Home , Köşe Yazıları , Bir Ergenekon Hikayesi: Egemen Sınıflar Arası Savaş (1)

Bir Ergenekon Hikayesi: Egemen Sınıflar Arası Savaş (1)

YUSUF KÖSE | 30 – 03 – 2010 | Türk egemen sınıfları arasında uzun bir süreden beri iktidar savaşı devam ediyor. Bunun bir yanını bugünkü hükümet, yani AKP, bir yanını ise başından beri TC’ne egemen olan Türk ordusu ve bununla bütünleşmiş Kemalist bürokrasi temsil ediyor.

Elbette bu iki ana temsilci, ekonomik temelden yani, Türk devletine egemen olan burjuvaziden soyut, sınıflarüstü temsilciler değil. Her ikisinin de dayandığı egemen komprador sermaye kanatlar mevcut. Süren, esas olarak onların egemenlik  savaşıdır.

Burjuvazi içinde egemenlik yarışı, daha açıkcası sömürüden daha fazla pay alama savaşımı hep süre gelmiştir. Bazan dengelenmiş, bazan biri bazan ise bir diğeri devlete tam egemen olmuştur. Kapitalist sistemede, burjuvazi içinde iki ya da daha fazla kanatlar olduğu gibi, bazan ise yoğun sindirmeler karşısında bir kanat hep sivrile gelmiştir. Burjuvazi, hiç bir zaman yekpare olmamış, içinde egemen olanalara karşı yeni palazlananlar çıkmış ya da çıkmaya çalışmıştır. Özel mülkiyetçi bir toplumda, devlete egemen olmak, sömürüden daha fazla pay almak anlamına geldiği için, egemen sınıfların her zaman iştahını kabartmıştır. Devlete egemen olmak anlamında bir biriyle kıyasıya çatışmışlardır ve bu uğurda birbirinin kellesini dahi götürmüşlerdir. Bu durum, burjuva develetinde niyetlerden bağımsız, özel mülkiyetçi toplumun ve onun devletinin karakteristik bir özelliğidir.

Türkiye’de egemen sınıflar arası iktidar savaşımı, TC kurulduğundan beri devam etmiştir. M. Kemal’in tam eğemenliğine karşı baş kaldıranlar “süikast” vb. gerekçeleriyle ya asılmışlardır ya da ağır hapis cezalarına çarptırılmışlar ya da sürgüne gönderilerek tasfiye edilmişlerdir.

1960’da ise iktidar savaşımı daha ağır geçmiştir. 1960 askeri cuntası, Menderes ve iki bakanı idam ederek, iktidara tam ağırlıklarını koymuşlardır.  Türk egemen sınıfları arasındaki bu kavga, ilk olmayıp yukarıda da değindiğimiz gibi –Osmanlı İmparatorluğu içindeki egemenler arasındaki siyasal iktidar kavgalarını saymazsak- TC’nin kuruluşundan itibaren vardır ve Türk burjuva develeti varolduğu sürece devam edecektir.

Egemen sınıfları arasındaki kavga, salt Türk egemen sınıflarına özgü bir şey olmayıp, burjuva mülkiyetçi sistemde bütün ülkelerin egemen sınıfları arasında olmuş ya da olmaktadır. Yine Türk Ordusu’nun sermaye sahibi olması salat Türkiye’ye özgü olmayıp daha bir çok ülkede benzeri ordular mevcuttur.

Soruna teorik açıdan bakıldığında, kapitalist ülkelerde, üretim araçlarını elinde bulunduran devletin gerçek sahipleri burjuvazi incelendiğinde; kendi içinde iktidar savaşımı için sürekli bölündüğü ve bölüneneler arasında sömürüden daha fazla pay almak için siyasal iktidar savaşımının kıyasıya sürdüğü görülür. Burjuvazinin çeşitli klikleri arasındaki bu savaşım sürerken, burjuvazi ile işçi sınıfı ve emekçiler arasında da sınıf savaşımı sürmektedir. İşçi sınıf ile burjuvazi arasındaki savaşım farklı sınıflar arasındaki bir savaşım iken, burjuvazinin kendi içindeki savaşım ise egemen sınıf içindeki bir iktidar savaşımıdır. Birinci savaşım, devletin niteliğinin değiştirme, toplumu daha ileri bir toplumsal sisteme geçirme, yani özel mülkiyetçi sitemi yıkıp yerine sınıfsız, sömürüsüsz bir komünial sistem kurma mücadelesi iken, ikincisi, mülkiyetçi toplumu koruma ve onun nimetlerinden azınlık bir grubun daha fazla yararlanma kavgasıdır.

