ENGİN GÖREN | 09 – 09 – 2010 | Emperyalist sistemin içinde bulunduğu ağır ekonomik krize paralel ülkemizde de bu krizin yansımaları devam ediyor. Egemen sınıflar ve özellikle iktidarın başında bulunan AKP, krizin yol açtığı tahribatlar ve yaşam koşulları daha da kötüleşen işçi ve emekçilerin dikkatlerini kendi sorunlarına yoğunlaştırıp sokağa taşacak tepkilere çekmelerinden saptırıp, AKP de temsiliyetini bulanların ihtiyacı olan egemen sınıfların Anayasa’sındaki kısmı değişiklikleri içeren “referandum”la uğraştırmaktadır. Ve aylardır kamuoyunu bununla oyalıyorlar.
Siyasi iktidarın başında olan AKP’nin, öteden beri içinde bulundukları öncellerinin desteğiyle oluşturulmuş 12 Eylül anayasasıyla bir problemi yoktur. Son yıllarda sadece iktidar avantajlarını sağlamlaştırmak için mevcut anayasada bazı değişiklikler yapmak istiyorlar. Bunu, kendi çıkarlarına uygun görmeyen burjuva muhalefet partileri ise zaten 12 Eylül anayasasıyla pek problemleri yoktur. Ancak AKP’nin değişlik yapmasına itiraz ediyorlar ve Anayasa Mahkemesine götürüldü. Anayasa Mahkemesi, değişikliklere kısmen katılmakla beraber onaylamayınca, AKP hükümeti değişikliği referanduma sunmak için yüksek seçim kuruluna gönderdi ve sonuçta 12 eylül günü referanduma gidiliyor. Böylece egemen sınıf partileri bir referandum sürecine girdiler. Seçmenler ve kamuoyu ister istemez bu sürece çekildi. Herkes bir biçimde tavır belirleyecektir.
Ancak çok ilginç bir tablo yansıyor. Bir referandum; çoğunun aklını, yüreğini yetirmesine veya karıştırmasına yetmiştir. Acı bir durum. Tabi bu, bir yanda iktidarın başında olup iktidar olanaklarını her açıdan kullanan AKP’nin yalan ve demagojilerinin birçok insanı ve çevreyi etkilediğini gösteriyor; bir yanda da Kemalizm’e, onun ruhunu taşıyan orduya, onların vasiyetindeki bürokratik kurumlara duyulan tepkiyi, güvensizliği gösteriyor; ayrıca bir yanda da Kemalist kesimlerin ideolojik etkisi ve demagojilerinin etkisini gösteriyor; bir diğer yanda ise işçi sınıfının devrimci bilincine sahip olmamanın ve ondan mahrum olmanın nasıl bir tablo çıkaracağını gösteriyor.
İlginç dedik: burjuva parlamento ahırındaki partilerin “milletvekilleri”nden tutun, il, ilçe başkanı ve belediye başkanlarından, partililerine kadar hemen hemen her partiden kendi partilerine rağmen referandumda evet diyen de var, hayır diyen de.
Anayasa değişikliğini isteyip referandumda evet kullanacak olan dinci faşist AKP’de de hayır diyenlerin kaygılarına katılanlar var. Yine dinci Saadet Partisinin genel eğilimi evet olsa da onlardan da hayır diyenlerin kaygısını taşıyanlar var. Kemalist faşist CHP, ırkçı ve dinci faşist MHP’nin genel kararı hayır olsa da, bunlardan da AKP’nin yaklaşımına katılarak evet diyenler var. Irkçı faşist BBP, AKP’ye desteğini referandumda da devam ettiriyor.
İlginç dediğimiz diğer yön de; kendine “Sol” diyen veya Sol saflarda telefüz edilenlerin tavrıdır. Buna yazı sonuna doğru değineceğim.
Sonuçta kendi sınıfının bilincinde olanlar kendi sınıf çıkarlarına göre hareket ediyorlar. Kendi sınıf ve çıkarlarının bilincinde olmayanlar ise hangi sınıflar ve tabakalar etkiliyorsa ona göre hareket ediyorlar ve edeceklerdir. …
Egemen sınıflar kendi sınıf bilincini taşır ve her şeyde kendi sınıf çıkarlarına göre hareket ederler. Proleter sınıf bilincine sahip olanlar da her meselede kendi sınıfının bakış açısı ve sınıfının ve emekçilerin çıkarlarına göre hareket ederler. Bu bilince sahip olmayanlar (kimi yine sınıf güdülerine göre hareket etse de) genellikle egemenlerin şu yada bu partilerince avlanır ve onların peşinden giderler. Elbette ki işçi ve emekçilere proleter sınıf bilinci götürüldüğü, faaliyetler sonucu pratikte güven verildiği oranda egemen sınıfların kuyruğundan ve onların etki alanından koparılabilirler. Bunun yanı sıra kitleler kendi siyasal tecrübeleriyle de saflaşmalarda bulunacaklardır.
Egemen sınıfların siyasal yönetimi gibi, seçimleri de bilinçsiz, saf-gözü açılmamış halkı her türlü aldatma, ikiyüzlülük, yalan ve demagoji yöntemleriyle avlama üzerine yürür. Bu referandumda da aynı durum geçerlidir. Yalnız diğerlerinde bol bol vaatler, parlatmalar, görsel imajlar ve çıkarları üzerinde göstermelik hırlaşmalar vb ile kitleleri avlama öne çıkarken; bu referandumda her biri 12 Eylül ‘80 askeri faşist darbesi ve anayasasının en çok mağduru olduklarını (böyle olmadıkları halde) öne çıkarıyorlar ve 12 Eylül’le ve 12 Eylül zihniyetiyle hesaplaşacaklarını pişkince ve alçakça söylüyorlar.
Bir süredir sermaye sınıfının parti başkanları, sözcüleri, yöneticileri ve medya alanındaki kalemşörleri gazetelerde, Tv.lerde, ve meydanlarda 12 eylül söz konusu olduğunda en çok baskı, işkence ve acıyı kendilerinin gördüklerinin iddiasında bulunuyorlar. Dünyayı bırakalım ülkemizde 70 milyonun (hem de o acıları çeken milyonları bulan çeşitli milliyetlerden, komünist, devrimci, demokrat, ilerici, yurtsever, aydın, işçi, köylü, emekçi, ve özellikle Kürt halkının ) gözlerinin içine baka baka alçakça ve pişkince yalanlarla mağdurluğa oynuyorlar. Ve “12 Eylül’le, 12 Eylül Anayasa’sıyla ve onun zihniyetiyle hesaplaşacaklarını” söylüyorlar. Dinci faşist AKP, bu ifadeleri odağına koyarak referandumdaki evet’e kilitleniyor, Kemalist faşist CHP ve ırkçı faşist MHP referandumda hayır demekle beraber yarım ağızla da olsa 12 Eylül’le hesaplaşılması gerektiğini söylüyorlar. Oysa bunların hiç birinin 12 Eylül anayasası ve ırkçı faşist zihniyetiyle hiç bir problemleri olmamıştır. Çünkü onların düşüncesini ve o düşüncenin şekillendikleri ruhu yansıtıyor.
12 Eylül’ün Çocukları 12 Eylül’le Hesaplaşamaz!
AKP, Anayasa değişikliğini referanduma sunarken kullandığı temel argüman “anti demokratik 12 Eylül askeri darbe anayasasından kurtulmak”, “12 Eylül darbesi ve 12 Eylül zihniyetiyle hesaplaşmak” , “demokratik bir anayasa oluşturmak” vb diyor. Ve nedenleri üzerine konuşurken başbakan Recep Erdoğan timsah gözyaşları dökerek inandırıcı olmaya çalıştı/çalışıyor. Oysa zerre kadar samimi değiller. Bunların hepsinin sınıf nitelikleri gereği toplumu demokratikleştirme ve demokratik bir anayasa oluşturma diye bir dertleri yoktur. Emperyalizme bağlı, onlara dayanan büyük burjuva ve büyük toprak ağalarının faşist egemenliği sürdüğü koşullarda demokratik bir anayasa olanağı yoktur. Toplumu demokratikleştirme ve demokratik anayasa egemen sınıflar ve arkasındaki emperyalist efendilerinden kurtulmayı gerektirdiği unutulmamalıdır…..
Samimi değiller, yalan söylüyorlar ve demagoji yapıyorlar. Şiddetle “karşıyız”, “askeri darbe anayasasıdır”, “zorla dayatılmıştır” diyorlar. “Toplum 12 Eylül zulmünü yaşadı”, “12 Eylül zulmünden çok çektik, gözaltında, hapishanelerde çok işkence görüldü, baskı ve zulüm yaşadık”; “darbe anayasasından, onun zihniyetinden kurtulmaya ve 12 Eylülcülerin yargılanmasına engel olan 15. maddenin anayasa değişikliğiyle kaldırılmasına evet demeyenler ülkenin demokratikleşmesine karşılar, 12 Eylül anayasasının zihniyetini taşıyorlar” vb gibi sözler sarf edip, adice yalan ve demagojiyle demokrasi havarisi kesiliyorlar. Kendilerini demokrat, dönüştürücü ve demokrasi savunucusu gösteriyorlar. Oysa bunların sınıf niteliği ve zihniyetleri tutarlı burjuva demokrasisine bile yabancıdır ve onu getiremez ve kaldıramaz. Ayrıca, kullandıkları veya sömürdükleri argümanların çoğu gerçek ama bunu kullananlar o acıları yaşamadı.
