederken.

“O adam” yani Jeronimo, karısı Josefa ile birlikte, havanın don yaptığı kış gecelerinde ağır bir battaniyenin altına kıvrılmadan önce, üşümesinler diye ağıldaki domuz yavrularını da yatağına taşıyan; dedesiydi.

Jeronimo’nun, soğuğu unutmak ve unutturmak için anlattığı destansı hikâyeler, küçük torununun zihninde, bin bir dönüşümden geçip çoğalarak, dünya edebiyatının en kuvvetli seslerinden birini yaratmıştı ihtiyar; farkında olmadan belki de.

Ribatejo’da sarhoş bir nüfus müdürünün, hüviyetine, ailesinin gerçek soyadı yerine, köylülerin babasıyla alay etmek için kullandıkları “yabani turp” anlamındaki “Saramago” kelimesini yazdığı o küçük torun, yıllar içinde büyük bir yazara dönüşecek, Nobel Edebiyat Ödülü’ne uzanacaktı.

José Saramago, yazarlığını besleyen şeyin, onu kendi geçmişine, kendi içine ve hep daha derine bakmaya zorlayan bu “yoksulluk” olduğunu unutmadı.

Saramago’yu, Saramago yapan bunlardı; ha, bir de komünistliği…

* * * * *

Ben demokrasiye inanmıyorum,” diye haykırmaktan bir adım geri atmayan O, ironi ve toplumsal eleştirinin ustasıydı.

Onu, José Saramago’yu, 18 Haziran 2010 tarihinde 88 yaşında kaybettik.

Yoksul bir köylü ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Saramago, eğitimini sürdürememiş ve işçi olmuştu.

1947 yılında ilk kitabını yayımlayıp, ardından dergilerde, yayınevlerinde, gazetelerde çalışarak yeni bir hayata başladı; 18 yıl yeni bir roman yazamadı.

Yaşamının son günlerine kadar muhalif olmayı sürdürdü, 1960’larda Portekiz Komünist Partisi’ne üye oldu.

80’lerde romancı olarak büyük bir ün kazandıktan sonra da PKP üyesi olmaktan vazgeçmedi, politik tavrını sürdürdü. Filistin’deki İsrail ya da Irak’taki ABD işgalini en sert biçimde protesto etti.

1992’de, ‘İsa’ya Göre İncil’ başlıklı romanına Avrupa Edebiyat Ödülü verilmek istendi; ancak Portekiz yapıtı Hıristiyanlık açısından “sakıncalı bulup” ödüle engel olunca, Saramago ülkesini terk edip, Lanzarote adasına taşındı.

Bu olayın ardından ölümüne kadar yaşayacağı İspanya’nın Kanarya Adaları’na yerleşen Saramago, daha sonra yazdıkları ve söyledikleriyle muhafazakârları sarsmayı, onlarla mücadeleyi sürdürdü. Örneğin, 2007’de “İspanya ve Portekiz birleşmeli”, 2009’da ise “İncil, kötü alışkanlıkların el kitabıdır,” diyerek büyük tartışmaların önünü açtı.

1998’de “Okurlarını farklı bir gerçeklikle tanıştırdığı, hayalgücünün ve ironin hâkim olduğu bir boyut vaat ettiği,” için Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer bulundu.

Romanlarında toplumsal ve siyasi kurumların “sahte” yanını ve toplumsal düzenin nasıl kırılgan bir zemine kurulduğunu fantastik bir atmosferde anlatan Saramago, gerçek kişiler ve olayları ironik yaklaşımıyla ele alan, etkili yapıtlar üretti.

* * * * *

Saramago yazarlığı konusunda, “Her bir harfte, her bir kelimede, her bir sayfada, birbiri ardından her kitapta yaptığım şey, aslında yarattığım karakterleri peyderpey içime yerleştirmektir. Bu karakterler olmasaydı, bugün karşınızdaki bu adam olmayacaktım ben,” der Nobel konuşmasında…

İlk romanı ‘Günah Ülkesi’ 1947’de yayımlanır. Ardından yıllar boyunca sessizliğe gömülür; 1966’da “Muhtemel Şiirler” adlı kitabıyla edebiyata geri dönecektir.

