MURAT ÇAKIR | 30 – 09 – 2010 | Son günlerde Taraf gazetesini okuyanlar, ha şimdi ha yarın »barış gelecek« kanısına kapılabilirler. Köşe yazılarında ve aslında birer yorum olan haberlerinde gazete tarafından mütemadiyen AKP Hükümeti’nin »bu sefer« barışı getireceği iddiası işleniyor. Açıkcası, kim getirirse getirsin de, yeter ki barış olsun diyeceğim, ama ah o »müzmin muhalif ruhum« kahrolsun, barış, iyi güzel de, kimin barışı diye sormadan edemiyorum.
Öncelikle, hiç lamı cimi olmadan, bir noktanın altını çizmek gerekiyor: Eğer bugün Abdullah Öcalan ile devlet görüşüyor, kamuoyunda bu makul görünüyor ve bazı »adımlar« atılıyorsa, bu ne AKP’nin, ne de devlet içerisindeki karar vericilerin isteği ile olmaktadır. Böylesi bir sürece girilmesinin temel nedeni, halka dayanan ve sınıfsal olarak yoksullar ile kadınların taşıdığı seküler Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesinin ve Kürt halkının açık iradesinin bir sonucudur. Barış sürecinin, ki şimdilik sadece devletin bazı niyet sinyallerinden başkası ortada görülmemektedir, muhtemelen başlamış olmasını salt AKP’ne ve referandum sonucuna bağlamak, çok açık bir biçimde süregiden tasfiye çalışmalarının bir parçası olarak bir manipülasyon ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin halk nezdindeki meşruiyetini çürütme uğraşısıdır.
Diğer taraftan ise, Kürt halkını ve muhalif kesimlerin en azından bir bölümünü egemen politikaya eklemleme çabasıdır. Aksi olsaydı, bilhassa Taraf gazetesi başta olmak üzere, benzer yaklaşımı gösteren liberal kesimler – en azından liberal düşüncenin özgürlükçü ruhuna gölge düşürmemek için – AKP Hükümeti’nin TBMM’ndeki çoğunluğu ile sivriliklerini yumuşatabileceği onlarca yasa için neden adım atmadığını sorgular, BDP’ne yönelik geliştirdikleri baskının onda birini AKP’ne yönlendirirlerdi. O açıdan liberallerin Türkiye’nin barışçıl bir demokratikleşme sürecine girmesi konusunda güvenilir bir aktör olmadıklarını söylemek gerekir.
Görüşlerini sol iletişim, küreyel, özgürlükçü sol veya marksist.org gibi internet sayfalarından ilgiyle takip ettiğim solliberal ve pragmatist-realist sol olarak nitelendirebileceğim – ki bunu kesinlikle bir hakaret olarak ifade etmiyorum, tam tersine solun tüm renkleriyle ele alınması gerektiğini savunurum – kesimlerden bazı arkadaşlar, daha önce de olduğu gibi, bu eleştiri ile »vesayete karşı çıkan« Taraf gazetesine haksızlık ettiğimi söyleyeceklerdir. Türk militarizminin Taraf’a karşı sindirme operasyonlarına karşı çıkanlardan birisi olarak, gazetenin kendisine değil, yayın politikasına eleştiri getirdiğimi belirtmem gerekir. Eleştirilerim, Taraf gazetesinin aynı Rosa Luxemburg’un ifade ettiği gibi, »özgürlük, her zaman farklı düşünenin, düşüncesini ifade etme özgürlüğüdür« ilkesine uygun olarak, yayınını hiç bir baskı altında olmadan sürdürmesini desteklediğimi de değiştirmez. Her ne kadar bu yaklaşımı tersinden biz sosyalistlere ve Kürt hareketine göstermediklerine hayıflansam da.