İktidarın başında 8 yıl bulunduktan sonra mı anayasanın 15. maddesi akıllarına geliyor? K.Evren bile, “Bu kadar yıldan sonra, bu konu gündeme getiriliyor. Bugüne kadar akılları nerdeymiş?” (28 Temmuz 2010) diyebiliyor. Oysa 15. madde kaldırılsın diye meclislerinde öneri getirilirken (getirenlerden de pek samimiyet görmesek de) başta AKP tarafından reddedildi. R.T.Erdoğan,“bu tür sulu şakalara biz gelmeyiz” diyordu. Sacit Kayasu adında bir savcı 12 eylül darbecileri ve K.Evren yargılansın diye iddianame hazırladığı için AKP tarafından görevinden alınmıştı. 12 Eylül darbecileri ve sürecin sorumlularının yargılanmasının zaman aşımına uğraması sürecinin biteceği bu yılın 12 Eylül’ünden sonra yargılamanın gündeme getirilmesi alçakça bir kandırmacadır. Buna rağmen gazeteciler, “yargılayacakmısınız” diye soruları üzerine, “bu iş mahkemelerin sorunudur onlar bakacak, hukuksal prosedür neyse o olur, olur mu olmaz mı bakarlar onun gereğini yaparlar…” diyordu Recep Erdoğan. TRT’de Murat Yetkin’in sorularını yanıtlayan Adelet Bakanı ise, “Şu anda yargılanacak ya da yargılanamayacak demek mümkün değil. Yargıda 2+2 = 4 değildir.” „mağdurlar başvuru yapabilirler, yargılanıp yargılanmama konusunda mahkeme karar verecek.“ (20.07.2010) (1) diyerek öyle bir söz veremeyeceklerini, kıvırarak açıklamış oldu. M.Yetkin, yasayı hazırlarken bir fikriniz yok muydu diye ısrar edince, Adalet Bakanı „Bu değişiklikte asıl önemli olan şey anayasadan bu ayıbın kaldırılmasıdır“ diye itiraf etti. AKP’nin resmi açıklamasında da aynı itiraf var: „Kesin olan bir şey var ki, o da anayasal ve demokratik bir ayıp olan yargılama engeli ortadan kaldırılmaktadır“. Ve “Bir soruşturma ve kovuşturma engeli olan Geçici 15. maddenin kendisi, zamanaşımının işlemesine engeldir. Bize göre zamanaşımı süreci, halkımızın oylama esnasında darbeciler ve darbeci zihniyetle hesaplaşma anlamına gelen „evet“ oyları ile paket kabul edildikten sonra başlayacaktır“. Evet, “Bize göre zamanaşımı süreci, …. paket kabul edildikten sonra başlayacaktır“ (30/08/2010-Radikal) diye itiraf etmiş oluyorlar. 15. madde üzerine söylemlerin altının da üstünün de boş olduğunu, ve esas meselenin artık zaman aşımından dolayı öyle bir maddenin anayasalarında kalmasının gereği olmadığından dolayı aldıklarını, kaldırırken de bari çeşitli kesimleri ve kamuoyunu demagojik söylemlerle avlamak için kullandıklarını itiraf etmiş oluyorlar. 12 Eylül darbesi ve zihniyetinin yaptıklarına karşı toplumda duyulan öfke ve nefreti kullanarak kendi amaç ve hedeflerini gerçekleştirmede desteğe dönüştürmeye çalışıyorlar.
12 Eylül darbesinin yapılış amacı ve yaptıkları bellidir: bir cümleyle özetlenebilirse şu; emperyalistlerin ve uşaklarının ekonomik ihtiyaçlarına yanıt olan 24 ocak ’80 kararlarını hayata uygulamak ve bunun başarılmasının yolu da önüne engel olan devrimci işçi ve emekçi hareketi silah zoruyla ezmek gerekiyordu. Askeri darbeyle açık faşizme geçilmeden bu politikaları uygulanamazdı. Bunun uzun vadeli kılınması için anayasa da dahil devletin bütün kurumlarının reorganize edilmesi gerekiyordu, bunu yaptılar. Bunun ürünlerini topluyorlar.
12 Eylül bu ülkede yaşandı. Toplum gördü. Bir biçimde toplumun her kesimi ekonomik yönüyle, siyasi ve sosyal yönüyle baskı ve zulmünü bir biçimde gördü, hissetti ve payını aldı. Bu yönüyle belki herkes kullanacak bir yön bulabilir. Ancak egemen sınıflar ve onların kurumları zaten bu baskıyı yapanlardır ve bunlarla birlikte, gericiler-dinciler, tarikatlar vb en karlı çıkanlarıdır. Bugünkü güçleri, palazlanmalarını da bu sürece borçludurlar. Oysa 12 Eylülün saldırıları genel olarak işçi ve emekçileredir; özel olarak işkence, baskı ve zulmün odağındaki çeşitli milliyetlerden komünist, devrimci, ilerici, demokrat, yurtseverler ve bu yönlerinden dolayı Kürtler, aleviler olmuştur. Zulmü bunlar gördü. Halada bunu yaşıyorlar. 12 Eylülün ilk yıllarında ırkçı faşistlerin teşhir olanlarının bir kısmı da belli baskılara maruz kaldı. Bunlar, sonradan cuntacıların kendilerinin de itiraf ettikleri gibi toplumda ve uluslar arası alanda büyük tepki doğurmamak, “dengelemek” için alındılar. İlk yılların sıcaklığıyla bazı faşist katil ve katliamlarda yer alanlar idam edildi. Sadece devrimciler idam ediliyor görüntüsü verilmemesi için yapıldı. Diğer faşistler ya çok az ceza aldı, yada çok geçmeden hepsi berat ettiler. Oysa, aylar süren en acımasız, en adi işkence ve baskılardan geçirilerek tutuklanan, (ve çoğu idam ve ömür boyu cezalarla yargılanan) devrimciler, komünistler, Kürt yurtseverleri, işkence hanelerde gördükleri zulmü aratmayan hapishane koşullarında uzun yıllar yatırıldılar. İdam edilenlerin dışında, yüzlercesinin idam kararları onaylanıp, burjuvazinin meclis ahırındakilerinin iki dudağı arasında çıkacak söz ve kalkacak ellerin infaz tehdidi altındaydı her an. Çoğu on yıldan fazla yatırıldı. Kürt yurtseverleri ise ’91’deki şartlı tahliye dışında bırakıldı. Her şartlı tahliye veya ceza indiriminin dışında bırakılarak böylece 20-25 yıl yatırıldılar. … Baskı, işkence ve zulmün alasını çekenler ortadayken ve günlük basın, yayın organlarında özgürce kendini ifade etme olanaklarına sahip olmadığı ve en geniş kamuoyuna ulaşamadığı ülkemizde, hele hele hiç konuşmaya hakkı olmayanlar konuşuyor. Ve o 12 Eylül’ün parçası olanlar, gelişimini 12 Eylü’le borçlu olanlar, sanki 12 Eylül’ün zulmüne kendileri maruz kalmışlar, baskı ve acıları kendileri çekmiş gibi kendilerini pazarlıyor, mağdura oynayıp duygu sömürüsü yaparak keselerini daha çok doldurup, egemen pozisyonunu daha da sağlamlaştırmanın hesapları için ham halkı ve oylarını avlamaya çalışıyorlar.
AKP, iktidarın başında bulunmanın ayrıcalıklarını pekiştirip kalıcılaştırmak, onu destekleyen (SP, BBP gibi) burjuva partileri AKP’ye destekte pay kapmak uğraşındadır. CHP, MHP, DP ve bu eksende hareket eden (BTP, MP, İP, LDP vb gibi) partilerde devlet olanaklarını, sahip oldukları mevcut güç ve olanakları koruyup kendi çıkarları için kullanmak uğraşındadır. Bunların aralarındaki sürtüşme, “kavga” çıkar kavgasıdır, efendilerine hizmet yarışıdır. Bu çıkar “kavga”larında bile, hem işçi ve emekçilerin özgürlük ve demokrasi isteklerini, duygularını, hem de 12 Eylül sürecinin, onun hukukunun, kurumlarının hala devam eden baskı ve zulmüne esas maruz kalan kesimlerin durum ve duygularını kullanarak sömürüyorlar ve kendi emellerinin aracı haline getiriyorlar. Baskı, işkence ve zulmü çeken bizler, sanki kendileri çekmiş gibi kullanıp sömürenler onlar! Alçaklar, yaşadıklarımızı ve duygularımızı bile sömürmüyorlar…
Askeri darbelerden, 12 Eylül’den, 12 Eylül anayasasından vb çok çektik diyen başta AKP olmak üzere burjuva partileri, burjuva aydınları ve yayınları hep askeri faşist darbelerin borazanlığını yapmışlardır ve varlığını ona borçlu duyup, yaptıran ve yapanlara minnettarlık duymuşlardır. Bunu biraz hatırlatacak olursak, kimin çocukları olduklarını unutanlar da hatırlayacaktır:
Daha 12 Eylül 1980 darbesi yapılmadan 6 saat önce Amerika basını Türkiye’de darbe yapıldığını duyurmuştu. Aynı saatlerde, o dönem ABD ulusal güvenlik konseyi Türkiye masası sorumlusu Paul Henze’ye ve ardından da ABD başkanı Jimmy Carter’a gazeteciler olayı sorunca “bizim çocuklar işi başardı” demişlerdir. NATO’ya bağlılığıyla ve askeri faşist darbeleri yapan ve onun anayasa ve mantığının hüküm sürdüğü kurumlarıyla yöneten Türk ordusunun kimin çocukları olduğunu sahipleri itiraf etmiş oluyordu…..
Toplumdaki tepkiyi yatıştırmak için bir süreliğine bir kısım MHP’liler tutuklandığında MHP genel başkanı A.Türkeş “bizler içerdeyiz fikrimiz iktidarda” diyordu.
CHP, başından beri emperyalizme uşaklığı benimseyerek kurulan TC’nin ordu ve onun oluşturduğu anayasaların şekillendirdiği faşist devlet kurumlarının ruhunu taşıya gelmiştir.
DP geleneği kuruluşundan beri hep ABD uşaklığı ruhunu taşımıştır.
M.Kemal’ın, onun ırkçı-şoven, faşist ruhuyla oluşturulan Cumhuriyeti, ordusu ve oluşturdukları anayasalarıyla bu partilerin hiçbir zaman problemi olmamıştır.