Bu kesitte teknik okulda öğretmenlikten gazeteciliğe farklı işler yaptığı aktarılmaktadır. Dünya görüşü nedeniyle, komünist olmasından ötürü sıkıntılı yıllar yaşamış, bela başından eksik olmamıştır. 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında, “Eskiden bana ‘İyi adam ama komünist’ derlerdi; şimdi ‘Komünist ama iyi adam’ diyorlar,” diyecekti büyük romancı Saramago!

Gerçekten de, büyük bir romancıydı O.

Kaleme aldığı romanlarda okuyucuyu her seferinde soluksuz sürükleyen bir hikâye anlatıyor olması yanında, anlatının yarattığı “büyük imge”nin metni aşan bir özellik taşıması ve onu çağcıl bir imgeye dönüşüyor olmasından kaynaklanıyordu.

Örneğin, ‘Körlük’ romanında anlattığı hikâye, siyaset felsefesinin de en temel sorunsallarından biri olan insan doğasının niteliğinden, XXI. yüzyıl insanının içinde bulunduğu ümitsiz duruma kadar birçok konu hakkında büyük bir imge oluşturmanın peşindeydi.

Ferit Edgü’nün “Karanlık, umutsuzlukla eşanlamlı ise,/ umutsuz bir yazardı o./ Çünkü yalnız geceleri yazdı./ Ama, sabah uyandığında/ yazdıklarını okuyup ocakta yakardı,” dizeleriyle de betimlenmesi mümkün olan duruşuyla O kendisini, “iyimser olmak isteyen bir kötümser” olarak konumlandırırken; bu konudaki açıklaması Pandora’nın Kutusu’nda kalan son şey olan umuda insan yaşamında yer vermenin gerekliliğini gözler önüne seriyordu:

Genel hatlarla kötümser biri olarak bilinirim. Belki kimi zaman, şu çok uzak olmayan zamanlarda adına ahlâki gelişim denen türden etkin ve temel bir iyileşme olasılığı konusunda radikal kuşkuculuğumu ısrarla söylememden dolayı öyle görünmüştür, ama iyimser olmayı tercih ederdim, yalnızca, güneşin her gün doğduğu için, yarın da doğacağı umudunu korumak için bile olsa.”

Saramago tavrıyla, politik mücadelenin aktif bir üyesi oldu, küresel sorunlara ilgisiz kalmadı.

Siyaset alanında doğru bildiğini çekinmeden söyleyen dürüst bir kimliği yansıttı.

Bush’tan Berlusconi’ye, Sarkozy’den Obama’ya kadar dünya liderleri hakkındaki zehir zemberek görüşleri çağının ortak aklını temsil eden bir ses olup, “ABD gibi büyük bir ülkenin neden ve nasıl olup da onca kez o kadar çapsız başkanları olduğunu soruyorum kendime. Bush belki de hepsinin en çapsızı. Vasat zekâ, devasa cehalet, karmaşık ve sürekli saf saçmalığın dayanılmaz baştan çıkarıcılığına kapılan sözel ifade; bu adam sanki dünya kendisine miras kalmış da bu dünyayı bir büyükbaş hayvan sürüsüyle karıştıran kovboyun gülünç edasıyla çıkıyor insanlığın karşısına,” diye haykırdı.

Filistin’de uygulanan şiddet ve katliamlar konusunda, sessiz kalabalıkların sesi olan Saramago’ya göre, “Davut’un taşları el değiştirdi, şimdi onları atanlar Filistinliler. Golyat öbür tarafta, savaşlar tarihinde kimsenin olmadığı kadar, Kuzey Amerikalı arkadaş hariç, tabii, silahlı ve ekipmanlı. Ah, evet, intihar komandosu teröristlerin neden olduğu korkunç sivil kayıpları… Korkunç, evet, kuşkusuz, lanetlenecek, evet, kuşkusuz, ama eğer bir insanı canlı bombaya dönüştürecek nedenleri anlayamıyorsa, İsrail’in hâlâ öğrenecek çok şeyi var.”

“Vatan, Millet, Sakarya” edebiyatına asla teslim olmayan; komünist olmanın “olmazsa olmazı” enternasyonal duruştan taviz vermeyen Saramago’nun duruşu; Juan Goytisolo’nun, “Hiçbir zaman vatansever ve milliyetçi olamayacağım… “Vatan tüm kötü alışkanlıkların anasıdır: İlletten tedavi olmanın en hızlı ve etkin yolu onu satmak, ihanet etmektir,” saptamalarındakiyle paraleldi…

Bu tutumunu özellikle, ‘Los Angeles Times’ın, “Don Quijote geleneğinden gelen ‘Yitik Adanın Öyküsü’, Saramago’nun belki de en iyi kitabı,” diye nitelediği yapıtında[3] ortaya koyar.

