Home , Köşe Yazıları , Yeni mecralarda, yine buluşacağız

Yeni mecralarda, yine buluşacağız

can-dundar-yeni-mecralarda-yine-bulusacagiz-yine-yazip-konusacagiz-1CAN DÜNDAR | 04 – 08 – 2013 | Geçen hafta İstanbul’un güzelim teraslarından birinde oturduk:
Ben, Derya (Sazak), Fikret (Bila)…
Meslekte 30 yıldır aynı yolları kimi zaman yanyana, kiminde sırt sırta arşınlamış üç gazeteciydik.
Babadan servet devralmamış, meslekte hazıra konmamış, her mevkie çabayla, sabırla, gayretle tırmanmış üç meslektaştık.
Yazılı basının farklı mecralarında birbirimizi izleyerek, kollayarak, atlatarak, özenerek yetişmiştik.
12 Eylül kâbusunu Ankara’da yaşamıştık.
Danışma Meclisi’ni parlamentoda karşılamıştık.
Kapanan partiler, devrilen liderler görmüştük; baskıya, zulme tanık olmuştuk.
12 Eylül’de sansürü delmeye çabalamış, 28 Şubat’ta cadı avı sürdüren, kelle isteyen askere direnmiştik.
Mesleğimiz dışında bir işe bulaşmadan, olmadık işler yapıp öyle büyük servete kavuşmadan, yolumuzdan çok da şaşmadan bugünlere gelmiş, nihayet onca yılın sonunda aynı gazetede buluşmuştuk.
Derya neredeyse ömrünü verdiği gazetenin başındaydı.
Fikret, Ankara kalesinin burcunda…
Ben gazetede bir köşe başında…
Geçen 9 ayda güzel işler yapmış, güzel haberler çıkarmış, güzel yazılar yazmış, güzel manşetler atmıştık.
Yanlışımız da olmuştu elbet…
Onda da birbirimizi uyarmış, tartışmıştık.
O gece, yeni bir yol ayrımındaydık.
Güzelim terasa vuran yaz rüzgârından çok daha şiddetli bir fırtına ufuktaydı.
Bu kez sivil giysili, ama eskisinin birebir taklidi, yeni bir cadı avı başlamıştı.
Bizden önce nice meslektaşımıza kıymıştı.
Sıra bizdeydi.

* * *

9 ayın bize güzel gelen, gazeteci coşkusu veren işlerinin, „İmralı zabıtları“ manşetinin, Gezi direnişi haberlerinin, gazetenin muhalif çizgisinin, Hükümet’i çok rahatsız ettiğinin ipuçları geliyordu nicedir…
Biz, her gerçek gazeteci gibi, „İmralı pazarlığını deşifre eden biziz“, „Gezi’de, Kahire’de olayların tam göbeğindeyiz“, diye sevinirken, bunun bir bedeli olacağının da farkındaydık elbet…
Daha önce gazetecilik yapanların, her icraata kafa sallamayanların akıbeti bekliyordu bizi de…
Başbakan’ın kürsüden söylediği „Batsın böyle gazetecilik“ lafı, bir temenni değil, bir direktifti.
Batırmak için seferber olan bakanların/danışmanların
telefonları, patron katını bezdirmişti.
Telefonlara kulak asmayanların, gereğini yapmayanların başına gelenler ortadaydı.
Sonunda o baskılar sonuç verdi.
Önce Derya gitti.
Sonra ben…
Enkazı Fikret devraldı.

* * *

Bugün öğleden sonra Erdoğan Demirören’den aldığım bir telefonla öğrendim, görevime son verildiğini…
Epeydir bekliyordum; sürpriz olmadı.
Konuşmanın içeriğini yazmam yakışık almaz…
Nedenini artık herkes biliyor zaten…
Ben, ilk değilim; son da olmayacağım.
Mesleğe 30 yılını vermiş gazeteciler, Derya, Fikret, ben; önemli değiliz; önemli olan şu ki; sadece işimizi değil, bir mesleği yitirmenin arifesindeyiz. Bir araya gelene dek daha çok kurban vereceğiz.
Neyse ki tarih kitapları var:
Ve orada, hiçbir haksız baskının haklı bir sesi susturmaya yetmeyeceği yazıyor.
Yeni mecralarda, yine buluşacağız, yine yazıp konuşacağız.
Ta ki özgür bir ülkeyi ve onun özgür medyasını inşa edene dek…

Can Dündar
candundar.com

 

 

 

 

 

 

‚Cem evi cümbüş evidir‘ diyen zihniyet mi Alevi açılımı yapıyor!