AKP’nin içinden çıktığı Parti’yi de zamanında emperyalistler ve ABD’nin çocukları kurdurmuştu. “1971’lerin darbeci generallerinden Muhsin Batur ve Özel Harp Dairesi Başkanı General Turgut Sunalp, kapatılan MNP Genel Başkanı Erbakan’ın tekrar İslami bir parti kurması için İsviçre’de özel olarak ziyaret edip ikna ettiler. Erbakan geldi ve MSP’yi kurdu.”ğu bilinir.
Peki AKP’yi kimler kurdurdu? ABD ve destekleyen emperyalistler!(2) Bunlar, MSP nin devamı olan RP de 2001 de ayrılıp partiyi kurar kurmaz ABD efendisine koştular ve dönemin ABD başkanı George Bush’la görüşüp icazeti alınca bir yıl sonra ilk seçimde iktidarın başına geçtiler. Ve efendilerinin yüklediği BOP(Büyük Ortadoğu Projesi) eşbaşkanlığının ötesinde, ülkeyi emperyalistlere pazarlamada bugüne kadar hiçbir hükümetin yapamadıklarını efendileri adına başararak emperyalistlerin sadık çocukları olduklarını gösterdiler ve hizmette bulunmaya devam ediyorlar.
T.C.Ordusu gibi, emperyalistlerin yetiştirme çocukları olan bu burjuva partileri demokrasi ve özgürlük nutukları çekiyorlar. Peki bu sözde demokrasi aşığı kesilenler, başta AKP’liler olmak üzere 12 Eylül’de nerdeymiş? 12 Eylül askeri faşist darbesi ve faşist anayasası kimin desteğiyle oldu? O zaman da karşılarmıydı? Kocaman Hayır! Irkçı-şovenistiyle, dincisiyle bu burjuva faşist partiler ve o zihniyeti taşıyanların hepsi darbeyi desteklemiştir; arkasında olmuş ve anayasasına evet demişlerdir! Sormak gerekiyor: 12 Eylül anayasası %92’ye yakın bir oy oranıyla geçti ve sizler bunun neresindeydiniz? Tamamen evet diyen oylarınızla geçti! Şimdi sahtekarca insanların gözlerinin içine baka baka timsah göz yaşları döküyorlar.
Peki 12 Eylül kimleri besledi, kolladı ve geliştirdi? Tabiki “Atatürk ilke ve inkilapları”, “güneş dil teorisi” vb gibi Türkçü-ırkçı-şoven- milliyetçi Kemalist ideolojiyi! Ve bunun yanı sıra özellikle suni dinci-şeriatçıları geliştirdi. Öne çıkan dinci gericiler, bürokrasi ve eğitimin çeşitli kademelerine özellikle o süreçte yerleştirildi. Yine ilkokullardan liselere kadar din dersini zorunlu hale getirmeler bu dönemde oldu. İmam hatipleri, kuran kursları, camileri, mescitleri yaygınlaştırmaları ve hatta alevi köylere bile zorla cami yaptırmaları bu dönemin icraatıydı. Meclisinde, üniversitelerine, kamu ve özel işletmelerine kadar mescitler oluşturmaları, camilere gitmeye zorlamalar, herkesi dualar öğrenmeye zorlamalar, bunları yapmayanlar solcudur, komünisttir diye soruşturma-kovuşturma, baskı veya gözaltına alınmalar vb bu dönemin özellikleriydi. Kimleri destekleyip ileriye yönelik önünü açtığı ortada olan bir durumdur.
12 Eylül faşist darbesinin başı K.Evren: “Din eğitimi çocuklara aile tarafından verilmez. Aslında aile bu eğitimi vermeye çalışsa bile, yanlış, eksik veya kendi bakış açısından öğretebilir; dolayısıyla bu uygunsuzdur… Size çocuklarınızı yasadışı Kuran kurslarına göndermemenizi daha önce de söylemiştim. Şimdi bunu anayasa hükmü haline getirdik. Artık din, devlet tarafından devlet okullarında öğretilecek. Şimdi biz laikliği çiğniyor muyuz, yoksa ona hizmet mi ediyoruz? Tabii ki hizmet ediyoruz. Laiklik Türk insanını dini eğitimden mahrum bırakıp, onu din istismarcılarının eline teslim etmek değildir…” vb diyerek devlet olarak dine önem vermenin önemini bu gibi ifadelerle vurgularken kimleri geliştiriyordu?
12 Eylül generalleri gözaltına aldıkları insanlara ilişkin çok yönlü bir araştırma yaptırmıştı; niye solcu oluyorlar vb.diye. Çıkardıkları sonuç: “eğitim görmüşlerde, alevilerde, Kürtlerde” ve sonuçta “dini inançları zayıf olanlar solcu oluyor”, o halde ne yapmalı? Devlet olarak herkesin dine yönelmesine ağırlık vermek gerekiyor! Bu anlayışla devlet olarak, idari yönüyle, eğitim yönüyle, teşvik yönleriyle, basın ve yayın organlarıyla, her yol ve yöntemle dini propagandaya ağırlık veriliyordu. TRT de vaazlar, Cuma namazlarını, dini bayram vaazlarını naklen veriyorlardı. Dini programlara özel önem veriliyordu. Gazeteler, her eve, her kişiye kuranı kerim yarışındaydı. Gazeteler, dualar ve kuranı kerim fasiküllerini ek olarak veriyordu, kupon kestirerek kuran-ı kerim ve dini kitapları verme yarışına giriyordu. Biri bitiriyor diğeri başlıyordu.
Açıktır ki dincileri, zihniyetini, potansiyelini ve bu anlamda AKP’yi geliştiren 12 Eylül askeri faşizmi ve gelişimini güvenceleyen 12 eylül anayasasıdır. Bu anlamda, AKP 12 Eylül generallerinin, onların anayasasının ve zihniyetinin çocuğudur. O halde gelişimini borçlu oldukları 12 Eylül askeri darbesi ve onun zihniyetini yargılaması veya hesaplaşması inandırıcı olabilir mi? Açıktır ki kendini bu yönlü göstermeleri yalan ve demagojiden başka bir şey değildir. Askeri faşist darbelere ve zihniyetine duyulan öfkeyi sömürmek istedikleri için kendini öyle gösteriyorlar.
AKP’nin icazet aldığı Fethullah Gülen, 1 Ağustos günü TV’larda verilen açıklamasında “Pakette milletin istikbali adına çok önemli düzenlemeler bulunduğunu” belirterek anayasa değişikliğini desteklediğini ve önümüzdeki “referandum” a ilişkin, „İmkân olsa mezardakileri bile kaldırarak ‚evet‘ oyu kullandırmak lazım… Çünkü demokrasi adına çok önemli bir adımdır.„ diye çağrıda bulunuyordu. Yani, her yol ve yöntemle, ne yaparsanız yapın ama mutlaka evet çıkarın diye talimat/mesajını veriyordu. Bununla birlikte, “Referandumun sadece 12 Eylül’ün kirlerini temizlemeye ve darbecilerle hesaplaşmaya vesile gibi gösterilmesi de doğru değildir. Bu sayede darbecilerden intikam alınacağını düşünmek yanlıştır; mü’minler intikam peşinde olamazlar.” diye söylemeyle de ince bir ayar çekmeyi ihmal etmiyordu. Bununla AKP’ye kendinizi kaptırıp da aşırıya gitmeyin, sonra ayağınıza dolanmasın diye uyarıyor. Karşıtları, AKP’ye bu açık desteği kullanıp evet oylarına olumsuz yansımaması için mi, 12 Eylülcülere vefası için mi, yoksa AKP’ye ayar çekip fazla da ileri gitmeyin sonra 12 Eylülcüleri yargılamanın basıncı altına girmeyesiniz mi demek istiyor çok açık vurgulanmasa da mesajı anlaşılıyordu.
“Biz halâ her partiye karşı aynı mesafede duruyoruz…. Mesafeli durmak, milletimizin kaderi adına isabetli bulduğumuz bir kısım meselelerde bazı kimselere oy vermemize mani değildir. Güzel şeyler sergileyen ve iyi işler yapan kim olursa olsun, bu millet onu desteklemiştir; desteklenen aslında şahıs ya da parti değil, icraattır.” “…ne var ki, mesafeli durmak başka, oyumuzu Türkiye’nin geleceği adına isabetli işler yapacağına inandığımız bir yere postalamak daha başka bir meseledir.“derken elini açık bırakmak için böyle diyor. Bu ifadeleri, F.Gülen’in egemenlik hesapları, AKP’nin arkasında olduğu, aynı hesapları güttüğü, açıkça desteklediği vb gibi tepkileri yatıştırmak, etkisizleştirmek ve tereddüde sokmak için belirtiyor. Hem AKP’yle birlikte yıpranmamak, hem AKP’yi desteklemeyen potansiyelinden kopmamak, ve hem de her hangi bir partiyle anılır olursa bunun kendisini daraltacağını bildiği için yukarıdaki açıklamayla kendini sigortalıyor.
Oysa, F.Gülen’in AKP yöneticileriyle geçmişten gelen bağları, AKP kurulurken alınan icazeti, sırtlarını ABD emperyalizmine dayamaları, efendisi ABD’nin, bunlardan birine dini yönüyle, diğerlerine siyasi yönüyle “ılımlı İslam” projesi misyonu biçtiği ortadadır. Açıktır ki, AKP gibi F.Gülen’de, dışta başta ABD olmak üzere emperyalistlerin, içte de 12 Eylül’ün çocuğudur.
AKP’nin başını çekenler gibi, F.Gülen de 12 Eylül cuntasını ve anayasasını hararetle desteklemişti. Cuntacılara yere göğe sığmayan methiyeler dizmesini herkesin hatırlaması gerekir. Amerikanın kurdurttuğu Komünizmle Mücadele Derneklerinin aktif yöneticisi olan bir kontr gerilladan başka bir şeyde beklenemezdi zaten. Kontr gerilla adamı olduğunu kendi sitesindeki geçmiş yazılarında kendisi itiraf ediyor: “matematik hocası Recep Bey’i getirdiler. Recep Bey, Komünizmle Mücadele Derneği’nde bizimle beraberdi.” “…Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açıl”dı” (3) diye anlatan yine F.Gülen’in kendisidir.