Yani O, ‘Yitik Adanın Öyküsü’nde destansı bir yolculuk eşliğinde “insan doğası”, “kimlik”, “ulus”, “sınır”, “politika”, “din”, “varoluş” gibi konuları her zamanki olağanüstü üslubu, ince ironisi ve hayranlık verici gözlem gücü ve fantastik kurgusuyla aktarır.

* * * * *

Çocukluk ve ilkgençlik anılarından oluşan ‘Küçük Anılar’ındaki günleri, ortalama yetmiş yıl sonra, seksenli yaşlarında berrak bir anlatımla çocukluk yıllarına götüren Saramago, pürüzsüz bir dille o yılları aktarmasına neden olan şey, yapıtının bir yerinde “Şimdi madalyonu çevirip öbür yüzünü gösterecek cesareti bulmam gerekiyor,” sözleriyle açığa vurur…

Yapıtları 20’den fazla dile çevrilen Saramago, sayfalarca uzunlukta cümleler yazan, imla kurallarını esneten bir yazar olarak, edebi eserlerle ender yüzleşen okura zor görünen romanlar yazmıştır.

Bunlardan ilk kez 1982’de XVII. yüzyıl Portekiz’inde geçen tarihsel bir aşk öyküsünün anlatıldığı ‘Baltasar ve Blimunda’ başlıklı romanı, ‘Günah Ülkesi/ Terra do Pecado’, ‘İsa’ya Göre İncil/ O Evangelho Segundo Jesus Cristo’, ‘Körlük/ Ensaio Sobre a Cegueira’, ‘Görmek’, ‘Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl’ önemli yapıtlar içinde bir adım öne çıkanlardır.

Örneğin ‘Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl’ romanı, Portekiz tarihinin günümüze daha yakın bir dönemini, Salazar diktatörlüğünün ve 1926’dan 1971’e kadar süren ‘Estado Novo’ rejiminin yerleştiği 1930’ları ele alır. Arka planda Portekiz’deki milliyetçi cehaletin, komşu İspanya’daki iç savaşın ve Avrupa’da yükselmekte olan saldırgan faşizmin yer aldığı bu roman, şair Fernando Pessoa tarafından kullanılan takma adlardan biri olan Ricardo Reis hayali kişiliğini yeniden yaratır.

“Tarih gibi edebiyat” olarak da betimlenmesi mümkün olan bu çalışmada Saramago, romanının tamamı bir başka yazarın yarattığı bir hayali kişilik üzerine kurulmuştur; bu hayali kişilik ise, kitap boyunca yaratıcısı ile diyalog hâlindedir ki, bu da Onun, ‘Magazine Littéraire’in Nisan 2000 nüshasında François Brusnel’in sorularını yanıtlarken, Kurgu, gerçeğin bir ürünüdür… Yazmak, hayatın alanını genişletir. Gerçek kurguyu besler, kurgu da gerçeği. Kurgunun bağımsız bir varlığı yoktur, o da gerçekliğin bir ürünüdür,” diye anlattığıdır…

* * * * *

Evet, hülyalı bir duruştur Saramago, Onu niteleyen önemli özelliklerinde birisi de budur…

Çünkü O, “Faşizm karşıtı… Militan bir tanrıtanımazdı,” Asuman Kafaoğlu-Büke’nin deyişindeki üzere…

Bundan ötürü Saramago’nun cenaze törenini dahi beklemeyen Vatikan’ın yayın organı ‘Osservatore Romano’ gazetesinin 19 Haziran 2010 tarihli nüshasında yayımlanan ‘Anlatıcının Sınırsız Gücü’ başlıklı yazıda, Onun, “din karşıtı bir ideolog olduğu”na vurgu yapılarak, “hiçbir metafizik inanışa sahip olmadığından,” “son nefesine kadar Marksist felsefeye sadık kaldığı”ndan söz edilip, “Tanrı’nın varlığını hep reddeden Saramago’nun dünyaya kötülük yaymak için geldiği”ne dikkat çekilerek, “Popülist bir Marksist” olmakla “suçlandı”!

