Yaralı Barış

KEMAL BÜLBÜL | 11 – 06 – 2011 | “Bu şehr-i Sitanbul ki bi-misl ü behadır!

Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.

Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında

Hurşid-i cihan-tab ile tartılsa azdır.”

Divan şairi Nedim’in İstanbul için yazdığı kasideden iki beyit…

Orhan Veli’nin “İstanbul’u dinlerken gözleri kapalıdır!”

Tevfik Fikret Sis adlı şiirinde şöyle der İstanbul için;

“Ey köhne Bizans, ey koca fertut-ı müsahhir,

Ey bin kocadan arta kalan bive-i bakir.”

Necip Fazıl’ın Canım İstanbul adlı şiirinden iki dize;

“Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur,

Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.”

Cahit Sıtkı, Sunay Akın, Özdemir Asaf, Yahya Kemal… Daha nice şairler, ozanlar, İstanbul aşıkları en değme şiirlerini İstanbul için yazdılar.

Türkiye’nin her şehrinden, ilçesinden, kasabasından, köyünden birilerinin mutlaka yaşadığı İstanbul… Bir zamanlar onu anlatmak için başka bir tabir bulamayanların “Taşı toprağı altın!” dedikleri İstanbul. Bir yanda iliklerine kadar yoksulluk, bir yanda zevki sefa İstanbul. 2010 Yılında “Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi” tarafından “Avrupa Kültür Başkenti” ilan edilen İstanbul.

Türkiye’dir, Türkiye’nin aynasıdır İstanbul. Şimdilerde “Avrupa Kültür Başkenti” seçim panayırına dönmüş durumda. Mitingler, bayraklar, seçim büroları, cadde ve sokakları inleten seçim propagandası araçları vb… 72 Milletin yaşadığı İstanbul “Avrupa Kültür Başkenti” olsa da efendiler yine efendi, ötekiler ise ötenin daha da ötesine ötelenmiş durumda… Oğlum Musa Deniz, gazetemizin karikatüristi Halil İncesu (Yeğenim olur kendileri) ve ben… Deniz ve egzoz kokusunun bir birine karıştığı, insanların alışıldık o sabah telaşı ile işlerine yetişmek için koşturdukları bir Kadıköy sabahında kahvaltı etmek için börekçiye gittik. Siparişlerimiz yeni gelmiş ve daha ilk lokmaları almak üzereydik ki Halil’in “Dayı şuraya bak!” sözü ile gösterdiği yöne baktım. Bir güvercin!… Duvarla yağmur oluğunun arasına sıkışmış titriyor, ayakta durmakta zorlanıyor! Halil, yakından bakınca güvercinin kafasından yaralanmış olduğunu gördü. Hemen yakınımızda bir eczane var. Halil, koşarak eczaneye gitti ve döndüğünde “Biz bir şey yapamayız, veterinere götürün!” dediklerini söyledi. Çabucak kahvaltımızı ettik. Oğlum Musa Deniz’i okuluna yolcu edip Güvercini aldık ve eczacının “Selimiye Kışlası” yakınlarında diye tarif ettiği veterineri bulmak için Halil’in arabası ile hızla yola koyulduk. Epey bir yol yolak soruşturmasından sonra tabelasında “Tarım Lisesi” yazan bir okulun önünde durduk. Kapıdaki öğrenciler “Abi, burada tedavi için para alırlar. Şu karşıda belediyenin veterineri var oraya götürün.” dediler. Oldukça kibar ve sevimli bir erkek öğrenci tarifle yetinmeyip bizi kapıya kadar götürdü. Kapıyı çalıp içeri girdik. İki veteriner ameliyat masasında bir kediyi ameliyat ediyorlar. Kapıyı açtığımızda o bildik devlet zihniyeti ile bize “Kapıda bekleyin!” dediler. Yarı canlı güvercinimiz elimizde kapıya çıktık çaresiz!… Yaklaşık yarım saatlik bir bekleyişten sonra dayanamayıp kapıyı hafif araladık. Çünkü narkoz verilmiş “kısırlaştırma ameliyatı” yapılan kedi azıcık bekletilir veya iki veterinerden biri bizim zavallı güvercinle ilgilenebilirdi. Neyse ki ameliyat bitmiş! Biraz daha yaşlı olan veteriner güvercinimizi aldı ve biraz inceledikten sonra eline bir parça pamuk alıp içinde ilaç bulunan şişeyi işaret etti. Ben şişeyi alıp veterinerin elindeki pamuğa bir miktar döktüm. Güvercinimizin kafasını pansuman etti “Doku zedelenmesi yok. Götürüp mezarlığa bırakın. O yaşar!” dedi. Halil, şaşkın bakışlarla bana bakıp veterinere “Mezarlıkta kediler yemez mi? Zavallı güvercini.” Dedi. Veteriner gayet sert ve devlet kokan bir eda ile “Yerse yer! Aslanlar da ceylanları yemiyor mu?” dedi ve arkasını dönüp gitti.

Biz çaresiz güvercinimizi alıp çıktık oradan. Güvercinimiz elimizde, arabaya binip Halil’in evine gittik. Son derece halsiz ve bitkin olan güvercin balkona bıraktığımız suyu ve yemi görmüyor bile! Çünkü gözünü ve gagasını açacak takati yok. Ama Halil kararlı! “Bu güvercini yaşatmalıyız” diyor. Bu arada epey de güvercin hikayesi paylaşıyoruz. Nuh’un gemisine zeytin dalı getiren güvercinin “Barışın sembolü” olduğunu… Hacı Bektaş’ın Rumeli’ne gelirken güvercin donunda geldiğini ve “Güvercinden daha masum bir varlık bulsaydık onun donunda gelirdik” dediğini… Sonunda güvercinin adını “Barış” koymaya karar verdik.

Ben, Barışı ve Halil’i Ankara’ya dönmek için bıraktığımda, Barış biraz canlanmış, kendine gelmiş, yem yemiş ve su içmişti. Halil ile bir dilek tuttuk. “72 Milletin yaşadığı İstanbul’da Barış kanat çırparak uçmalı.” Şimdi genel seçime ve “15 Haziran’a” ramak kala Barış yaşamak için direniyor. Dileğimiz o ki yaralı, yarı canlı halde bulduğumuz Barış 12 Haziran’da iyileşip uçacak ve simurga karışacak. 15 Haziran’da ise Simurg Ankara’ya uçup adını Barış koyduğumuz güvercinimizin ağzından Türkiye’de barış ve demokrasiden yana herkesin dileğini söyleyip “Halkların kardeşliği, inançların eşitliği ve emeğin özgürlüğü için barışa yürüyoruz!” diyecek. Sizin de bu dileğe yürekten katıldığınıza inanıyorum. Halil, Barışı iyileştirecek ve simurgla birlikte Ankara’ya uçuracak. Ben Ankara’da büyük bir coşku, umut ve heyecanla Barış’ı bekliyorum!…