Önce daha yeni geçtiğimiz günlerde söylediklerini aktaralım:
Sitesinde (4) yayınlanan açıklamasında şöyle diyor: “12 Eylül, 12 Mart ve daha önceki 27 Mayıs darbeleri, hiçbir mantığa dayanmayan ve millet adına hiçbir yarar vadetmeyen bir çeşit sindirme ve herkese haddini bildirme, sonra da iktidarı ele geçirme ve şahsi saltanatları devam ettirme hareketleriydi. Bazı kimseler, gemilerini yüzdürmek için kan seylaplarına ihtiyaç duymuş; bu milletin evladını sağcı ve solcu olarak cephelere ayırmış ve vuruşturmuş; nihayet akıttıkları kan, irin ve gözyaşından istifade ederek kendi otağlarını kurmuşlardı.” Açıktır ki F.Gülen amaç ve hedeflerini gizlemek için bugün böyle ifadeler kullanıyor. Oysa kendi sitesinde geçmişten beri söyledikleri duruyor. İşte bazı örnekler:
“27 Mayıs sol güdümlü bir harekettir. 12 Mart da öyle olsun isteniyordu. Fakat ihtilale beş kala hadiseye el koyan Memduh Tağmaç ve arkadaşları muhtıranın macrasını birilerinin güdümünden kurtardı.”
“Muhtıradan kısa bir müddet sonra tutuklamalar başladı. Solun liderliğine soyunanların birçoğu müstehak oldukları için,” tutuklanıp Ziverbey köşkündeki kontrgerilla merkezine götürülüp işkencelerden geçirilmesine sevinerek aktarıyordu.
“12 Mart, bir ihtilal ve darbe değildir. Hükümeti belli konularda uyaran bir ikazdır.”
“Bence 12 Eylül’ün diğer ihtilallerden pek farklı bir yönü yoktu: Yine gençler silahlı ve sokakta.. yine dillerde Marks ve Lenin.. yine kin ve nefret…”
“Ayrıca, o günlerde şımartılan illegal sol, gelişmiş, güçlenmiş, eski soldan çok farklıydı. Hatta iktidara geleceğine inanıyordu….”
“Ancak, Allah bu haince düşüncelerin hiçbirine fırsat vermedi. O rahmetle tecelli edip sebepler yarattı ve milleti kurtardı. Milleti bertaraf etmek isteyenler büyük ölçüde suçüstü yakalandılar ve te’sirsiz hale getirildiler. Evet bu defa dengeli olunmağa çalışıldı. Komünistler saf dışı edilirken,….”
“….askeriyenin itibarına dokunulmasının söz konusu olduğu bir yerde, „Benim askeriyeye karşı ciddî bir saygım var; askerimize söz ettirmem!“ demişimdir.
12 Eylül 1980 askeri darbesini destekleyen F.Gülen, 1980’li yıllarda “M. Abdülfettah Şahin” adıyla Sızıntı’nın başyazılarını kaleme aldığı “Asker” başlıklı bir yazısında şöyle demişti: “Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (…) Aşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (…) Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam..!”
Ve yine aynı takma adla çıkan ama yıllar sonra F.Gülen’in kendi adıyla yeniden basılan “Çağ ve Nesil” adlı kitapta darbeyi şöyle tanımlanmıştı: “Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi (…) Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâllerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arzediyoruz.”
Camide vermiş olduğu bir vaazda ise “Kenan Evren’e laf söyleyenin dişlerini kırarım” diyordu ve çeşitli yerlerdeki söylemlerinde o “cennetliktir” diyordu.
Aynı şekilde 12 Eylül darbecileri ve ordusunun T.Kürtdistan’ında yaptığı bütün saldırıları ve katliamları desteklerken de şu cümleleri kullanıyordu: “Devlet kesinlikle orada hâkim olmalı. Dişlerini kırmalı” diye yapılanları destekliyor ve bu söylemleriyle insanları tehdit ediyordu.
Bu arada, aynı tarikatta bir başkasının şu beyanlarını da aktaralım: “ Said Nursi’nin avukatlarından ve cemaat içindeki etkinliği ile tanınan Bekir Bek, Yeni Asya gazetesinin 10 Şubat 1971 tarihli sayısında, ordunun verdiği muhtıra üzerine yaptığı değerlendirmede şunları belirtir: “Bu ses tarihimizin sesidir. Bu ses sanki Mohaç’tan gelen sestir. Bu ses Malazgirt’ten yükselen bir sestir. Bu ses hürriyet ve istiklalimizin, bu ses din ve imanımızın, şerefimizin ve haysiyetimizin bekçileri şerefli paşalarımızın, erlerimizin tek kelimeyle Mehmetçiğimizin sesidir… Bu ses, sağa da sola da gelişi güzel yumruk sallayanların değil, tehlikenin nereden geldiğini bilen, gören ve onun üstüne yürüyen ve onlara son defa ‘Hizaya gel’ komutunu verenlerin sesidir…”
Yine S.Nursi tarikatının önden gelenlerinden bir 12 Eylülcülere methiyeler dizerken, „…Elde edilen bu muzafferiyet, mazideki Malazgirt, Mohaç, Niğbolu ve İstiklâl Savaşı gibi zaferlerden geri değildir, hatta üstündür.“ diyordu.
Kadirilik Cemaati’nin lideri, Bağımsız Türkiye Partisi (BTP) Genel Başkanı Haydar Baş ise: “… 1982 Anayasasını savunuyoruz. Devleti savunuyoruz… ‘soğuk savaş’ dönemlerinden kalma bir antikomünist çizgiyi savunuyoruz… Demokratik mücadele, demokrasinin kural ve kurumlarını çiğneyerek yapılamazdı. Oysa daha ilk günden izinsiz yürünmüştü ve demokrasinin temel kurumlarına baş kaldırılmıştı.” diyordu.
Sadece birkaçının yaklaşımlarını aldığımız suni dinci gericilerin ve bugün bile onların medyası ve kalemşörleri her ağzını açtıklarında “güzide ordumuz”, “göz bebeği ordumuz” vb diye hararetle destekledikleri ordu ve anayasa’ya yaklaşımları ortadayken, bugün yakınıyor gözükmeleri tamamen sahtekarlık olduğu açık değil mi? Hele hele AKP üzeri dile getirilen “toplumun demokratikleşmesi”, “özgürlükler için ileri bir adım”, “generallerin-ordunun, darbelerin ve darbe anayasalarının vasiyetinden kurtulma”, “12 Eylül darbecilerini ve darbeci zihniyeti yargılama” vb gibi söylemleri tamamen halkı kandırmaya, yalan, demagoji ile uyutmaya yönelik sahtekarlıktan başka bir şey değildir.
Gelinen noktada, kendiside, yapılan değişikliklerin de özünün değişmediği faşist anayasa referanduma sunularak “sivil anayasa” haline büründürülmeye çalışılıyor. Referandumla işçi ve emekçi halkın eline iki ucu pislikli bir seçenek dayatılıyor.
Recep “Demokrasi”si
Anayasalarında yapmak istedikleri değişiklikler hakkında halk kitlelerinin ve örgütlerinin düşünceleri alınarak onların ihtiyaçlarına yanıt olmak için hazırlanmış değil. Bir avuç sermaye sınıfının bir kısmının temsilcileri kendilerinin belirlediği değişiklikler hazırlayıp, bunları ayrı ayrı oylamaya da sunmuyorlar, hepsini birden paket olarak göstermelik sunuyorlar tavır belirleyin diyorlar. Bunu yaparken de bir avuç sermaye sınıfı kesimleri elinde bulundurdukları ayrıcalıklarla, devlet olanakları ve sahip oldukları olanaklarla, her yol ve yöntemle istedikleri havadan çalıp, kitleleri de isteklerine uygun oynamasını dayatıyorlar.
Bütün burjuva partilerinin “demokrasi” anlayışı budur. Bu, sadece Recep Erdoğan’a has değildir. R.Erdoğan’ın başında bulunduğu AKP, efendilerinin tam desteğini gördüğü için ve elinde bulundurduğu güç ve olanakların avantajıyla biraz daha pervasız hareket etmesiyle öne çıkıyor….