Manipülasyon ve dezenformasyonun aleti olmak
Taraf gazetesine yönelik eleştirilerimi somutlaştırmak için gazetenin 28 Eylül 2010 Salı günkü sayısındaki Melih Altınok, Yıldıray Oğur ve Kurtuluş Tayiz’in köşelerinden alıntılar yapmak istiyorum. Gene başlangıçta vurgulayayım: maalesef son dönemlerdeki tartışmalarda isimler öne çıkartılarak, hedef hâline getirilmektedirler ve bu kesinlikle kabul edilebilir bır durum olmamalıdır. Bu yazıda üç ismi anarak, sadece görüşleri ile ilgili eleştiri yapmak istiyorum. Kişisel olarak hiç birisine karşı bir garezim yoktur. Eleştiri dilimin sivriliğinin yanlış yöne çekilmesini istemediğim için bunları vurgulamak istedim.
Alıntılara başlamadan önce, bir noktanın da altı çizilmelidir düşüncesindeyim: böylesi dönemlerde, yani bir devletin karar vericilerinin kamuya açık olmayan bir biçimde karşıt veya düşman olarak gördükleri bir kesimin temsilcileri ile görüşmeye başladıklarında medyaya düşen bazı bilgilerin manipülatif ve yönlendirici olduğunu bilmek gerekir. Aksi zaten eşyanın tabiatına aykırıdır. Uzun yıllar basın sözcüsü mesleğini icra ettiğimden ve serbest gazetecilik de yaptığımdan, kritik dönemlerde belirli merkezlerden, özellikle devlet kurumlarından gelen haberlerin, bu haberler »karşı tarafca« teyid edilmediğinde, doğruluğundan kuşku duymak gerektiğini ve profesyonel gazetecilerin de bunu çok iyi bildiklerini öğrendiğimi söyleyebilirim. Bu gerçek, dünyanın her yanında geçerlidir. O nedenle, belirli kanallar üzerinden gelen bilgiler, profesyonel bir gazeteci için »haber« değil, tek taraflı ve dezenformatif »istihbarattır«. Subjektif bir bilgi ile objektif bir haberin yazılabilmesi olanaklı değildir.
Örneğin Kurtuluş Tayiz, Salı günkü Taraf gazetesinde »Eve dönüşte Mahmur modeli« başlıklı yorumunda (ve daha önce manşete çıkan haberlerinde) olanaklı olmayanı olanaklı yapıyor, yani sübjektif bilgilerle, objektif gazetecilik (!) yapmaya çalışıyor. Doğrudan alıntılarsak, Tayiz şu tespitlerde bulunuyor:
»İmralı’da bir süredir devam eden devlet-Öcalan görüşmeleri hızla sonuç veriyor. PKK sınırdışına çekilmeye başladı. Ateşkesin süresize dönüştürüldüğünün ilan edilmesi an meselesi. (…) Kürt sorununda silahları devre dışı bırakacak çözüm modeli üzerine yürütülen gizli görüşmelerin bugün yarın kamuoyuna – en azından bir kısmının – açıklanması bekleniyor. (…) Kandil’de liderlik çekişmesinin olabileceği, olduğu tartışma götürmez. (…) Aldığım bilgilere göre de Türk tarafı Kürt yönetimine sınırötesi yapmama sözü bile vermiş durumda. (…) Silahsızlanma için de Mahmur modeli kamplar düşünülüyor.«
Sadece bu kadarlık bir alıntıda bile, bırakalım doğruyu-yanlışı, gazetecilik etiği açısından eleştirilecek onca nokta var, ki insan nereden başlayacağını bilemiyor. Manşete çıkan haberlerinde de aynı yöntem söz konusu olduğundan, Kurtuluş Tayiz’in doğrudan devletin bir kesiminin servis ettiği manipülatif bilgilerle, dezenformasyona bilinçli bir biçimde alet olduğunu düşünmemek elde değil. Öncelikle şu soruları sormak gerekiyor: devlet-Öcalan görüşmelerinin hızla sonuç verdiğini; ateşkesin süresize dönüşebileceğini; gizli görüşmelerin açıklanacağını veya Kürt yönetimine kimin neden hangi sözü verdiğini hangi bilgiye dayandırıyorsunuz? Madem »Türk tarafının« söylediklerini biliyorsunuz da, »Kürt tarafının« ne düşündüğünü neden belirtmiyorsunuz? Mahmur modeli kampların, o kamplarda kalacaklar tarafından kabul edildiğini nereden çıkartıyorsunuz? Tamam, gazeteciler bazen bilgi aldıkları kaynakları açıklamazlar, ama bu genellikle devlete veya devlet kurumlarını ilgilendiren haberler söz konusu olduğunda yapılır. Devletten gelen bilgiler yayınlanır ise, bilgiyi veren kişinin, kurumun veya hükümet yetkilisinin adı, sanı verilir, aksi takdirde buna asparagaz denilir. Bu basit, ama temel gazetecilik kuralını neden uygulamıyorsunuz?