CANAN AYDIN/BİRGÜN

Elinde sazından ve sözünden başka silahı olmayan sanatçılardan biri Erdal Erzincan. Gezi direnişine de ‘Sazıma Dokunma’ adlı enstrümantal bir beste ile destek verdi. Sanatçı “Elimizde bağlama varsa potansiyel suçlusunuz zaten” diyerek devletin sanata ve sanatçıya bakış açısını özetliyor. Erzincan ile Sazevi’nde buluştuk. Laf lafı açtı ve koyu bir muhabbete başladık. Sizi de muhabbetimize ortak etmek istedik.

>>>Yıllar önce yaptığınız ‘Akordu bozuk saz düzeni bozuk ülkeye benzer’ yorumunuzu Gezi direnişi sırasında yaptığınıza dair haberler basında yer aldı. Bu söyleminizin hala geçerliliğini taşımasın hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu sözü iki üç yıl önce Kars’ta verdiğim bir konserde söyledim. Demek ki ülkede hiçbir şey değişmiyor. İktidar sürekli birliktelik naraları atıyor. Ama iktidarın birliktelikten kastı bağlamanın bütün tellerini aynı frekansı verip ve öyle çalınması. Hâlbuki bu ayardan ancak koca bir gürültü çıkar. Ama oradaki yedi sesin hepsine ayrı bir frekans, ayrı bir görev verirsen o farklılık büyük bir senfoniye dönüşür. Bu ülkede herkesin hak ettiği bir yer var. En güçlü kimse herkesi ona benzetmeye çalışıyorlar. “Alevi ile Sünni arasında hiçbir fark yok. İkimiz de Müslüman’ız, ikimiz de Türk’üz” Böyle bir dayatma niye! Beni neden bir yere kanalize etmeye çalışıyorsun ki! Ben kendimi ne kadar Müslüman hissediyorsam o kadar Müslüman’ım. Ne kadar Türk hissediyorsam o kadar Türk’üm, ne kadar Kürt hissediyorsam o kadar Kürt’üm. Bu şekilde dünya dönmez. Dünyanın dönme sebebi zaten farklılıklar değil mi! Bunu da yapabilmemiz için Gezi’deki taleplerin hepsinin bir bir kazanılması gerekiyor.

>>> Gezi direnişine destek veren sanatçılardansınız ve bu direniş için bir de beste yaptınız. Sizce Gezi’nin ruhu ne?
Son yıllarda hemen hemen her gün “Bu ülkeyi bize dar ettiler” serzenişlerinde bulunuyor ve yalnız olduğumu düşünüyor, üç-beş kişiydik zannediyordum. Ama Gezi direnişi bana gösterdi ki yalnız değilim ve benim gibi milyonlarca insan var. Benim rahatsız olduğum şeylerden rahatsız olan milyonları gördüm bu bana umut verdi, güç verdi.

>>> Sizi bu direnişçilerle bir araya getiren şey neydi?
Herkesin bir yarası vardı ve herkese bir taş geliyordu; sadece kiminin gözüne, kiminin omzuna, kiminin sırtına, kiminin bacağına… Bir Alevi olarak onuruma dokunan bir sürü tartışma vardı. Farklı bir kültürden insanın onuruna dokunan farklı şeyler vardı. Ancak o benim, ben onun farkında değildik. Sonra Gezi bizi birleştirdi ve baktık ki, hepimizin yarası var. Bunu fark ettik ve böyle bir manzara çıktı ortaya. Gerçekten de o gençler bize şunu öğretti: Yeni bir siyasi dil, yeni bir oluşum gerekiyor gibi… Bu da bize Türkiye’de bundan sonra birçok şeyin olumlu bir yere evrileceğini gösteriyor.