Kolay mı? Kendisini her zaman bir ateist ve iflah olmaz bir karamsar” olarak niteleyen O, tutuculuğun eleştirmeniydi; sadece eleştiri olmakla sınırlanmayan bir itiraz ve karşı duruştu; Yasemin Çongar’ın da itirafındaki üzere: “Asidir o; iflah olmaz bir komünisttir. Diktatörlüğün zulmünü kavramış bir Portekizli olarak mazlumla dayanışmaya, zalime direnmeye önem verir.”[4]

Komünist olmanın ve kalmanın getirisi olan ateist görüşlerinden ötürü sık sık tutucu yönetimler ve Katolik Kilisesi’yle karşı karşıya gelen Saramago, pek çok edebiyat eleştirmeni tarafından büyülü gerçekçilikle keskin politik yorumlarını bütünleştiren bir yazar olarak nitelenirdi.

Son yapıtı ‘Kabil’ ile Katolik Kilisesi’nin öfkesini bir kez daha üstüne çeken Saramago, Kilise yönetimiyle girdiği tartışmada, Kutsal Kitap’ı “ahlâksızlığın el kitabı” ve “insan doğasının en kötü yanlarının katalogu” olarak nitelendirmişti.

Onun binlerce önemli özelliğinden birisi de “körlükle, körleşme”yle mücadeledir! Tıpkı 1995’te yayımlanan ve herkesin kör olduğu bir ülkenin çöküşünü betimlediği ‘Körlük’ başlıklı romanı (2008’de beyazperdeye de uyarlanmıştı) ile ‘Körlük’ten sonra kaleme aldığı ve genel seçimlerdeki oyların yüzde sekseninden fazlasının boş çıktığı bir ülkede sağcı hükümetin şiddet dolu tepkisini konu aldığı ‘Görmek’ başlıklı yapıtında gerçekleştirdiği üzere…

* * * * *

Saramago’nun, 1995’te, en önemli kitaplarından biri sayılan, Türkçe’ye de kısaca ‘Körlük’ diye çevrilen, ‘Körlük Üzerine Bir Deneme’de, adları değil, sadece sıfatları olan karakterlerini, bir körleşme salgınının kurbanı yapan yazar, görmeyen gözlerin tanıklığında, toplumun çürümesini anlatılır.

Komünist Saramago’nun, Portekiz’deki Antonio Salazar’ın diktatörlüğüne karşı mücadelesiyle de ilintisi yanında Latin Amerika mistisizmini realizmle kaynaştıran ‘Körlük’, insan varoluşunun özüne mündemiç bir romandır.

“Fantastik bir durum karşısında insanlığın aldığı hâlleri anlatan romanla ünlenen Saramago’nun ‘Körlük’ü, kapitalist toplumsal düzeni ve bu düzenin insanlığı düşürdüğü en kötü ve trajik durumları anlatan kara ütopyaydı.”[5]

O romanında körlüğü bir metafor gibi kullanarak Platon’un mağaralar benzetmesini çağrıştıran bir hikâye yaratır. Mağarada mahkûmlar nasıl ellerinden ve ayaklarından bağlıysalar körlük de bir çeşit bağlanmayı simgelerken; mahkûmlardan biri nasıl dış dünyaya çıkıp “gerçek”i keşfederse, yapıtta da bu rolü doktorun karısı üstlenir.

“Bakabiliyorsan; gör… görebiliyorsan; gözle” epigramı ile başlıyor kitap, sonunda tekrar görmeye başlamalarıyla şöyle bitir: “Sonunda kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü hâlde görmeyen körler?”

Saramago’nun ahlâki değerleri masaya yatırırken; “Körlük ile insanı insan yapan tüm değerler yok oluyor,” saptamasını ortaya koyduğu; “kolektif körlüğün insanlığı ne hâle getirdiğine” dikkat çeken yapıtla, bir yerde Camus’nün ‘Veba’sı, Kafka’nın, ‘Dava’sı, Golding’in ‘Sineklerin Tanrısı’ arasında “paralellikler” kurulabilir…

‘Körlük’, arabasının içinde geçmesine izin verecek, ya da geçmek için kendini haklı göreceği yeşil ışığı beklerken kör olan bir adamın duyduğu korku ve çaresizlikle başlarken; Saramago’nun modern insan ve onun ürettiği liberal demokrasiye eleştirilerini dile getirir bu yapıt…

‘Körlük’, araba kullanmakta olan bir adamın yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşmesiyle başlar. Adamın körlüğü başvurduğu doktora da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün şehre yayılır; öldürücü olmasa da bütün ahlâki değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur.