Silahsızlanma için devletin neler düşündüğünü dahi bilen, ama»Kürt tarafının« konuyla ilgili düşünceleri hakkında (kendi ifadesiyle) »bir bilgisi olmayan« sayın Tayiz’e biz yardımcı olalım. Kürt hareketinin farklı kurumları arasında gûya bir »ayrışmayı« kanıtlamak için hayli adını andığı DTK’dan bir örnek verelim. Kürt hareketini yakından tanıdığından hiç şüphe duyulamayacak olan, DTK eski eşbaşkanı ve Günlük gazetesi yazarı Yüksel Genç bakın ne diyor:
»(…) Söz konusu haberlerin bir devlet ve hükümet niyetinin dışa vurumu olduğuna da şüphe yok. Yine de PKK’nin çekildiğini varsayalım, Yeni Şafak’ın haberine göre Kandil’den de çekilecek! Nereye? Çöl ortasındaki Mahmur kampına. Onun için bu ›düz ovanın‹ bir esaret ve imha hali olmayacağını kim garanti edebilir? Çift taraflı ateşkes sürecinin epey bir zamandır uygulandığı ›Sri Lanka‹ örneği de orta yerde duruyor iken, PKK’liler imha edilmeyeceklerine nasıl inanacaklar? Uzun bir süredir PKK içerisindeki yetkililer kendilerine Tamil Elam Kaplanlarına uygulanan politikanın ve vahşetin uygulanacağı kaygısını dile getiriyorlar. Bu kaygıları giderecek teminat konusunda devlet ne düşünüyor?
Soruların yanıtını da ilgili gazeteler yazarsa öğreneceğiz ama, bahsedilen geri çekilme taleplerinin karşılık bulması için; Kürt sorununda köklü çözüm yöntemleri ve projelerinin ortaya konması, bu konuda PKK’nin ve Öcalan’ında dahi olduğu müzakere süreçlerinin başlatılması gerekecektir. Bunlar olurken güven artırıcı ve güveni koruyucu teminatlar, aracılar, hatta uluslararası yapılarda devreye girebilmeli, hatta süreçler şeffaf kılınmalıdır. Aksi biraz zor görünmektedir. Bu tür haberleri yapanlarda sadece bir tür özel savaş işlevi görmenin ötesine geçemeyeceklerdir.« (28 Eylül 2010 tarihli Günlük gazetesi)
Kurtuluş Tayiz’e sormadan edemeyeceğim: Kürt hareketinin meşru bir temsilcisinin söyledikleri ortada. Hani birbirinizi de tanıyorsunuz. »Kandil’de liderlik çekişmesinin olabileceği, olduğu tartışma götürmez« olduğunu biliyorsunuz da, bir telefon kadar uzak olan Yüksel Genç ile konuşmayı mı aklınızdan geçiremiyorsunuz? Öğretim görevlisi değilim ama, öyle zannediyorum ki, Gazetecilik Yüksek Okulu’nda sınava girseydiniz ve haberleriniz ile salt alıntıladığım yorumunuz sınav konusu olsaydı, hiç ama hiç geçer not alamazdınız. Hocanız muhtemelen size »Sevgili öğrencim, gazeteci mi olmak istiyorsun, yoksa devletin enformasyon dairesi sözcüsü mü?« diye sorardı.
