MÜNİH |08.06.2017| Münih Komünistler yargılamasından Seyit Ali Ugur’un (JVA Augsburg- Gablingen, Am Fliegerhorst 1, 86456 Gablingen) Nisan 2017 tarihli, ATİF kurucularından Osman Uludağ’a gönderdiği mektubunu olduğu gibi yayınlıyoruz. Gönderilen mektup AHM ekibine 07 Haziran 2017 tarihinde ulaşmıştır.
Sevgili Osman abi,
Merhaba öncelikle ve güzel mektubun için teşekkürler.
Evet bahar burada da 3-4 haftadır gelmiş durumda. Son 2-3 gündür biraz kapalı ve serin olsa da havalar son 1 aydır tam bir bahar havası yaşıyoruz. Tomurcuklar patladı, dallara su yürüdü ve ağaçlar yemyeşil giysilerini giydiler yeniden. Penceremden bütün güzelliğini seyrediyorum baharın. Kilometrelerce tarlalar uzanıyor bakış ufkunda, ağaçlarla selamlaşıyoruz her sabah. Baharı seviyorum vesselam.
Mektuplarımı istediğin gibi değerlendirebilirsin sevgili Osman abi. Onlar sana aittir. Sözünü ettiğin projeleri de oldukça anlamlı buluyorum, eline-aklına sağlık.
Aslında buranın hapisaneleriyle memleketinkilerin kıyaslanması güzel fikir, fakat benim hapisanelere dair yazmamak gibi kötü bir alışkanlığım var. Yaklaşık 25 yıldır hapisanelerden kurtulamasam da bu mekanlara dair şeyler yazmayı sevmiyorum açıkçası. Sanırım kendimi hiç bu hücrelere ait hissedemediğimden geliyor bu ve sanki yazarsam buralar bilincimde-duygularımda meşrulaşıp içselleşecek gibi geliyor bana. Biraz da artık sınıf mücadelesinden uzaklaşanların nostaljisi olarak yer etti böylesi hapisane yazıları. Yani böyle bir önyargım sözkonusu. Yine de yazılmalı-çizilmeli ve deneyim-analiz şeklinde kayıt düşülmeli…
Aslında son F-tipi hapisanelerle Almanya hapishane sistemi aşağı yukarı birbirinin aynı. Sanırım tek farkı Türkiye’de keyfiyetin yoğun olması ve siyasi konjonktüre bağlı olarak ve dışarıdaki-içerideki direnişlerle birlikte baskıların azalıp-artabilmesi. Zaten bu dönemde böylesi özel bir süreç yaşanıyor memlekette. İşin özü Ecevit iktidarı (koalisyon) döneminde Alman hapisane sistemi doğrudan Türk sistemi olarak kimi kısmi farklılıklarıyla kullanılmaya başlandı. 2000’den önceki koşullarımız oldukça iyiydi Türkiye’de. Toplumsal demokratik mücadelenin ve devrimci tutsakların direnişinin sonucu olarak hapisaneler görece insani-yaşanılır mekanlara dönüştürülmüştü. Ağır bedeller ödenerek kazanılan bütün hak ve kazanımlar bir operasyon-katliam sonucu yok edildi o zaman. Ben hem 2000 öncesini, hem de F-tipi dönemini yaşadım Türkiye’deyken. Belki şu anda ki en büyük farkın (Almanya ile Türkiye arası) orada baskı-işkence olsa da yoldaşlarınla beraber kalıyor olabilmek burada ise bunun tamamen yasak olması. Bu da tabiki toplumsal mücadeleyle ilgili, 10-20 bin tutsak devrimci Almanya’da da olsaydı bu sanırım burada da gerçekleşebilirdi.
Referandumda senin gibi düşündüm ben de. Hayır yani. Ama Evet %51 ile kazandı. Ben bunu Erdoğan’ın Pirus zaferi olarak görüyorum açıkçası. Daha şimdiden meşruiyet tartışması başlamış bulunuyor. Bu tartışmayı derinleştirip “Diktatör Erdoğan-Bahçeli Türkiye halkını yönetemez” şeklindeki bir formülasyonla demokratik hak ve özgürlükleri içeren, en geniş kitleleri kapsayan taleplerle mücadeleyi büyütmenin, geliştirip iktidarı-diktatörlüğü sarsmanın bütün koşulları açığa çıkmış bulunuyor. Bütün katliam, baskı ve yüzbinlerin oy haklarının gaspına rağmen Kürt halkı defol bizim topraklarımızdan Katil TC mesajını net olarak vermiş durumda. MHP’deki çatlak ise önümüzdeki dönem egemen ittifakın AKP-MHP çatlağına işaret etmekte.
Sevgili Osman Ağbi, Sol Komünizmi (Lenin) okuduğumdan beri seçimler-boykot meselesine hep farklı bakmışımdır. Kısaca son 30 yıl içinde boykot edilmesi gereken 1-2 seçim dışında bir seçim olmamıştır bana göre. Çünkü boykotta aynı şekilde kitlelerin devrimci-demokratik politik bilincini ve örgütlenmesini geliştirmek için kullanılması gereken taktik bir adımdır ve aylnızca kitleler bunu istediğinde, hazır olduklarında anlamlı olabilir. Verili bir rejimin siyasal-tarihsel meşruiyetinin biz sosyalistlerin-devrimcilerin görüş açısından bulunmayışı, artık aşılması-tasfiye edilmesi gereken bir nesne oluşu ayrı bir şeydir, kitlelerin bu meseleye bakışı ayrıdır her zaman. Kitlelerde öncü gibi bakıyorsa, verili sistemi bir alt-üst oluşla değiştirme gücü-iradesi ve isteği duyuyorlarsa, yalnızca ve yalnızca bu durumda boykot anlamlı ve devrimci bir tutum olur. Bu durumda seçimi savunmak değişim için irade haline gelen kitleleri sisteme bağlayan gerici bir tutumdur.
Tersi durumda; kitlelerin verili sistemi yıkmayı-aşmayı istemediği, buna-bunun sonuçlarına hazır olmadığı koşullarda boykot düdüğünü çalmak tepeden bakmanın romantik sol bir çocukluk tarzıdır ve kitlelerden devrimcileri tecride götürür.
Sanırım Lenin 1905 devrimi sonrası 1907’ye kadarki boykotları eleştirmiş ve sol tasfiyecilik olarak mahkum etmiştir. En ağır otokrasi koşullarında bile (Stolipin dönemi) Duma’da çalışmak Lenin’in temel düsturu olmuştur.
Yer kalmadı, şimdilik bu kadar. Seni devrimci duygularımla selamlıyorum.
Seyit Ali