‘Körlük’ o denli hızlı yayılır ki, yayılma hızı Etna’nın püskürmesiyle civarında ne kadar yerleşim varsa lavların altında kalmasına benzetilir. Saramago’nun da yarattığı, ya da zaten olan ama görmek için kafaların kumdan çıkması gerektiği bir çürüyüşün öyküsüdür.

Arabasında kör olan adamın yardımına giden hırsız, ve bu iki adamı tedavi etmeye çalışan doktor hepsi kör olurlar. İktidar derhâl çözümü bulur! Bu insanları eski bir akıl hastanesine kapatır! Bu noktada; Michel Foucault’un, “Hapishanenin tarihi, gözetim altında tutma ve cezalandırmanın tarihidir,” sözleri körler ülkesine dönen dünyayı bu romanla bir kere daha açığa vurur…

Devamla: Tutsaklık günleri ertesi sabah duyulan anonsla başlar. Buyruklar kesindir! Kimse dışarıya çıkmaya çalışmayacaktır. Özgürlük istemi iktidarın en ağır olarak gördüğü ölüm cezasıyla sonlandırılacaktır. Günler geçer, ‘Körlük’ ülkede gitgide yayılır…

Evet Saramago, insanlığın maruz kaldığı toplumsal yıkımları gözlemlemiş, iki dünya savaşının, faşizmin şiddetinin, toplama kamplarının, açlığa mahkûm milyonlarca insanın acısını derinden duymuş ve Salazar’ın diktatörlüğüne baş kaldırmış bir yazar olarak, birikimlerini yapıtına aktarmıştır.

‘Körlük’te birdenbire toplumsal bir körleşme felaketine uğrayan insanların içine düştükleri durumda Nazi toplama kamplarında yaşanan cehennem manzaralarını çağrıştırır.

Onun satırlarından okurken, hep 1530’larda yaşamış olan Bruegel’in tabloları gözünüzün önüne gelir.

Acaba yazar bu orta çağ sonu ressamının eserlerinden etkilenmiş olabilir mi?

Biribirinden hayli uzakta olan bu iki çağın iki sanatçısı yaşama aynı optikten bakmaktadır sanki.

Evet insanlık bir beyaz körlük içinde hâlâ!

İnsanlığın yaşadığı felaketi, içinde yaşadığımız körlüğü bir kez daha yüzümüze vuran ‘Körlük’ ile Bruegel’in tabloları benzer şeyleri anlatır hâlâ!

‘Körlük’, Saramago’nun politik bir “taşlaması”dır bir yerde; ‘Görmek’ romanı ile ‘Körlük’le aynı güzergâhta ilerler:

Adı belirsiz bir ülkenin başkentinde seçim günü bardaktan boşanırcasına yağmur yağınca kimse oy vermeye gitmez. Öğleden sonra sandıkların kapanmasına yakın bir saatte yağmur durunca, seçmenler sanki emir almışçasına oy vermeye koşar.

Ama sandıklar açılınca, kullanılan oyların büyük çoğunluğunun boş olduğu görülür. Sağ, merkez ve sol parti oyların çok küçük bir bölümünü alabilmiştir. Boş oyların fazlalığını yağmurun yağışına bağlayan ülke yönetimi bir hafta sonra seçimleri yeniler ama güneşli günde yapılan seçimlerin sonucu daha da vahim çıkar: Bu sefer, kullanılan oyların yüzde 83’ü boş çıkmıştır. Halkın arasına salınan muhbirlerden tüm güvenlik birimlerine kadar hiç kimse halkın neden boş oy kullandığı konusunda tatmin edici bir cevap bulamaz.

Zamanla bu durumun bozguncu bir grubun, dahası uluslararası anarşist bir örgütün işi olduğunu düşünen hükümet olağanüstü hâl ilan eder. Ama ortada sıkıyönetimi gerektirecek bir neden yoktur. Çünkü halk kendi tercihini yapmış ve seçimde boş oy kullanmıştır. Ama bu durumu önemli bir tehlike olarak gören hükümet, (çoğu zaman bizde de olduğu gibi) yaşanan herhangi bir olayı dış mihrakların bir oyunu olarak yorumlayıp halkı cezalandırmak için devletin başkentini başka bir yere taşıma kararı alır.