Sürecin »nimetleri« ve muhalifler
Gazetenin aynı tarihli sayısında »Barış: 6-Savaş:0« başlığıyla yorum yapan Yıldıray Oğur ise, böylesine ciddî bir süreci futbol maçına benzeterek sevimli bir dil kullanmaya çalışmasına rağmen, maalesef sevimli olamıyor. Başlangıçta Aysel Tuğluk’un iyimserliğini referans alıyor, akabinde de Tuğluk’un da içinde bulunduğu »yıllardır Kürt sorununda herkesten fazla duyarlılık gösteren kesimlerin« sessizliği ve duyarsızlığının »barış havasının yayılmamasında (…) etkisinin büyük« olduğunu söyleyerek, o kesimleri topa tutuyor. »Duyarlı kesimler« olarak tanımladığı (aslında adını vermeden Kürt hareketini ve Kürt hareketi ile dayanışma içerisinde davranan demokratik çevreleri kast ediyor ya, biz anlamamış gibi yapalım) kesimlerin »hiç bir şey yapmadan, öylece durduklarını«, ama aynı zamanda «ancak silahlar sustuktan sonra konuşulabilecek bir hak olan anadilde eğitimle hükümete ›yapamazsın ki‹ çektiklerini« belirtiyor.
Oğur devamla hakaret de ediyor: »Aynı mızıkçı çocuk ruh hali Kürt cephesinin bir kısmında da var. Hainler, işbirlikçiler, içindeki Türk ortaya çıkan sahte demokrat avcısı ANF sitesinde her dakika ›Ama ama nasıl olur, çözüm, barış, bu AKP ile‹ türü çaresizlik kokan analizler konuyor. Ben buna ›barış kıskançlığı‹ diyorum. Kürt barışını bu muhafazakâr, İslamcı hükümetin yapıyor olmasını kaldıramıyorlar. Barış heyecanının bile önüne geçen politik bir körlük bu. Ezber o kadar bozulmuş durumda ki ›barış süreci bir tökezlese‹ diye pusuya yatan ›barış yanlıları‹ bile var. Kürt meselesinde her dakika imza toplayan aydınlar, STK’lar, otel odası tutup Kürt sorununda çözüm istiyoruz diye on bin tane inisyatif kurmuş olanların ortalıklarda görünmemesinin açıklaması bu barış kıskançlığı«.
Okurdan, bu satırları bir kaç kez okumasını rica edeceğim. Sindire sindere. Oğur kendisini AKP’nin barış getireceğine o kadar inandırmış ki, onyıllardır bu ülkede canı pahasına mücadele edenleri tek bir çırpıda siliveriyor, hakaret edip, dalga geçiyor. Nedense eli »pusuya yatan barış yanlılarını« tek tek isimleri ile anmaya yanaşmamış. Lafı ortaya atıp, isteyen istediğini alsın mı diyor acaba? Hem nalına, hem mıhına – hem »sahte demokrat avcısı ANF«ye, hem barışseverlere… Birazcık kaldığını zannettiğim etik anlayışını da bir çırpıda yeni iktidarın, yeni elitlerinin ukalalığıyla yok ediyor. Maalesef ortada bozulan ezber falan yok, bozulan gazetecilik anlayışının, etiğinin ta kendisi. Yıldıray Oğur’a yaptığı bu hakaretlerin karşısında söylenecek tek laf kalıyor: Allah akıl fikir, biraz da vicdan versin!