Sermaye Sahibi Türk Ordusunun Devlet İçindeki Yeri  Ve Niteliği?

Türk ordusunun yapısına kısaca göz atarsak, TC’nin kuruluşunda yer alamış ve ondan bu yana devlete egemen olan son sözü söyleyen bir kurum olarak gelmiş ve kendini hep yasalar üstü – TC anayasasının- görmüş, devletin kolluk gücü olmasının yanında siyasetini de belirlemede etkin olmuş bir kurum ve sivilleri –meclisi- kendi içişlerine karıştırmayan kendi başına “bağımsız” bir yapı olarak varlığını bugüne dek sürdürmüş ve bu konuda hala Türk meclisinin etkinliği sağalanabilmiş değil.

Türk devleti içinde büyük bir etkinliği ve kelimenin tam anlamıyla özerk bir işleyişi olan, yanına sivil mahkemelerin dahi yanaşamadığı bir kurum olan faşist Türk ordusuna yönelik son zamanlardaki operasyonun gereçek nedenlerini nerede aramak gerekiyor ya da Türk egemen sınıfların bir kısmı Türk ordusunun bu dokunulmazlığını kırmak ve kendi kontrolü almayı neden istiyor?

1960 cuntacıları, devlet iktidarına tam egemenlik kurmanın ya da ağırlıklı söz sahibi olmanın yolunun; salt askeri gücü elinde bulundurmanın yetmediğini, esas olarak sermayeye sahip olmaktan geçtiğini görmüşler ve buna göre hareket etmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında, 1960 darbesinin Türk ordusu açısından en önemli özelliği; ordunun sermaye birikimi sağalama ve palazlanmasının yasal zeminlerinin oluşturulması da diye biliriz. Böylece ordu, devletin tüm olanaklarını kullanarak sermaye elde etmenin –yasal anlamda- önünü açarak büyük bir mali sermayeye hükmeden gruplar arasında yerini almıştır.

Türk Ordusu’nun 1960 öncesi durumu incelendiğinde;  Türk devleti içinde –TC’nin kuruluşuna önderlik edenlerin ağırlıklı kesimin generaller olması – kurucularının güçlü bir etkinliği olması nedeniyle, başından beri devlete niteliğini veren bu olmuştur. Yani, Türk devleti “yarı-askeri bir faşist diktatörlüktü” (İ. Kaypakkaya) demek abartılı bir saptama olmamıştır.

1960 askeri cuntası, ordunun sermaye sahibi olmanın yolunu –OYAK ile- açarken, diğer gelen darbeler ise, orduyu bütünüyle dokunulmaz hale getirmişlerdir. Yani, Türk ordusu devlet içinde kelimenin tam anlamıyla özerk bir kurum haline gelmiştir. Elbette bu durum yanlış anlaşılmamalı. Ordu yine egemen sınıfların ordusu ve ona hizmet etmektedir. Ama ordunun kendisi de bir burjuva sınıfı olarak, siyasal iktidar savaşı içinde hep yerini almış ve sömürüden daha fazla pay alama mücadelesinde ağırlığını korumuştur.

Türk ordusunun,

Ordu ve AKP arasındaki kavagada ordu, laikliğin, Kemalist devletin temsilcisi, AKP ise, devletin “demokratikleşmesi”, daha fazla “özgürleşme”, türbanın serbest bırakılmasının temsilcisi olarak gösterilmeye çalışılıyor. Oysa, her ikisinin kavgasının özü farklıdır. Kavganın esas nedeni: Sömürüden daha fazla pay alama ve siyasal iktidarda daha fazla söz sahibi olmaktır.

Türk ordusu, TC’nin kuruluşundan beri var olan dokunulmazlığına dokunanalara karşı atağa geçti. Türk egemen sınıfların önemli bir kesiminin AB sürecine dahil olmak istemesi, doğal olarak ordunun hükmettiği sermayeye ve siyasal anlamda dokunulmazlığına da göz diktiler.