‘Görmek’de demokrasinin kırılganlığı ve hükümetlerce saptırılması üzerine müthiş bir taşlama olduğu düşünülürse, bu taşlamayı yaparken birtakım etkili biçimsel yollara da başvuruyor Saramago; ‘Körlük’te olduğu gibi, ‘Görmek’ romanında da anlatıcı ile roman kahramanlarının diyaloglarını tek bir monolog şeklinde sunar…

* * * * *

Aslı sorulursa Saramago’nun yazdıkları “dünyaya karşı bir tavrı”dır!

Buna örnek olarak O’ndan aktarılması gereken anekdotlardan birisi şudur: Chiapas’ta Komutan Yardımcısı Marcos halka yaptığı bir konuşmanın hemen ertesinde, yanında bulunan Saramago’nun kulağına eğilip İspanyolca, “No nos abandones/ Bizi terk etme,” deyince, O da bir an dahi duraksamadan, “Bunun olması için kendimi terk etmem gerekir,” yanıtını verir!

Saramago’nun yazdıklarını betimleyen, ezilenlerden yana ki bu ikircimsiz “politik tavrı”dır!

Tüm ezilen insanlığın sesi olabilmeyi başaran, “Yalnızca kitap sayfalarının geri dönüşü vardır, yaşamınkilerin, yok,” diyen O, bu tavrıyla da çağının büyük vicdan(lar)ındandır…

Tam da bundan ötürü Saramago’nun dehası çok yönlüydü; hem büyük bir komedyendi hem de acımasız gerçeklerin yazarı.

Uyuşukluk ve körlüğe karşıydı…

Okuyucusunu sarsmayı, gözlerini açmayı, harekete geçmesi için kışkırtmayı denerdi.

Berger, Galeano ve Howard Zinn gibi isimlerle birlikte altına imzasını attığı Filistin’e karşı tavrı için İsrail’i suçlayan bildiriye kadar. Zaten pek çok kez Filistin’de yaşananları Auschwitz’de yaşananlara benzetip öfkeli okların hedefi olmuştu.

Saramago’nun ‘Not Defterimden’ başlıklı kitabında yer alan kısa yazılarından “Gazze (22 Aralık 2008)” başlıklısı, bu konudaki politik tavrını anlamlı biçimde özetler:

“BMÖ kısaltması, herkesin bildiği gibi, Birleşmiş Milletler Örgütü demektir, yani, gerçeğin ışığında, hiçbir şey ya da çok az şey. Bunu, yiyecekleri tükenmekte olan, ya da orada sığınmacı olarak kayda geçen yedi yüz elli bin kişiyi, görünüşe göre, açlığa mahkûm etmeye kararlı İsrail ambargosu böyle dayattığı için zaten tükenmiş olan Gazzelilere söylesinler.

Ekmekleri bile yok artık, un tükendi, yağ, mercimek ve şeker de aynı yolda ilerliyor. 9 Kasım’dan beri Birleşmiş Milletler ajansının yiyecek yüklü kamyonları İsrail ordusunun Gazze şeridine girmelerine izin vermesini bekliyorlar, bir kez daha reddedilen ya da aç Filistinlilerin son umutsuzluğuna ve son çileden çıkışına kadar ertelenecek bir izin.

Birleşmiş Milletler mi? Birleşmiş mi? Uluslararası suç ortaklığına ya da korkaklığına güvenen İsrail, tavsiyelere, kararlara ve protestolara gülüyor, canı ne isterse, ne zaman isterse ve nasıl isterse onu yapıyor. Sanki İsrail’in güvenliğini tehdit edecek ürünlermiş gibi, kitapların ve müzik aletlerinin girişini engellemeye kadar vardırdı işi. Eğer gülünçlük öldürseydi, İsrailli politikacı ya da askerlerin, o zulüm uzmanlarının, o eğitimlerinin temeli olan küstahlığın tepesinden dünyaya bakan aşağılama doktorası yapmışların bir teki bile ayakta kalmazdı. Yolundan gidenleri tanıdıkça Eski Ahit’in Tanrı’sını daha iyi anlıyoruz. Yehova ya da Yahve, ya da her nasıl deniyorsa, İsraillilerin sürekli güncel tuttuğu kindar ve kıyıcı bir tanrı…”

Evet, 2006’daki Lübnan Savaşı sırasında, İsrail’i çok sert bir dille kınayan dünya yazarlarının öncülüğünü yapmasından, İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında hayatın, Nazilerin Auschwitz Toplama Kampı’nda yaşananlardan farksız olduğunu söyleyecek netlikte meydan okuyan Saramago’nun duruşu Aydınlanma dönemi insanlarınınkine benziyordu.