“Demokratikleşme”, “demokratik açılım”, “demokrasi” aşığı kesilip, bu referandum sürecinde de özel malzemeleri olan “demokrasi” şampiyonluğu her taraflarından akarak esas gerçeklikleri son dönemdeki söylemleriyle “Recep demokrasisi”nin ne olduğunu ortaya koyuyor: Atıp tutmaya gelince “iyi”, ama gerçeklikte yoksun. Bir çok kesime birçok vesilelerle dediği gibi, özellikle TÜSİAD a dediği akıllarda kaldı; “TÜSİAD sen referandum’daki tavrını açıkla, oyun ne senin, onu söyle”, “taraf olmayanlar bertaraf olur”, “ya benimlesin ya karşı taraftansın” diye tehdit etmesi sadece TÜSİAD’a söylenen bir söz değildir. Çeşitli vesilelerle sık sık söylenen bir şeydir. Bu, onların genel anlayışıdır. B.Arınç, C.Çiçek başta olmak üzere AKP’nin önde gelenleri, değişik tarihlerde, değişik meseleler üzerine konuşurken benzeri cümlelerle aynı anlayışlarını defalarca ifade ettiler. Kaldı ki, Müslüman değilse katli vaciptir anlayışı, bir “gavur” öldüren cennetliktir, bir komünist öldüren çenetliktir, bir Kızılbaş öldüren cennete gider vb gibi anlayışları yeni değildir. “Kızılbaşların katli vaciptir, Alevilerin, canları, malları, namusları size helaldir” diye fetva veren, Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislamı Ebu Suud gibilerinin anlayışlarının devamından geliyorlar… “tarafımda değilsen bertaraf olursun”, beni desteklemiyorsan sonucuna katlanırsın tehdidi, aynı zamanda bütün ülkelerin faşistlerin bir tehdit sözü olarak kendisini destekleyenler dışındaki herkese yönelik bir tehdit biçimi olduğu bilinir. Yine bir başka yerdeki mitinginde CHP’nin çiçeği burnundaki genel başkanı gundi (Gandi değil, gundi-Kürtçe dilinde mecazi anlamda köylü demektir “gundi”) Kemal’ına, af meselesi üzerine seslenerek, “parlementonun %65’i bende, orda sana bir kaşık su bile vermem su” diye avaz avaz bağırması onların demokrasi anlayışlarından geliyor. Demokrasi anlayışları bu. Bundan kendileri adına samimiler. Bunu hala anlamayıp, görmeyenler ve onlardan “demokratiklik”, “demokratik adımlar” arayıp bekleyenlerin aklına şaşmak lazım. (İran’daki Humeyni sürecinden bile ders çıkaramıyorlar.) Görünüşte gözleri ve zıhını açık olup, ama görmek istemeyen insanlara da yapılacak bir şey yok. Acı bir durum ama onlar kaybedilmiş sayılabilir…
AKP anayasası ne gibi değişikliklerde bulunuyor:
AKP, mevcut faşist anayasanın bazı maddeleri üzerinde 25 değişiklik yapmak istiyor. (26. maddesi bu maddelerin onaylanması halinde yürürlüğe girer diyor, bu nedenle “değişiklik” içinde saymamak gerekiyor.) Değişiklik içeren ve referandumla onaylamak istedikleri maddelere ilişkin bir kitapçık çıkarıp kamuoyuna yayınladılar. Gösterişli bir görsellikle, ustalıkla ve büyük bir demagojik içerikle hazırlanmış kitapçlarını referandum kampanyasında kullanıyorlar. Dinci-şeriatçıların şıh’lık, hoca’lık, üfürükçülük, illüzyonistlik, medyumculuk gibi alanlardaki uyanıklığıyla, hatipliğiyle kurnazca süslenerek hazırlanmış değişiklikleri kendileri sorup kendileri cevapladıkları “40 soru 40 cevap” izahatlarını anayasa kitapçıklarında tasniflemişler. Bunların hepsinin üzerine tek tek durmak hem yazıyı çok uzatacaktır hem de gereksiz teferruat olup şimdi uğraşa değmeyecektir. Dolayısıyla değişiklik istenen maddeler, şıklar üzerine tek tek durmak gereksiz bir teferruat olacaktır. Bu nedenle “soru-cevap” üzerine genel, yasalardaki değişikliklerin öne çıkanlarına kısaca değinelim.
40 sorulu gerekçelerini 4 başlık altında toplamışlar. “Giriş”te 5 soru altında anayasa değişikliğine niye ihtiyaç duyduklarını ve bu konuda kendilerine gelen eleştirilere yanıt’a ayırmışlar. İkinci 5 soru ve yanıtını (yani 6 dan 10’a kadarını) sözde “Bireysel Hak ve Özgürlükler”e ayırmışlar. 10 dan 37’ye kadar olan 27 soru-cevabı “Yargı”da yapacakları değişikliklere ayırmışlar. Son 3 soru-cevapta “Çalışma Hayatı ve Ekonomi”ye ayırmışlar.
AKP, kendi anayasa taslağını hazırlarken, önceden etraflıca düşünüp hesaplarını yapmış ve esas hesaplarını perdelemek için çeşitli toplumsal kesimlerin desteğini almak amacıyla bazı şeyler serpiştirme yoluna başvurmuştur. “Bireysel Hak ve Özgürlükler” ve “Çalışma Hayatı ve Ekonomi” başlığı altındaki meselelere değinmeyi bunun için koymuştur. Bu başlık altındaki yerleri demagojilerle süslemelerine rağmen ciddi bir şey kazandırdıkları da yok. AKP’de iyi bilir ki fareleri yakalamak için biraz peynirden, kuşları yakalamak için biraz yemden vazgeçmek/vermeyi göze almak gerekir. Kaldı ki oltaya serpiştirilerek atılan şeylerin kırıntılığı da tartışmalı…. Ve hangi zorunlulukların sonucu olarak konulduğu da ayrı bir durum.
AKP’nin anayasa değişikliği taslağı okunduğunda ilk etapta birkaç yön veya hesabı ortaya çıkıyor: birincisi, anayasadaki değişiklikler ihtiyacı AB-D emperyalist efendilerinin uluslar arası “uyum” yasalarına uygun olmayan kimi yasaların gözden geçirilip düzeltilmesi ihtiyacı için yapılıyor. Dikkat edilirse bir çok maddelerdeki değişiklik gerekçelerini “AB kriterleri”, “uyum yasaları”, AHİM, AİHS, OECD Bireysel Koruma Sözleşmesi, İLO sözleşmeleri, Venedik Komisyonu tavsiyeleri vb gereği veya onlara uyum sağlamakla izah ediliyor. Buna “Yargı” alanındaki birçok değişiklikler talepleri de dahildir ve Avrupa örneklerine yakınlıkla izah ediliyor. İkincisi, özelleştirmelerle emperyalistlere pazarlamada (Telekom, TCDD vb örneği veriliyor) “zorluk çıkarılmıştır… 25 milyar dolara”, “AKP kapatma 20 milyar dolara mal olmuştur” vb gibi yakınmalarında anlaşılacağı üzere, efendilerine hizmette karşılaştıkları yargısal engelleri aşma ihtiyacı için bu değişiklikler yapıyor. Üçüncüsü, gerek efendilerine hizmette bazı engellerle karşılaşmış olmanın tepkisi, gerek olası bir toplumsal baskı veya bu süreçte çıkarları zedelenen burjuva kesimlerin ve burjuva muhalefetinin olanak kazanması halinde yada kendi suçlarından dolayı kapatma, yargılanmalar vb durumlarıyla karşılaşmamak ve bu tehlikenin önüne geçmek için, henüz tam denetimi altına alamadığı devlet kurumlarını kendi denetimi altına almak için Anayasa mahkemesi, Yargıtay, HSYK gibi burjuva yargı kurumlarını kendi denetimi altına alma hesabı için ve yine kendilerinin olası bir askeri darbe ile alaşağı edilmelerine belki bir nebze de olsa engel olabilirim hesabıyla (dikkat edilirse darbe yapmak suçtur veya darbelere gerekçe yapılan anayasanın 35. maddesinin kaldırılması taslağında yoktur AKP’nin) bu değişiklikleri yapıyor. Dördüncüsü, sonuçta son 50 yıldır ülke darbe anayasalarıyla yönetiliyordu ve 15. madde ile de darbeciler korunuyordu, biz Türkiye’nin bu makus tarihini değiştirdik vb gibisinde demagojik söylemlerle kendini uzun yıllar pazarlamanın hesabını yaptığı gözlemlenebiliyor.
Bir an için burjuva sistemindeki bazı reformlarla düşünsek bile, AKP’nin, çocukların yargılanıp hapishanelere tıkanmasını, DTP/BDP üyelerinin “KCK operasyonu” adı altında keyfi ve haksız olarak tutuklanmasını, gazete, kitap ve yazılardan dolayı ceza, kapatmalar ve tutuklamalara son verme konusunda yasal düzenlemeler yapılmasını bir yana bırakalım; bırakalım faşist darbenin faşist anayasasının tümünü değiştirmeyi, anayasanın burjuva seçimlere katılma koşulları ve %10 baraj sistemini değiştirme, dokunulmazlık zırhlarını kaldırma, lokavtı yasaklama, 12 Eylülün mantığının en bariz icraatı olan YÖK’ü kaldırma, TMY’nı kaldırma vb gibi diğer 12 Eylül askeri diktatörlük mantığının yasalarını değiştirmeyi anayasaya koyardılar. Bunlar yok. Çünkü kendilerinin de o ruhunu taşıyorlar. En azında bu adımlarının olmaması bile AKP’nin “demokratikleşme”, “12 Eylül zihniyetinden kurtulma” vb üzerine olan atıp tutuşlarında ne kadar samimi olduklarını ortaya koyuyor.
AKP, anayasa değişikliğini 4 başlık altında toplamıştır demiştik ve “Bireysel Hak ve Özgürlükler” başlığı altında 6’dan 10’a kadar işlenen yerde, sözde en önemli kazanımlar diye yutturulan yer üzerine duralım:
6.cevaplarında “Bu değişiklikle kadınlar, çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak ilave tedbirler, yapılacak iyileşmeler ve onların durumlarını düzeltmeye yönelik pozitif ayrımcılık içeren uygulamalar Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı sayılmayacak” (AKP anayasa kitapçığı sf.28) deniyor. AKP bunları belirtirken bütün vatandaşları düşündüğünden veya maddede belirttiği kesimleri çok düşündüğü için bunları belirtmiyor. Bu sıraladığı bütün kesimler eşit koşullara, eşit haklar sahipler ve aralarında ayrım yapılamaz vb gibi bir şey de demiyor, tersine şu şu kesimlere ilişkin “durumlarını düzeltmeye yönelik pozitif ayrımcılık içeren uygulamalar Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı sayılmayacak” diyor. Anlaşılıyor ki pratik uygulamalarda belli sorunlarla karşılaşılıyor ve bunun çözümüne yasal bir açıklık getiriyor. Sorunların-sıkıntıların bizzat muhatabı biz olmadığımız için sorunun en açık, en bariz örneklerini veremeyiz ama örneğin sırada bir vatandaşın “dul ve yetimi” dedi ki, asker, polis, istihbaratçısı, korucusu ve başka devlet görevlisinin “dul ve yetimi” şu şu haklara sahip ve şu şu şeylerden yararlanabiliyor, şu tür şeylerden ayrıcalıklı olabiliyor; dul ve yetimlere yönelik şu şu yapılacak deniyor, gidiyorum yok deniyor, ben de “dul ve yetim”im ve aynı haklara sahip değilim bu anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır. Yine fizikken özürlü sıradan bir vatandaş aynı gerekçelerle devletin “gazi” dediği kimselerle kıyasladı ve hepimiz özür’lüyüz bu ayrıcalıklar niye ve bu eşitlik ilkesine aykırı vb dedi. Veya bazı vatandaşlar yukarıda belirtilen toplumsal kesimlerin aralarındaki ayrıcalıklarının kaldırılmasını, bunun anayasanın “eşitlik ilkesi”ne aykırı olduğunu istediğini var sayalım, işte AKP’ de buna diyor ki sıraladığım kesimlerin durumu farklı farklıdır, bunların içindeki kesimlerde farklı farklıdır, “…için alınacak tedbirler, yapılacak iyileşmeler ve onların durumlarını düzeltmeye yönelik pozitif ayrımcılık içeren uygulamalar Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı” değildir (“aykırı sayılmayacak”)diyor. Peki somut ne getiriyor, hiç bir şey! Bugüne kadar ki uygulama nasılsa öyle devam edecektir.