Bilgisayar ekranı başında yürütülen tartışmalarda her zaman dikkatimi çekmiştir: ne kadar özgürlükçü, demokrat, aklı başında olunsa bile, klavyenin başına geçildiğinde çok kez kullanılan dilin, karşı tarafla tartışma esnasında hakaret sınırını aştığına tanık oldum. Öyle ya, yazdığımız yazının, sarf edilen kelimelerin muhatap üzerinde nasıl etkide bulunduğunu görmek için, muhatabın yüzünü, mimiklerini, tepkisini görmek gerekiyor. Bilgisayar ekranında bu olanaklı olmadığından, yapılan eleştirinin dozunu artırırken, hep »bu laf bana söylenilseydi, nasıl tepki gösterirdim« diye düşünmek lazım, yoksa farkında olmadan eleştiri yerine hakaret edilebilir. Hele hele yazıları günlük bir gazetede yayımlanan bir gazeteci için bu kural son derece önemlidir. Özellikle benzer bir yaklaşımın kendisine yapıldığını her fırsatta dile getiren bir gazetecinin buna son derece hassas davranması gereklidir diye düşünüyorum.
Maalesef »Sol açık« başlıklı köşesinden yorumlarını okuma fırsatı bulduğum Melih Altınok, belki de kendisine radikal soldan gelen eleştirilerin yarattığı rahatsızlıkla, kullandığı kelimelerin ne denli hakaretvarî olduğunu fark edemiyor. Kürtleri, Kürt hareketini veya onlara yakın duran solu / sosyalistleri eleştirebilirsiniz, ama »polemik« yapıyorum zannederek, dalga geçmeye veya varsayımlardan hareketle, hakarete varan bir dil kullanırsanız, ne inandırıcılığınız kalır, ne de görüşlerinizin bir ciddiyeti.
Örneğin 28 Eylül 2010 tarihli köşenizde »Bereket siyasal iktidar da bu durumu fark etti. Savaşın bitmesi ve kanın durması için başlatılan ancak ağır aksak ilerleyen demokratik açılım karşısında Türkiyelilerin tavrının, histerik söylemlerle kışkırtıcılık yapan milliyetçi parti ile tasfiye paranoyasından mustarip Kürt ve Türk solunun bazı kesimlerinin ittifakından etkilenen kesimlerinin refleksî tepkisinden ibaret olmadığını kavradı« tespitinde bulunursanız, bazı soruların sorulmasına tahammül etmek zorunda kalırsınız.
Hadi diyelim siyasal iktidarın »savaşın bitmesi ve kanın durması için« bir »açılım« yaptığına inanıyorsunuz – hoş bunun aksini kanıtlayan onca gösterge bu inancınızın temelsiz olduğunu gösterir ya, o başka mesele –, inanca karışılmaz diyelim. Ancak hangi sosyolojik verilere ve gözlemlere dayanarak »histerik milliyetçi parti ile Kürt ve Türk solunun bazı kesimlerini« aynı kefeye koyduğunuzu açıklamanız lazım. Yani, MHP ile Kürt ve Türk solunun bazı kesimleri aynı cephede ve histerik olarak da hepsi barış karşıtları, öyle mi? Diğer taraftan devletin en üst katından, yani Cumhurbaşkanı ve hükümet tarafından bizzat »Kürt hareketinin tasfiye edilmesi planından« bahsedilirken, siz onlardan iyi biliyorsunuz ve Kürt ve Türk solunun bazı kesimlerini paranoyaklıkla suçluyorsunuz. Allah aşkına, bu yazdıklarınıza kendiniz de inanıyor musunuz?
Türkiye’de yaşamadığımdan, Türkiye solunu basit bir genelleştirmeyle »(…) safını, içlerinde değişime direnen elitlerin, ulusalcıların ve faşistlerin çoğunlukta olduğu cephede« seçtiğini yazarak, sola yönelik hıncınızı küfre dönüştürmenizi, son derece rahatsız olmama rağmen, yorumlamayacağım, ama Türkiye solunun homojen bir yapıda olmadığınızı bal gibi bildiğinizden hareketle, bari yalanla dolu küfür kullanmayınız önerisinde bulunmak isterim.