Howe onu “Avrupa şüpheciliğinin sesi ve ironi uzmanı” olarak niteler, James Wood aynı anda hem avangard hem gelenekçi olup ikisinin de hakkını verecek tek kişi olduğunu söylerdi. Eleştirmenlerin kralı denilen Bloom ise İngilizce olmayan edebiyatın global başarı konusunda çok az şansının olduğu bir dünyada onu ve yapıtlarını “eşsiz” olarak nitelemişti.”

Vatikan’ın, ölümüyle ilgili olarak, “Son nefesine kadar Marksist felsefeye sadık kaldı” diye kin kustuğu Saramago’nun naaşı, Lizbon’daki Alto de Sao João Mezarlığı’nda yakıldı.

Küllerinin bir kısmı çocukluğunu geçirdiği Azinhaga köyüne, bir kısmı da hayatının son 17 yılını geçirdiği Kanarya Adaları’ndaki evinin bahçesinde bir ağacın altına gömüldü.

Üyesi olduğu Portekiz Komünist Partisi ise açıklamasında, parti militanlarının, yurtseverlerin, sol güçlerin, Portekiz halkının ve işçilerin yazara minnet duyduğunu ifade etti; haklı olarak; “İncil kötü alışkanlıkların el kitabıdır… İncil’in Tanrı’sı güvenilir değil, kötü biri ve öç almaya kararlı. İncil’de acımasızlık, zina, her türlü şiddet ve kan dökme var. Bu inkâr edilemez,” diyen Saramago’ya!

* * * * *

‘Magazine Littéraire’in Nisan 2000 nüshasında François Brusnel’in, “Esin kaynaklarınız neler?” sorusuna “Hepimizde olan şey: Omuzlarımızın üzerinde taşıdığımız kafamız ve içindekiler,” yanıtını veren Onun yazarlığını, belki de en iyi Horatius’un, “Sen konuya egemen ol, sözcükler ardından gelir”; Jean de la Bruyere’in, “Yazarlık akıldan fazlasını gerektirir”; Georges Simenon’un, “Yazarlık bir meslek değil, bir mutsuzluk uğraşıdır”; Jorge Luis Borges’in, “Yazmak yönlendirilmiş bir düşten başka bir şey değildir”; Ernest Hemingway’in, “Gerçek bir yazar için, her kitap, erişilemeyecek bir şeye yeniden kalkıştığı yeni bir başlangıç olmalıdır”; Thomas Mann’ın, “Araç olarak dili kullanan bir sanat her zaman güçlü bir eleştirel yaratıcılık gösterir, çünkü sözün kendisi hayatın eleştirmenidir: Yaratırken adlandırır, niteler, yargılar”; Jean-Paul Sartre’ın, “Yazarın, yani özgür insanlara seslenen özgür bir insanın tek bir konusu vardır: özgürlük,” saptamaları betimler…

O; yaşarken ve yazarken; artık hiç kimsenin ölmediği bir dünya anlatıp, “Ertesi gün hiç kimse ölmedi” cümlesiyle başlayan romanı okuyanların, “Ölüm iyi ki var” diyerek kapattıkları ‘Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş’ başlıklı yapıtında ifade ettiği dünyayı “11. Tez”deki üzere değiştirmek istiyordu; bunun için yaşıyor ve yazıyordu…

O tam da bunlardan ötürü, bir komünist olduğu için önemlidir…

27 Haziran 2010 18:12:21, Ankara.

N O T L A R

[*] Newroz, Yıl:4, No:139, 22 Temmuz 2010…

[1] Nikos Kazancakis.

[2] José Saramago, Küçük Anılar, Can Yay., 2008.

[3] José Saramago, Yitik Adanın Öyküsü, Merkez Kitaplar, 2006.

[4] Yasemin Çongar, “Beni Karakterlerim Yarattı”, Taraf, 19 Haziran 2010.

[5] Ümit Kurt, “Saramago’dan Artakalanlar”, Radikal İki, 27 Haziran 2010, s.8.