7. cevap’ta, özetle şunu demiş oluyor: 1982 de anayasa yazıldığı dönemde dokümanlar yazılı bulundurulurdu, artık her alanda dijital ortama geçtik yasayı ona uyarlı hale getirelim. Dijital ortamda (poliste, orduda, istihbaratta, kimlik tanıtım alanlarında, sicil işleri, banka, sigorta, borsa, vergi dairesi, eğitim-öğretim, sağlık, mülkiyet, vs.vs ) her alanda bilgiler başka amaçlarla kullanılabiliyor, kendi güvenliğimiz risk altında, sermayemiz risk altında, bilgiler kullanarak birçok sorun çıkarılabiliyor devlet sonuçlarla uğraştırmak durumda kalıyor veya kalacak, yıllardır pratikte yaptıklarımızı yasal hale getirelim demiş oluyor. Bileşim suçlarını önlemeye yönelik bir düzenleme,
“…bireylerin adı, yaşı, adresi, medeni durumu, telefon numarası, pasaport numarası, özgeçmiş bilgileri, resimleri, sesi, parmak izi gibi bilgiler kişisel bilgilerdir.” diyor. Evet bu doğru, bunlar kişisel bilgilerdir. Peki bunları niye diyor? Devlet ve kurumları da dahil hiç kimsenin, hiçbir koşul altında, kişinin kendi isteği olmadan bu kişisel bilgileri alamayacağı, alınmaya zorlanamayacağı ve bunlara dokunulamaz diyebiliyorlar mı? Veya bunu anayasa güvencesi altına alabilirler mi? Hayır! Devlet ve kurumları için bu kişisel bilgileri vermek zorunlu, bunu gerektiğinde egemen sınıflar veya uluslar arası kendi sınıf kardeşlerinin bunları istemesi halinde paylaşırlar, onlar için burada sorun yok. Onlar bunu kastetmiyor, sıradan başkalarının bu yönlü bilgi istemesi halinde verilmemesi gerektiğini, bu yönlü bilgileri elinde bulunduran kurumların bu bilgileri başkasına vermemesi gerektiği, yoksa o bilgilerle başkaları başka amaçları için kullanabileceğini; bir yere verilmesi gerekiyorsa devlet verir, bunun dışında veren olursa görevini kötüye kullanmış olur ve soruşturmaya yol açar. Yoksa sorunlar çıkar ve bizde sonuçlarıyla uğraşırız diye tedbir alıyorlar. Bileşim suçlarına ilişkin yasal düzenleme yok diye yakınıyorlardı, bu yönlü boşluklarını dolduruyorlar.
“Kişisel veriler, ancak ilgili kişinin açık rızası ile işlenebilecektir.” Burada denilen, başkası başkasının adına gidip bilgi dolduramaz demektir.
“Kişinin itirazda bulunması halinde, kanunlarda öngörülen yükümlülüklerin yerine getirilmesi dışında veri işlenmeyecektir.” İstemediğin bilgiler işlenmez. Bazı şeylerde itirazda da bulunabilirsin, ancak kanunların ön gördüğü bilgileri vermek zorundasın ve işlenmek zorunda diyor.
“özel nitelikteki kişisel veriler için işlem yasağı getirilebilecektir.” Yani devlet memurlarım “özel nitelikteki kişisel verileri” izinsiz almayasınız, kimseye vermeyesiniz vb içeriyor.
“insanlar çeşitli yerlerde kendileriyle ilgili bilgilerin kaydedilip kaydedilmediğini öğrenmek, bilginin muhtevasında eksik, fazla veya gerçeğe aykırılık bulunması halinde bunların düzeltilmesini, hukuka aykırı ise, silinmesini sağlama hakkına sahip olacaktır.” Sf 31 örneğin: askerlik yaptığım işlenmiş mi veya yapmadığım düşmüş mü, şuradaki sigortam veya hakım işlenmiş mi, eskiden evli değildim şimdi evliyim veya tersi durum bunlar işlenmiş mi vb bunları öğrenme ve durumdaki değişmelerden dolayı yanlış olanları silme hakkına sahip olacakmış. Sicilinde eskiden bir şey işlenmişti ama bu giderilmişti veya bir af veya zaman aşımına uğramıştı bunu düzeltme hakkına sahip olabilecektir deniyor. Zaten pratikte bunlar yapılabiliyor. Bu, büyük bir şeymiş gibi yutturuluyor.
“Bu düzenleme yapılırken, 1981 tarihli OECD ülkeleri kişisel veriler Otomatik İşleme Tabi Tutulması Karşısında Bireyin Korunması Sözleşmesi, AB Ortaklık Katılım Belgesi, 23 ve 24 fasılları göz önünde bulundurulmuştur.” denilirken aynı zamanda kimlerin ihtiyaçlarına ve “uyum”a yanıt verdiklerini de ortaya koymuş oluyorlar.
Yukarıdaki şıklar sayıldıktan sonra, daha büyük puntolarla vurgulu bir şekilde “Özetle, fişleme tarihe karışacaktır.” deniliyor! Buna ancak cahiller, enayiler inanabilir…. Kargalar bile kıçıyla güler… Sormak lazım fişlenmeyen var mı, kaldı mı hiç? Yedi göbek öncesine kadar sicilini tutuyorsunuz! Peki (bir anlık diyelim kaldırdınız, bırakalım fişleme yapan kurumların hesap vermesi ve fişlenen insanların gördüğü zararlardan dolayı da tazminat ödenmesini), samimiyseniz niye “bugüne kadarki fişlenmeler kaldırılmıştır, bundan böyle o fişlenmelerden dolayı kimse baskı görmeyecek ve engellerle karşılaşmayacaktır ve bundan böyle hiçbir insana fişlemeye tekabül eden hiçbir uygulama yapılmayacaktır” vb. gibi bir madde koymuyorsunuz? Kaldı ki en basit bir örneğiyle herkesin telefonu ve telefon hattına bağlı ve onun üzerinde yürüyen herşeyi dinleniyor. Evlerini dinliyorsunuz. Bugün devletin üst kademelerindeki herkes bile dinleniyor ve dinlendiklerini kendileri söylüyorlar ve ortaya çıkıyor. Her alanda görüntülü ve sesli dinleme kasetleri havadan uçuşuyor ve bunları birbirlerine karşı kullanabiliyorlar. Hayatın her alanına her geçen gün daha fazla kamera yerleştirilmeye devam ediliyor ve hayatın her alanında insanlar kamera altında bir yaşama alıştırılıyor. Bunların kendisi fişlenmenin alasıdır. Bütün bu gibi durumlar ortadayken alçaklar, niteliklerine uygun bir alçaklıkla insanları enayi yerine koyarak, dalga geçer gibi “fişleme tarihe karışacaktır” deniyor…. Ve bu durum, “hak ve özgürlükler” başlığı altında büyük “demokratikleşme” adımları diye yutturuluyor. “yetmez ama…”, “büyük”, “ileri adım”, “tarihi adım” vb diye yutmaya ve yutturulmaya devam ediliyor. Bu alçakça yalanların mimarının AKP olması ve bunu yapmasını anlıyoruz, kendine “Aydın”ım ve “sol”um, “sosyalistim” diyen çeşitli çevrelerin bu sahtekarlığı görmemsi insanı hayrete düşürüyor. Diğer burjuva partilerin bu sahtekarlığı deşifre etmemeleri ve karşı çıkmamalarını da anlıyoruz. Ama bunu yutan diğer kesimleri anlamak zor. “yetersiz ama evet” idare edelim ile “yetersiz ama hayır” diyenler sonuçta benzeri körlüğü taşıyor. Bu her iki saflaşmaların başını çekenlerin yanında anılmak, paralelinde oy kullanmak bile insanı rahatsız etmeliydi.. Ama bazılarını görüldüğü gibi etmiyor. Bunu hala kavramayan ve bu gibi kandırmacaları yutmaya müsait olanların bu durumu ayrı bir vahamet…
8. cevap’ta “yurtdışına çıkış yasağını kaldırma” ile (Anayasanın 23. maddesinde) ilgili gerekçelerine ayrılmış. Bu düzenlenme işverenler için yapılmış bir şey. Vergi borcundan dolayı yurtdışına çıkılamıyor, bundan böyle çıkabileceklermiş. Başka bir ülkelerde vergi borcundan dolayı sorunlar olmuş, o da AHİM’e taşımış. AHİM 2006 da müracaatı haklı bulmuş ve yasağı “Riener Kararı” diye anılan kararla kaldırmış. Şimdi AHİM kararına uygun bir düzenleme yapmak istiyorlar. Olan bu. Bunu, sanki her alandaki bir yasağı kaldırmayı içeriyormuş, büyük bir demokratik dönüşümmüş diye yutturuyorlar….