Diğer tarafta da BDP için hem »sürecin en aktif aktörü olmalı« diyorsunuz, hem de politik öngörüsü olmayan, temsil ettiği halk kesimlerinin tavrına kör ve ısrarcı bir parti olduğundan bahsediyorsunuz. Ve ardından da BDP’ye biçtiğiniz rolü açıklıyorsunuz: »Bunca yıldır süren mücadelenin bir iktidar kavgası mı yoksa ezilmiş bir halkın hürriyet mücadelesinin önderliği mi olduğunu göstermeleri için somut bir fırsat var önlerinde. Bir takım kaprislere gelmesi kaçınılmaz direnen taraf mı olacaklar yoksa onun mimarı mı?
Bunun için de artık, barışın önündeki en büyük engel haline gelen, üst düzey PKK kadrolarının siyasi bekası probleminin, karnından konuşmayı âdet haline getirmiş bazı aydınlarımızın iddia ettiğinin aksine, Kürt halkının başat kaygısı falan olmadığını görmeleri, dahası kabul etmeleri gerekiyor. (…) Kürt siyaseti, kazan kazan mantığıyla bugün için siyasal iktidarın ve küresel güçlerin de gerçekleştirmeye kararlı olduğu hamlelere kolaylık sağlamalı. Ulusalcı muhalefetin hükümetin barış adımlarına direnci karşısında, ›düşmanımın düşmanı dostumdur‹ zihniyetiyle sessiz kalmak yerine, jel vazifesi görecek bir takım ufak jestlerle akışı kolaylaştırmalı.«(a.b.ç.)
Aslında öyle »üst düzey PKK kadroları« falan diyip, ardından bazı aydınları (kimler acaba?) »karnından konuşanlar« olarak nitelendirmenize, Kürt halkının başat kaygısının ne olduğunu tespit etmeye kalkışmanıza falan hiç gerek yok. Üstte yaptığım alıntılardaki tespitlerinizin hiç birinin temeli olmadığını uzun uzun kanıtlamaya çalışmayacağım, çünkü insan zekâsına hakaret etmeye yanıt verilmez. Ama aynı alıntıda gerçek niyetinizi ne güzel açıklamışsınız: işte Kürt hareketi Türkiye’deki egemenlerin ve küresel güçlerin emrine amade olmalıdır. O kadar lafa ne gerek var? Eski solcu olduğunuzdan, size emperyalizm tahlillerini falan anımsatmak niyetinde değilim, ama bir liberal olarak bile »küresel güçlerin« halkların çoğunluğunun »bekası« için hamlelerini atmadıklarını, her hamlenin ardında bir azınlığın çıplak ekonomik, politik ve stratejik çıkarlarının olduğunu biliyorsunuzdur.
Yani, küresel çaptaki zenginliklerin yüzde sekseninden fazlasını elinde tutan, bunun değişmemesi için dünyanın hemen her yerinde uluslararası hukuka aykırı savaşlar çıkaran, işgaller gerçekleştiren, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülke halklarına ekolojik felaketler, açlık, sefalet, sömürü ve baskıdan başka bir şans tanımayan dünya egemenlerinin hamlelerinin savunuculuğunu yapıyor ve yoksullar ile kadınlara dayanan bir halk hareketini bu hamlelerin kolaylaştırılması için »jel vazifesi« (herhalde ayıp olur diye »vaselin« demediniz, ama ona karşılık çıkıyor) görmeye davet ediyorsunuz. Başka arzunuz?
Yazınızın sonunda da »kaybedenler klübündekileri, kazananlar derneğine« çağırıyorsunuz, bu dernekte kaybedenlerin »uşak« olmaktan başka şansları olmadığını bile bile. Devamla »Müzmin muhaliflik kader olamaz. İçinde bulunduğumuz sürecin AKP’ye sunduğu nimetlerden bizim de tatmamız için yersiz kaygılarımız dışında önümüzde hiç bir engel yok. Bu kez yalnızca yakınan değil, başaran olalım, barışa ortak olalım, hep beraber kazanalım« diye yazınızı bitiriyorsunuz.