>>> Peki bir sanatçı olarak sizin ne tür talepleriniz var?
Ben rahatlıkla Alevi kimliğimi yaşamak istiyorum. Özgürlük istiyorum. Kafamda başka bir şey olmadan özgürce sazımı çalmak istiyorum. Ben müzik okulumda öğrencilerimle rahat bir şekilde sazın o geleneğinden yola çıkarak muhabbet edip, meşk edip, bir şeyleri sorgulamak konuşmak istiyorum. Fakat derste öğrenciler tedirgin olabiliyor.

>>>Neden tedirgin oluyorlar?
Sazın bir felsefesi var ve ben öğrencilerimle bunu rahatlıkla paylaşmak istiyorum. Mesela Pir Sultan’dan bir deyiş söylüyorsunuz ancak o deyişi sadece söyleyip geçemezsiniz. Onun felsefesini konuşmak paylaşmak gerekir. Sadece bir müzik olarak algılayıp üç tane nota yazıp öylesine geçemezsiniz. O sözler bir muhabbet doğurur. Öğrenciye “bir dakika burada ne diyor ya sazı bırakalım!” dediğimizde bakıyorum öğrenciler tedirgin oluyor. “Burası dershane. Burası bir müzik okulu. Burada siyaset olmaz” kaygısı taşıyorlar. Peki, o zaman bağlamayı gitardan, kemandan, piyanodan ayıran en önemli şey ne:  Muhabbet.

>>>Gezi direnişine destek veren sanatçılar hedef gösterildi. Bazı sanatçıların konserleri iptal edildi…
Bizim elimizde sazımızın olması potansiyel suç! 1990’lardan itibaren konserler vermeye başladım. Hala bizim konserler vermemiz için birçok belge isteniyor. Konserin olmaması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Devlet yanlısı Sünni, Türk ve hükümete yakın sanatçı olursan iş değişiyor. Bizim için ise maalesef sürekli repertuarlar sorgulanıyor. Şarkıların sözleri değerlendirmeye alınıyor. 7-8 yıl önce Güneydoğu’da Tolga Sağ ile birlikte bir turnemiz vardı. Ancak bir gün öncesinden hiçbir gerekçe gösterilmeden iptal ediliyordu. Düşünün ki çok yakın zamanda bile bunlar yaşandı.

>>>Alevi kimliğinizden söz ettiniz. AKP iktidarı da bu konuda çeşitli çalışmalar yapıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz. Size ne kadar samimi geliyor?
“Cemevi cümbüş evidir” diyen bir zihniyet mi Alevi açılımı yapıyor! Açılımlar zincirinin finalinde Alevileri katleden Yavuz Sultan’ın adı üçüncü köprüye veriyor. “Caminin yanında Cemevi olsun, beraber kullanalım” deniliyor. Bugün Alevilerin mürşidi olan bağlama Dede’nin elinden yavaş yavaş alınıyor. Zorunlu din dersleri ne olacak? Bunların hepsini yan yana getirdiğimizde nasıl bir samimiyetten söz edilebilir! Açılım bunun neresinde, neyi açıyorsunuz!

Gezi’de insanlar sokağa dökülüp muhabbet etti

>>> Aslında sanatçılar Gezi sayesinde sokağa çıktı ve halkla tanıştı diyebiliriz…
Bir kere bu iktidar sanatı reddediyor. Sanata karşı. Gezi, sanatını ahlakıyla yapan tüm insanların ortak sorunudur. Sanatı reddeden, sanatın yaşamaması için elinden geleni yapan bir zihniyet var karşımızda. Kars’taki ‘ucube heykel’ tanımını, Melih Gökçek’in sanat için söylediklerini biliyoruz. Böyle bir zihniyetin şairine, müzisyenine, yazarına, sinemasına çok farklı bakacağı düşünülemez.
Birbirinden haberi olmayan sanatçılarla tanıştık ve yan yana durduk o parkta. Gezi’de bütün Türkiye muhabbet etti.
Gezi’deki bu muhabbetle Türkiye değişiyor. Hayata kaptırmışız kendimizi bir hengâmedir gidiyordu. Ama baktık ki insanın insana ihtiyacı var. Onun dibini gördü insanlar ve sokağa dökülüp muhabbet ettiler. Onun tadına da vardılar bundan sonra insanlar teknolojiyi daha çok yan yana gelmek için kullanacaklar.