9. cevap’ta, “anayasa değişiklik paketi ile getirilen Ombudsmanlık Kurumu”, “Batı ülkelerinde Ombudsmanlık denen bu kurum bir Kamu Denetçiliği kurumudur” deniyor. Bunun nimetlerini de kendi ifadelerinden öğrenelim: “Vatandaşlar, mahkemeye müracaat etmeden, karşılaştıkları sıkıntıları Kamu Denetçiliği Kurumu aracılığı ile ilk elden çözüme kavuşturabilecek ve hakkın çok daha seri olarak tecelli etmesini sağlayacaktır.” “AB Katılım Ortaklık Belgesin ve Ulusal Programı uyarınca kurulması gereken ve Avrupa Komisyonu’nun tüm ilerleme raporunda eksikliği vurgulanan Kamu Denetçiliği’nin kurulması, mevcut Anayasamızın 74.maddesi değiştirilerek mümkün hale gelecektir” deniyor. Bir de Baş Denetçisi gerekiyormuş, onu da Meclislerinde belirlenmesi gerekiyor. Yani efendilerinin uyum yasalarına uygunluk için bu yasal değişiklik gerekiyormuş, söz verildiği için gerekiyor. Anlaşılan bu değişiklikle mahkemelerinin yükünü hafifletmek istiyorlar. Bazı şeylerdeki gecikmelerin ve olası tazminat sorunların önüne geçmek istiyorlar. Halka somut getireceği bir şey olmayan bu “yeni”liklerini, “Bireysel Hak ve Özgürlükler” diye yutturuluyor.
10. cevap’ta, mevcut faşist Anayasanın 15. maddesinin kaldırılması işleniyor. Bu maddeye ilişkin yutturmaca üzerine yazıda durduğumuz için geçiyorum
Diğer 27 soru-cevap konusu meseleler faşist devletin, faşist anayasasının faşist yargı kurumlarına ilişkidir. Bunların da esası bu kurumları kendi kontrolüne alma hesaplarına ilişkindir. Geriye kalanı da o kurumların durumunu ve yeniden reorganize edilmesi üzerine olan değişiklikleri içeriyor. 19.soru-cevap’ta olduğu gibi AHİM’de bulunan davaların çoğu Türkiye’ye ait’miş (13.000’i ) ve genellikle Türkiye aleyhine sonuçlanan bu davalarda milyonlarca dolar kaybediliyor, bundan kurtulmak için yargı alanında bazı değişikliklere ihtiyaçları varmış. Bir diğer yönüyle de esas hesaplarını, Recep Erdoğan ve diğer kimi yöneticileri çeşitli söylemleri içinde açığa şöyle vuruyor: bu “yüksek yargı organlarına nasıl güveneyim”, yarın açılacak davalarda bize önyargılı cezalar vereceklerdir, biz bunu görüyoruz, biliyoruz.
Sivas mitingin ise Erdoğan, “Yargı CHP’nin arka bahçesi oldu. Bunu ben yaşadım. Bana cezayı kesen Yargıtay’ın üst dairesindeki yargıçların daha sonra CHP’nin üst kurullarında nasıl yer aldıklarını biliyoruz“ diyor. (“R.Erdoğan’ın cezasını onaylayan Yargıtay 8. Ceza Dairesi heyeti, o dönem Naci Ünver, Uzel Kızılkılınç, Serpil Çetinkol, Muhittin Mıhçak ve Yusuf Kenan Doğan’da oluşuyor. Emekli olduktan sonra CHP’de siyasete giren Ünver ve Doğan’ı kastediyordu Erdoğan.)
Diyarbakır konuşmasından 3 saat sonra katıldığı Habertürk TV’deki programda: “Bunlar hep gözardı ediliyor. Mezhebî noktada da durum aslında aynı. Yani ‘o yok’ diyenler şu anda buralardalar, bu noktalardalar. Mesela yargıda benimle ilgili onayı veren mezhebî noktadan farklı mezhebe mensup kişilerin içinde bulunduğu bir daireydi…” diye yine gündeme getirmişti.
Yine, Sincan’da düzenlenen ‘evet’ mitinginde, aynı zamanda Alevi dedesi olan eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay’ı kastederek, “Yargıda dedelerden talimat alarak atamalar yapma dönemi bitiyor” ve “bana alevi hakimler ceza verdi” mahiyetindeki ifadeleri, yine K.Kılıçtaroğlu’nun alevi kökenli olmasından dolayı “sen soy’unu-sop’unu açıkla” gibi yaklaşımlar nasıl bir zihniyet taşıdığını ve yargı alanında varsa bu kökenlilere ilişkin ne gibi hesaplar taşıdıklarını gösteren başka bir örnektir. 12 Eylül sürecinde K.Evren’in taşıdığı zihniyet ve yaptıkları hatırlansın….
Yine, 2000 yılında bir radyo kanalına Erdoğan’ın konuşmasında kullandığı “kelle” ifadesinden dolayı asker ailelerinin açtığı davada, Kartal 2. Sulh Hukuk Mahkemesi hâkimi Sevgi Övüç (cezanın komik kalması bir yana) ölen asker ailelerine Erdoğan’ın üçer yeni kuruş tazminat ödemesine karar veriyor. Bu davanın ardından, bir başka davada gerekçeli kararı geç yazdığı bahane edilerek S.Övüç hakkında dava açılıp odası 6 adli müfettişin baskınlı aramasına uğrar. Buradaki açık misilleme, baskı ve gözdağıyla sindirilip kendilerini destekleyen, kendilerinin geldiği biat kültürlerine uygun nasıl bir toplum ve “yargı” alanında da nasıl bir yargı “demokrasisi” istediklerine ilişkin birkaç örnektir.
Geriye son 3 soru-cevaplı maddesi kalıyor:
38.Soru-cevap gerekçelerinde, Mevcut anayasanın 51.maddesindeki “aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olunamaz” hükmü kaldırılıyor. 53.madde de memurların toplu sözleşme hakkı bulunmuyordu, toplu görüşme hakkı vardı. Şimdi bu giderilmiş gibi yapılıyor. Ama özünde bir fark yok. Devlet, öteden beri Osmanlı’nın “kapı “kul’u” zihniyetiyle memurlara bakmıştır. Memurlar onlarca yıldır nice mücadeleler ve bedeller sonuçu örgütlendiler, devletin her türlü saldırılarına rağmen sendikalaştılar ve devleti, sendikalarını tanımak zorunda bıraktılar. Bu mücadeleler sonucu devlet, memur sendikalarını toplu görüşmelere alabildi, ama toplu sözleşme hakkını hala tanımadı. Şimdiki değişiklikle sözde toplu sözleşme hakkını tanımak istiyor gibi yapıyorlar. Çünkü, toplu sözleşmede anlaşmazlık olursa grev’e gitme hakkının da bahsetmiyorlar. Anlaşmazlık olursa “Kamu Görevlileri Hakem Kurulu”na havale ediyorlar.
Şöyle belirtiyor: “ Anayasa değişikliği paketini 6. maddesi ile öncelikle toplu sözleşme hakkı getirilmiş, anlaşmazlık halinde son söz, memurların temsilcilerinin de içinde bulunduğu Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’na verilmiştir. Böylelikle Bakanlar Kurulu’nun son söz söyleme yetkisi kalmamıştır.” (Akp kitapçığı sf.84) . Daha önce toplu sözleşme hakkı da, grev hakkı da yoktu, sadece toplu görüşmelerde bulunuluyordu. Son kararı Bakanlar Kurulu veriyordu. AKP’nin anayasa değişikleri onaylanırsa, memurlar sendikası toplu sözleşme hakkıyla katılacak ama anlaşmazlığa düşerlerse yine grev silahını kullanamayacak, kaderini Bakanlar Kurulu yerine Kamu Görevlileri Hakem Kurulu belirleyecektir. Yani “kuzu’yu”, sahibi sanan kendini yıpratmamak, elini kesmemek/yakmamak için kesmeyecek, o görevi devrettiği memurlarına yaptıracak, onların kesmesini sağlayacak. Her iki halde de masada anlaşmazlık halinde memur sendikaları kendi kaderini belirleyemeyecek, grev silahına başvuramayacaktır ve kendini muhatap ve yıpratmaktan kurtaran hükümet/bakanlar kurulu yerine, kendi devlet/bürokratlarından oluşturduğu ve memur sendika temsilcilerinin de sos ve suç ortağı olarak dahil edileceği veya yanında bulunduracağı “Kamu Görevlileri Hakem Kurulu” adındaki bir kurum belirleyecekmiş, son bağlayıcı sözü orası söyleyecekmiş. Bu “yeni”liği öyle bir cambazlık paragrafıyla “Böylelikle Bakanlar Kurulu’nun son söz söyleme yetkisi kalmamıştır”; “memurlar Bakanlar Kurulu Kararı’na uymak zorunda bırakılmamaktadır”la bağlıyor ki, sanki devlet artık bir dayatmadan bulunamayacak, toplu sözleşmelerde sendikalarla anlaşma olmazsa her hangi bir dayatmayla karşılaşmadan grev hakkına başvurabileceklermiş! “Bakanlar Kurulu Karar’ına uymak zorunda bırakılmayacak” ama “Kamu Görevlileri Hakem Kurulu”na uymak zorunda bırakılacak. Ali değil de Veli kırbaçlayacakmış! Ne büyük özgürlük, ne büyük demokratikleşme ve ne büyük uluslararası standart! İşte AKP demokrasisi bu!
54.maddede grev hakkına sınırlamalar ve meydana gelen zararları sendikalara yükleme vardı bunu kaldırıyorlar. İşçi ve emekçilerin uzun yıllar nice bedellerle verdiği mücadelenin basıncı sonucu ve Uluslar arası Çalışma Örgütü (İLO)nun 87 sayılı kararına aykırılıktan dolayı yılardır eleştiri konusuydu bu meseleler.5 Sendikalar üzerine yapılan baskı ve çalışma hayatına ilişkin eleştiriler vardı. Geçen yılki İLO toplantısında Çalışma Bakanlığı bu yönlü düzenleme yapacaklarına ilişkin söz vermişti ama yine adım atmadılar. İLO-“Aplikasyon Komitesi”, sözleşme yükümlülüklerine uyulmamasından dolayı yapılacak toplantıda Türkiye’nin üyeliğinin askıya alacağını, Kara Listeye alacağını söyledi. Bu durum aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası anlanda belli baskılar görmesi, itibar kaybetmesi ve kredi notunun düşmesi sonucunu doğuracağından dolayı acilen değişikler yapılmasını gerektiriyordu. Bu konudaki yasa değişikliği AKP’nin “demokratlığı”ndan değil belirtilen nedenlerle yapılıyor. İstemeye istemeye yaptıkları bu değişikliklerde köylülerin, emeklilerin, işsizlerin, kadınların, gençlerin, öğrencilerin sendikalaşma veya çeşitli birliklerde örgütlenme haklarına yer verilmiyor. Bunlar birçok ülkelerde olan örgütlenme haklarıdır.