Görünüşte Ordu-AKP çatışması olarak devam eden klik çatışmasında, ordunun bu denli direnmesi, AKP’nin esas karşısında Ordu olduğu içindir. Ülkede, Türk ordusunun ciddi bir siyasal dokunulmazlığı ve siyasal etkinliği vardır. (Örneğin, generaller, herkese “vatan haini” diyebilir, ama, onlara kimse “vatan haini sizsiniz” diyemez.) Yasal olarak dokunulmazlık zırhıyla korunmaya alınmıştır. Ordu kimseye karşı sorumlu değildir. Başbakana ve cumhurbaşkanına karşı sorumlu gibi görünmesine karşın bunlara da bağlı değildir. Hesabı kendi içinde üstlerine karşı verirler ve en üst komutan yani, Genel Kurmay Başkanı ise sorumsuzdur.

Ordunun hesapları, silah alımları, harcamaları, örtülü ödenekleri asla sorgulanamaz. Son yıllarda yoğun eleştiriler üzerine “Sayıştay hesapları kontrol ediyor” demelerine karşın, daha önceki kararnameler iptal edilmediği için, eskisi hala geçerlidir. Kısacası, ordunun gerçek bütçesi ve harcamaları bilinmiyor. İşte bu durum egemen sınıfların bir kısmını rahatsız ediyor.

Ordunun sahip olduğu OYAK’ın büyümesi, gelişip serpilmesi başlı başına incelenecek bir sermaye gurubu. Ancak, buradan bu konun ayrıntısına girmeden kısaca söylemek gerekirse, gelişimi ve büyümesi diğer sermaye gruplarından biraz farklıdır. Her türlü vergiden muaf olduğu gibi, devletin tüm olanaklarından yararlanarak büyüyen bir sermaye grubudur.

OYAK genel müdürü Coşkun Ulusoy’un 2007’de söyledikleri ilginçtir. “Kanla test edilmiş askeri prensiplerle” Oyak büyümştür, diyebilmektedir. Bu, hem rakiplerine bir göz dağı, hem de bir gerçeği ifade etmektedir. Gerçekten de, OYAK’ın büyümesi milyonlarca işçi ve emekçlerin kanlarının emilmesi sonucu gerçekleşmiştir.

Ayrıca Türk Ordusu’nun kendisi önemli bir sermayeyi kontrol altında tutmaktadır. Ordu’nun elinde bulunan OYAK Holding, Türkiye’nin 3. büyük holdingidir. 27 Mayıs 1960 askeri cuntasının 1961 yılında kurduğu OYAK, bugün 50’den fazla şirkete sahiptir. Bu şirketlerin bir çoğu Türkiye’nin en büyükleri arasında yer alıyor. “Otomotiv, demir çelik, enerji sektörlerinde yoğunlaşmış olmakla beraber,  finans, inşaat, gıda, iç ve dış ticaret, turizm, sigortacılık, zirai kimya, nakliye, teknoloji-bilişim, savunma ve güvenlik gibi geniş alanlara yayılmıştır.” (İsmet Akça, OYAK: Kimin Ekonomik Güvenliği?, aktaran;  Almanak Türkiye 2006-2008 Güvenlik Sektörü Demokratik Gözetim, sf. 179, TESEV yayınları)

OYAK Holdingin, 2008 yılındaki toplam sermayesi 10,588 milyon TL’ye ulaşırken, 1, 911 milyon TL de aynı yıl için net karı var. Ve bu kuruluş her türlü vergiden “muaf”, çünkü, yasal olarak “sosyal” bir kurum.

Türk Ordusu, anti-özelliştirmeci de değildir. Ordunun siyaset belgesi olan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (MGSB); “özelleştirmeler desteklenmeli ve küresel ekonomide uyum sağlanmalı” diye karar almışlardır. Bu bağlamda da OYAK, özelliştirme ile büyüyen bir sermaye grubudur. Ordunun siyasal olarak bazı “karşı duruş”ları, “milli”ciymiş gibi rol yapması ekonomi alanında karşılığını bulmuyor. AB karşıtı gibi gözüken ordu ya da Erdemir’i satın alarak “millici” gibi gözüken ordu, hiç de böyle değil. Oyakbank Hollandalı ING Bank’a satılmış, satılmak zorunda kalmıştır. Millici gösterilmek istenen ordu, elindeki Erdemir’i satın aldıktan kısa bir süre sonra başka bir yabancı şirkete önemli bir hissesini satmıştır. Yine OYAK Holdinge bağlı çoğunluk şirketlerin ortakları arasında yabancılar ağırlıktadır. Renault, AXA, İspanay OYCEM Hispana S.L, Dupont, FMC, Uniroyal vb. Kısacası OYAK, çok uluslu şirketler ile içiçedir. Başka türlü olması da kapitalizmin doğasına aykırıdır.