“Bağlama bir muhabbet sazıdır”

;>> Bağlama bu toprakların en bağlayıcı, en önemli kültürü olmasına rağmen, bu ülkenin iktidarları bağlamadan neden hep tedirgin?
Evet bağlama adına yakışır bir enstrüman. Bağlama eşit muhabbettir. Bağlama bir muhabbet sazıdır. İnsanlar bu bağlamanın etrafında yıllar boyunca toplandı. Bağlamanın getirdiği kültür Osmanlıya başkaldırmış ve onun karşısında da dik durmuş ve o bağlama ki hiç boyun eğmemiş, eğitmiştir. Böyle bir misyonu vardır bağlamanın. O ses kafalardaki önyargıların silinip insanların birbirlerine gönül kapılarını açmasına hizmet etmiştir. Bu güne kadar bağlamanın yarattığı toplum hür toplum olmuştur. Yukardan kafası çalışmayan bir toplum isteniyor.  Bağlama onları elbette ki tedirgin eder.

“Onların tek silahları sanattı”

>>>Gezi direnişi birçok sanatçıya ilham kaynağı oldu. Siz de direniş için enstrümantal bir parça yaptınız. Siz de hangi duyguları yaratıyor Gezi?
Gezi’ye şöyle bir kulak verdiğinizde orada bir müzik var.  Orada bir ritim var. Sloganlar atılıyor, bir kafiye var, edebiyat var. Müziğin yüzde ellisi ritimdir. Ritim olmadığı zaman üstüne hiçbir şey koyamazsınız. Bastığınız ses ne kadar düzgün olursa olsun altındaki ritim doğru değilse bir şeyin üstüne yürümüyorsa o yaşamaz. Bir müzisyen o parka gidip, o atmosferi yaşadığında o ritmi duymaması mümkün değil. Ben de oraya girdim. O havayı teneffüs ettim ve ardından da kendimi stüdyoda buldum.
Bu topraklarda insanların en büyük çaresizlikleri sırasında sarıldıkları en güçlü silah hep sanat olmuştur. Bazen annemize babamıza öfkelendiğimizde ıslık çalardık. O ıslığın içinde birçok sitem vardı. Bütün o tepkimizi o küçücük melodiye sığdırırdık. Gezi’deki tepkilere baktığınızda da hiç birinin elinde top, tüfek, mermi yoktu. Karşında her türlü şiddeti uygulayan bir hükümet var. Onların tek ve gizli silahları sanattı. Bununla sen o silahlı gücün tüm etkisini yok etmişsin. Ona, karşı o sözü söylemiş ve bu yüzden de Toma’nın önünde öyle sağlam durabilmişsin. Gezi’nin başarısı da budur…

Editör :

 

Çiğdem Çitleyelim mi Heval?

Ülkenin doğusu da, batısı da direniyor. “Yaşasın halkların kardeşliği” sesleri yankılanıyor. Barışı iktidardan beklemek hataydı, süreci halklar devralıyor.

Özlem AKCAN

akcanozlem@gmail.com

İstanbul – BİA Haber Merkezi

03 Ağustos 2013, Cumartesi 00:00

Sloganlar, türküler, birbirine çarpan insanların özür dilemeleri, “gel, gel, gel” çağrıları ve havadaki kesif biber gazı kokusu eşliğinde giriyoruz Taksim’e. Mesele 4-5 ağaç değil artık, otoriter babaya kafa tutan çocuklarız. Türk, Kürt, Ermeni, Alevi, gay, lezbiyen, ateist… Bu memlekette, belki de ilk ‚faşizme karşı omuz omuza’yız. Çok kalabalığız, haklıyız ve elbette kazanacağız!