Ne diyeyim, size kolay gelsin. Biz müzmin muhalifler, muhalif oluşumuzu radikal demokratlığa ve hep en zayıfın perspektifinden hareketle belirlemeye çalışıyoruz. Barışın, egemenlerin lütfuyla değil, mücadele ile kazanılacağına, demokrasinin ancak halkın kendi eseri olduğunda gerçek demokrasi olabileceğine inanıyoruz. Ve iktidar oldum zannederek, iktidara »kraldan fazla kralcı« yaklaşanların hazin sonunun, hizmetlerine gerek kalmayınca kullanılmış bir mendil gibi elden düşürüldüğünü, tarihin acımasız yapraklarından öğrendiğimizden, çok iyi biliyoruz. Açıkçası size önerim, köşenize koyduğunuz »Sol açık« adını değiştirmenizdir. Çünkü siz de, biz de sizin »sol«da durmadığınızı, okuru kandırmaya çalışmamanız gerektiğini çok iyi biliyoruz. Sol lafazanlıkla asıl görüşlerinizin kirlenmesine gerek yok, açıkça yazın asıl düşüncelerinizi. En azından renginizi, safınızı dürüstce belirtmiş olursunuz ve benim gibi »karnından düşünenler« de size (eski ya da yeni) »solcuymuş« gibi davranmaz.
Sonuç yerine
Taraf gazetesinin, bağımsız bir gazeteden çok, bir hükümet bültenini andırdığını başka yazılarımda da belirtmiştim. 28 Eylül 2010 tarihli nüshasından alıntıladığım yazarların yorumları, daha önceki haber-yorumlar gibi, Taraf’ın kimin tarafını tuttuğunu kanıtlıyor. Elbette buna benim karışmam söz konusu olamaz, her gazete, gazete mi, hükümet bülteni mi olacağına kendisi karar verir, ona göre yayın politikasını belirler. Ancak bir gazete, en azından okurlarını aptal yerine koymamalı, barışın ve demokrasinin tek doğrusunun tapusunun elinde olduğunu iddia etmemelidir. Hangi merkezlerde üretildiği bilinmeyen haberlerin aracısı hâline gelip, Yüksel Genç’in haklı olarak tespit ettiği gibi sadece bir özel savaş işlevi görmesi durumunda, okurlarından ve dışarıdan gelecek eleştirilerin muhatabı olacağını kabul etmesi gerekir. Türkiye’nin içinde bulunduğu böylesi kritik bir süreç içerisinde Taraf gazetesinin izlediği yayın politikası, barışa ve demokrasiye hizmet etmekten çok, egemen cephenin bir kesiminin çıkarlarına, dolayısıyla da Türkiye’de yaşayan halk kesimlerinin çoğunluğunun çıkarının tersine hizmet etmektedir. Taraf gazetesi artık bir karar vermek durumundadır: ya gazeteciliğin en basit kurallarına riayet eden, halkın objektif bilgi alma hakkına saygılı, ama muhafazakâr, ama liberal çizgide »namusuyla« dürüst bir yayın politikası izleyecektir, ya da o hep eleştirdiği vesayet yanlısı basın gibi dezenformasyona dayalı manipülatif bir politika.
Ama şu da hiç bir zaman unutulmamalıdır: »Söz gider, yazı kalır!« Tarihin acımasız ve çıplak gerçeği, sayfalarına düşen yazıları günün birinde sorumlularının yüzüne bir utanç lekesi olarak, bir daha silinmemek üzere tozlu raflardan gün ışığına çıkartacaktır. Bu, insanlık tarihinin değişmez bir kuralıdır. İnanmıyorsanız, açın tarih kitaplarını.