Oyakbank’ın satılmasına bazı “millici” çevreler  çok içerlerken, aslında bu AB’nin bir isteği idi. Bugün Türk bankacılığının  yaklaşık %70’i, borsanın yaklaşık %80  yabancıların, yani emperyalist tekellerin elindedir. AB daha 1985 yılında AB içinde finans hizmetlerinin merkezileştirilmesini onaylamış ve ondan sonra çevre ülkelerindeki banaklar hızla büyük emepryalist tekeller tarafından yutulmaya başlamıştır.

Türkiye’de yabancı ortaklığı ya da önemli bir hissesi emperyalist bir tekelin elinde olmayan bir banka yok gibidir. Özellikle geri ülkelerdeki sermaye kesimleri emperyalist büyük tekeller karşısında tek başlarına yakta kalmaları zordur ve bu nedenle ya yutulurlar ya da “ortaklık” adı altında faaliyetlerini sürdürürler.

Özetlediğimiz gibi, Türk ordusunun kendisi aynı zamanda güçlü bir sermaye tekeline sahiptir.. Sermaye ise, varoluşu gibi büyümesi ve yaşaması da kanlı olacaktır.

Salt, yukarıdaki veriler dahi Türk ordusunun “anti-emperyalist” ya da “millici” bir yanı olmadığını siysal olarak da ekonomik olarak da ortaya koyan kısa ve özlü göstergelerdir

Türk Ordusu’nun Anti-AKP’ciliği

OYAK gibi bir sermaye gücünü elinde bulunduran askeri bir gücün , hemen teslim olacağını düşünmek saflık olur. Darbeci Türk ordusunun geri adım atması ya da darbe yapamamasının nedenleri arasında uluslararası konjonktürdeki gelişmeler, bir başka söylemle güvendiği emperyalsit ülke (ABD) ya da ülkelerin (AB) Türk ordusu’nun darbeciliğine şimdilik destek vermemeleridir.

Türk Ordusu, AKP’ye karşı mücadelesinin esas nedeni “laiklik” ya da “kemalist ideoloji”nin korunmasının olmadığı açık. AKP, 12 Eylü askeri darbesi ve peşinden ise 1997 28 Şubat –liberal aydınların söylemiyle- “postmodern darbe”sidir. Birincisin de; sola ağır bir darbe vurularak, onun karşısında “dincilik” geliştirilmiştir. İkincisinde ise; biraz radikal “dinciliği” törpüleyerek, emperyalist tekelci burjuvazinin konjonktür siyasetine uygun yeni “liberal dinciliği”n gelişmesinin istemeyerekte olsa serpilip-gelişme koşulları hazırlanmıştır.

Türk devleti burjuva anlamda da olsa esas olarak laik değildir. O laik gibi gözükmesine karşın, dini bütünüyle kontrol altında kendi çıkarları doğrultusunda kualnamakta ve azınlı dinlerin özgürce gelişmesi önünde engel olmuştur. Kısacası yasal olarak “ibadet” serbestliği olmasına karşın, bir başka yasalarla “ibadet serbestliğini” sünni kesimlerin dışında kimseye tanımamış ya bütünüyle yasaklamış ya da kısmen yasaklamıştır.

Geleneksel Kemalist diktatörlüğün, “laik” görüntüsü, elbette dinci kimlikli AKP ile çelişmekte ve Ordu, dinci bir partinin devlete egemen olmasını istemiyor. En azında görüntüsel de olsa türbenlı eşli resmi görevli istemiyor. AKP ise buna karşı direndi ve devletin en etkili resmi kurumlarına türbanlı eşlileri getirmeyi başardı. Bu açıdan Ordu birinci raundu kaybetti.

Türk ordusu faşist nitelikli bir ordudur ve emperyalsit tekelci burjuvazinin hizmetindedir. Ordunun anti-emperyalist bir yanı olması bir yana, anti-emperyalistlere karşı ülke içinde mücadele etmiş ve katliamlar yapmıştır. Özellikle 1971 12 Mart, 1980 12 Eylül darbeleri ordunun faşist niteliğini pekiştiren darbelerdir. İşçi ve emekçi düşmanı bir ordunun anti-emepryalist olduğu söylenemez. Türk ordusu 1950’den itibaren ABD’ci bir özellik arz eder.

Ordunun Kıbrıs sorununda AKP ile çatışması ise, egemenlik alanlarını terk etmek istememesinden kaynaklanıyor. AKP, ise, AB’nin ve ABD’nin dayatması karşısında işgalden vazgeçmek istiyor.