Barış süreci nedeniyle Kürtlerin eyleme destek vermediği, mesafeli durduğu söylendi günlerce. Polis şiddeti yerine penguenleri göstermeyi tercih eden ana akım medya, bir tek bu haberi atlamamış. Nedense?  Ulusalcıları gördükçe “aman bir tatsızlık” çıkmasın tedirginliği de yaşamıyor değiliz. Ama tam da bu sırada, havai fişeklerle aydınlanıyor meydan. Yanımdaki arkadaşım ile göz göze geliyoruz, gülümsüyoruz; buradalar!

Kışla kondurulması planlanan Gezi Parkı, otonom bölgeye dönüşüyor zamanla. Çadırlarımız, revirimiz, atölyelerimiz, bostanımız, Devrim Market’imiz bile var. Bir yandan tulum sesleri yükselirken, diğer yandan “Çevik boş durma, Kürtlere çay getir” sloganı eşliğinde halaylar çekiliyor. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganını “Öldürmeyeceğiz, ölmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız” sloganı ile kesiyoruz. Sonra hep bir ağızdan haykırıyoruz: Bu, daha başlangıç, mücadeleye devam!

Dayanamıyorlar elbette. “Pankartları indireceğiz” bahanesi ile müdahale ediyorlar Taksim’e. Hayatında ilk defa sokağa çıkan, muhalif konumuna düşünce “terörist” ilan ediliveren gençler, devlet refleksi ile de tanışıyor. Hal böyle olunca, çocukluğundan bu yana Ankara’nın doğusunda olanları televizyondan izleyen bir nesil, Kürtlerin „havaya açılan ateş sonucu vurulan“, „ölü ele geçirilen“, „dış mihrakların oyununa gelen“ insanlar olmadığını idrak ediyor. Ekşi Sözlük’te “Özür dilerim senden Kürt kardeşim” başlığı açılıyor. Bir başka sözlük yazarı, “Bu saatten sonra İzmir’de herhangi bir olay olduğunda bir Türk olarak Kürt kardeşlerim ile en önde eylem yapacağımı bildiririm” deyiveriyor. Özürler, özeleştiriler birbirini izliyor.

Gördüğümüzü, bildiğimizi “baş belası” twitter’a yazıyoruz. Meydanlarda olanlarla omuz omuza, farklı kentlerdeki direnişçilerle ise internet üzerinden dayanışma halindeyiz. Gezi Parkı’nı “halka açtıkları” gün, twitter hesabıma bir mesaj düşüyor: “Diyarbakır’dan oraya uzamayan kolum kopsun, kafayı yiyeceğim! Ne olur yapabileceğim bir şey olursa söyleyin. Kalbimiz sizinle.” Sarılıyoruz tanışmadığım arkadaşımla. Tam ümitsizliğe kapıldığım noktada güç veriyor bana ve “Serkeftin,” diyor.

Derken 28 Haziran günü Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Kayacık Köyü’nde kalekol yapılmasını protesto eden halka askerler tarafından ateş açılıyor. “Havaya” açılan ateş sonucu 19 yaşındaki Medeni Yıldırım, yaşamını yitiriyor. Kahroluyoruz. Kadıköy, Taksim, Beşiktaş, İzmir, Ankara, Antakya, Mersin, Eskişehir ve dahası, Medeni için sokağa çıkıyor.  Beşiktaş’taki kalabalığın içinde yürürken İzmir’den bir arkadaşım arıyor: “Yaklaşık 100 kişilik bir grupla yürüyoruz. Ne dediğimi bilmeden slogan atıyorum,” diyor. Ülkenin doğusu da, batısı da direniyor. “Yaşasın halkların kardeşliği” sesleri yankılanıyor. Barışı iktidardan beklemek hataydı, süreci halklar devralıyor. Gezi’de tanışmıştık, Lice’de güveniyoruz birbirimize… O sırada timeline’ıma düşen bir tweet Gezi ruhunun ne olduğunu özetliyor:

„Çiğdem çitleyelim mi heval?“ (ÖA/HK)