Sermayenin elede eedilmesi ve birikimi için “ırkçı” millici” olmayan Türk Ordusu, Kürt sorunu karşısında ise, ırkçılığı kimseye kaptırmaya niyetli değildir.  Yıllardır baskı ve katliamlarla Kürt ulusal mücadelesini bastırmaya çalışan ordu,  bu konuda geri adım atmak istemiyor. Daha düne kadar “Kürt” yok diyen ırkçı-faşist nitelikli bu kurum, bugün kısmen geri adım atmak istemesinin nedeni, Kürt ulusal mücadelesinin dayatması sonucudur. Attığı geri adım ise “Kürt yok” yerini “Kürt var” almıştır.

.

AKP’nin dinci kimliği Kemalist Türk ordusunu rahatsız etmiştir. 2002 genel seçimlerinde AKP’nin seçimlerde çoğunluğu ele geçireceği kamuoyu yoklamalarıyla ortaya çıkınca, Ordu ve TÜSİAD’ın önemli bir kanadı seçimde açıktan taraf olarak başta CHP olmak üzere  MHP’yi desteklediler.

Ortaya çıkan belgeler (günlükler vb.) Türk ordusunun 2003 yılından itibaren AKP’yi devirme planları yaptığı ortaya çıktı. Ancak, hiç birini bugüne kadar başaramadan, AKP 8. yılını dolduruyor ve Ordu içinde temizliğe adım adım yaklaşıyor. En üst düzeyde generallerin yargılanması, tutuklanması, ordunun köşeye sıkıştığını da ortaya koymaktadır.

Bu bağlamda “Ergenekon Yargılamaları” ya da “ergenekon davası” olarak bilinen olaya gelince, salt devlet içindeki “çürüklerin” temizlenmesi olarak bakmamak gerekiyor. Devlet içindeki sermaye kesimlerinin ciddi bir hesaplaşmasının kamuoyuna “hukuksal”yansıması olarak bakılmalıdır. Tutuklananların büyük bir kısmı “teşhir” olmuş, “çürük” ya da “kontrolden çıkmış” kesimler olmasına karşın, bazı üst rütbeli generallerin yargılanması ve tutklanmasına ise “çürüklerin temizlenmesi” olarak bakmak yanlış bir değerlendirme olur. Çünkü TC tarihinde –ilk kuruluş yıllarını saymazsak- ilk defa üst rütbeli generaller tutklanıyor ve hem de “terör örgütüne üye olmaktan”, “hülkümete karşı darbe hazırlığı” yapmaktan vb. Bu durum, Türk ordusunun kamuoyunda sarsılmayan prestijinin ayaklar altına alınmasıdır. “Dokunulmaz” paşalara “dokunulmuş”tur. Ancak bu, yansıtılmaya çalışıldığının tersine, Türkiye’nin “demokratikleşme” gelişmesi olmayıp, egemenler arası iktidar savaşımının sonucudur. Bu gelişmelere, faşist Türk ordusunun egemenliğinin kırılması adımları açısından ise önemli bir gelişme olarak bakılmalıdır.

Ordu, AKP’ye karşı savaşında tek değil. Kemalist bürokrasinin yanı sıra TÜSİAD’ın önemli bir kısmı da orduyla beraberdir. Her ne kadar TÜSİAD ile Ordu bütün konularda uyum sağlamasalarda, AKP ve onun arkasındaki sermaye gücüne karşı orduyla beraber hareket ediyorlar. TÜSİAD’da ordunun si etkinliğinin azalmasından yana. Ancak, şimdilik bunu AKP ve arkasındaki sermaye güçlerinin varlığı nedeniyle güçlü bir şekilde dile getirmiyor ve öne çıkarmıyor.

Türk yargı sisteminin de üzerine örtülen “bağımsız yargı” çulunu bir yana iterek açıktan Türk ordusu ile birlikte hareket ettiğini ortaya koyan açıklamaları ve AKP karşıtı açık tutumu, kavgayı bu alanda daha da yoğunlaştırdı. Türk egemen sınıflarının “yargı”sının “bağımsız” olmadığı işçi ve emekçilerin karşısında bir “yargı” olduğunu biliyoruz. Bütün kapitalist ülkelerde, devletlerin yargıları, o sistemin egemenlerin lehine, ezilenlerin ise aşleyhine işler. Çünkü yargı, egemen sınıfların devletini korumanın en önemli araçlarından biridir.