Bununla bağlantılı olan 39.soru-cevap’ta, AKP iktidara geldiğinden beri yıllardır düzenli topladıklarıyla övündükleri “Ekonomik ve Sosyal Konseyi”, kendi söylemleriyle “İşçi ve İşveren sendikalarının, tüccarın, esnafın, sanayicinin bağlı bulundukları derneklerin, meslek örgütlerinin ve odaların çatı kuruluşları olan birlikler ve konfederasyonların temsilcileri ile bazı hükümet üyelerinden oluşan, Ekonomik ve Sosyal Konseyi, bu değişiklikle anayasal güvenceye kavuşturulmuştur.” deniyor. Ve devamla, “Ekonomik ve Sosyal Konseyi artık hükümetlerin tercih ve inisiyatiflerine göre değil, anayasal bir zorunluluk olarak sosyal ve ekonomik politikaların belirlenmesi ve uygulanmasında hep var olacaktır. Bu ise toplumun çok geniş bir bölümünün yönetime dahil edilmesi demektir.” (AKP kitapçığı Sf.86) diye yutturuluyor.
Dikkat edilirse nerdeyse işçi, memur, emekçiler dışında burjuva kesim ve sözcülerinin hepsi var bu ESK’lerinde. Böyle bir oluşumda işçi, köylü ve diğer emekçi kesimlerin çıkarlarını savunma veya çıkarları lehine bir karar almaları çıkabilir mi? Sadece işçi sendikalarının çatı kuruluşu (konfederasyon başkanları) temsilcileri içinde bulunabilecekmiş. O da Türk-İş ve Hak-İş’in faşist başkanları gibi sarı sendika ağaları ve Disk reformist başkanı yer alabilecekmiş o kadar. Nitelikleri dışında, sayı olarak da genel içinde bunların sayılarının nasıl etkisiz kılındığı açıkça görülüyor.
40. Soru-Cevap’larında “Anayasa Değişiklik Paketi’nin ülkeye getirisi nedir? Sorununa ilişkin kendi hükümet dönemlerinin icraatlarını öve öve bitiremiyorlar. Emperyalist sermayeyle daha fazla iç içe geçeydik, daha fazla onlara olanak tanısaydık, Telekom, TCDD vb gibi satışlar yasal engellere takıldı, bu gibi engeller olmasaydı veya önündeki engeller kalkarsa şöyle olur böyle olur üzerine kurulu. Nasıl olsa geniş kitleler ve meydanlara toplanan kitleler pek bilmiyor veya bilenleri olsa da kendilerine sorma olanağı yok: madem kitapçığınızın 92.sayfasında dediğiniz gibi “1994’te toplam dış borcumuz 27 milyar dolardı (7 Eylül 2010 günü CCN de ki programda Recep Erdoğan 22 milyar dolar’dı, Telekom satılsaydı dış borç bütünüyle kapatılırdı 3 milyar dolar da elimizde kalırdı dedi). Tek başına Telekom özelleştirilebilseydi, bütün dış borcumuz kapatılabilirdi.” diyorlar. Peki o süreden bu yana “özelleştirme” adı altında genellikle yabancı kapitalizme ne kadarlık devlet kuruluşu sattınız ? 40 milyar dolar’ a yaklaşan özelleştirme yaptınız, niye kapatmadınız ve bu miktar nerelere gitti? Dahası, 2002 de dış borç 72.3 milyar dolar’a çıkmıştı. Peki bugün Türkiye’nin devlet olarak dış borcu ne? 350 milyar dolara yaklaşmış! Özel sektörün hariçtir. Peki iç borç ne kadar? 300 milyar dolar civarında. Evet, burada bir başarı var da halkımız lehine değil, tersine emperyalistler lehine hizmette bir başarı var!
2000’lerden sonra emperyalistlerin Türkiye içindeki kontrol güçleri pekişti. Üç kanaldan kurulan yabancı hakimiyetinin Türkiye üstünde yarattığı “dış yükümlülük” tutarı Merkez Bankası hesaplarına göre, 2002 yılında 179 milyar dolar iken 2008 ortasında de 487 milyar dolara ulaştı. Böylece, 2004’te Türkiye milli gelirinin % 71,5’i tutarında görünen emperyalistlere ait yatırım ve kredilerin tutarının 2008 ortasında % 74’e kadar çıktı. Bu dönemde yabancı sermayenin yatırıma harcadığı 158.6 milyar dolarlık bedelin üçte bire yakın oranda (47.3 milyar dolar) dışarıya transferi söz konusudur.
Aynı süreçte banka sektöründeki yabancı sermaye payı % 41.8’e yükseldi. Sigortacılık alanında ise 43 şirketin %21’i yabancı sermayeli ya da ortaklı bir nitelik almıştır. İMBK’da yabancıların payı %67’dır.
Devlet kuruluşlarının sayısı son 25 yıl içerisinde 63’den 19’a gerilerken yabancı sermayeli şirket sayısı 140’a yükselmiştir. Son dönemdeki artış sonucu yabancı sermayeli işletmeler, satışın yüzde 33’ünü, karın yüzde 40’ını, ihracatın yüzde 46’ısını gerçekleştiren bir büyüklüğe kavuşmuştur vb bunların neresi başarı ve kimlerin hesabına başarı!
Tek tek iddia ve pragraflar üzerine durmak bu yazıda pek gerekli olmayacaktır. Sonuçta önümüzdeki günlerde kırk giyotin mi, kırk satır mı dayatmasıyla halkın önüne iki ucu pislikli sopa tercihi sunacaktır….
Evet diyecek olanlar: (bunlardan kimilerinin niyet ve söylemi ne olursa olsun nesnel olarak) Ordu, polis, anayasa ve bunların damgasını vurduğu devletin yargı kurumları gibi faşist kurumların temel yapısında, özünde ve niteliğinde bir değişiklik yapmayacak ve yapamayacak olan; işçi ve emekçi halkın düşünce, örgütlenme, yaşam güvencesi vb gibi temel hak ve özgürlüklerini sağlamayan; milliyetçilik-ırkçılık-şovenizmden vazgeçmeyen; ulusal baskıya son vermeyen ve dolayısıyla Kürt ulusunun demokratik hak ve özgürlüğüne tanımayan; farklı milliyet ve inançlardan toplumsal kesimlerin hak ve özgürlüklerini sağlamayıp güvenceye almayan bir anayasa referandumuna destek vermekle F.Gülen, AKP ve temsil ettiği sermaye kesimlerin amaç ve hesaplarına hizmet etmek olacaktır… Ve kitleleri, demokrasi ninnileriyle uyutup, gerçek demokrasi ve özgürlük mücadelesini yanlış adres ve yollarda aramasına ve umut bağlamasına sevk ederek bilinç bulanıklığı yaratacaktır.
Hayır diyecek olanlar: (bunlardan da kimilerinin söylem ve niyetleri ne olursa olsun yine nesnel olarak) Ordu, polis, anayasa ve yön verdiği devletin yargı organlarının faşist niteliğinde önemli hiçbir değişiklik içermeyen haline sarılıp, savunan ve askeri darbe anayasalarının vesayetinden rahatsız olmayan, bu yönüyle devletin ırkçı-şoven Kemalist yapısıyla özdeşleşen CHP ve MHP’nin başını çektiği, İP, DP, DSP vb gibi burjuva partilerin bu bloğunun temsil ettiği sermaye sınıfının çıkarlarına sonuçta hizmet edecek ve dolaylı destek sunmuş olacaktır.
Her iki halde de sonuçta bu saflaşmalar cephesinde görünmek ve adlandırılmak, aynı mahiyete hizmet eden oy pusulasını kullanmak “aydın”, “sol”, “ilerici”, “Kürt hareketi”6 “sosyalist”, vb olarak kendini isimlendirenleri rahatsız etmeliydi. Hala etmiyorsa ve bunca bu olup bitenlere rağmen üzerine düşünmüyorlarsa bu daha da vahimdir….. Kuşkusuz, bazılarının siyasal olarak çoktan öldüğünü ve ölülerin de diriltilemeyeceğini bilmiyor değiliz….
Dinci faşist AKP, diğer kesimi (bunların laik’liği tartışma konusu olmakla beraber) laik, darbe ve darbe anayasalarının zihniyetli “öcü”leri diye kitleleri korkutarak etkilemeye çalışıyor; faşist Kemalist kesim de, bizi tercih etmezseniz “şeriat”çı “öcü”ler her şeyi ele geçirecek diye kitleleri korkutarak etkilemeye çalışıyor. Irkçı-dinci faşistler de ağırlıkla “PKK işbirlikçisi” jargonlarını kullanarak Kürt düşmanlığı, vatan-millet-sakarya edebiyatı üzerine geri kitleleri avlamaya çalışıyor. Bunların hepsi de, kendilerinin temsil ettiği sermaye sınıfının çıkarlarını savunmak, iktidar olanaklarını kendilerinin kullanmasını sağlamak ve efendilerine kendilerinin daha iyi hizmet edeceklerinin derdindedirler. Yine hepsinin ortak derdi, faşist devletin yapısı ve itibarını korumak ve işçi sınıfı, emekçi halkın devrimci mücadelesini ve Kürt ulusal hareketinin dinamiklerini en iyi biz bastırırız yarışındalar. Yine milliyetçilik-ırkçılık-şovenizm konusunda, tek dil, tek millet, tek vatan, tek bayrak edebiyatında ve dinciliği de elde bırakmamada hepsi birbirleriyle yarışıyor. Tek başına bu yönleri bile, bunların demokrasiden, demokrasi kültüründen, demokrasi bilincinden, hak ve özgürlüklerden ne anladıklarını, ne derece kavradıklarını, bunlardan ne derece nasip aldıklarını göstermeye yetiyor.
Dolayısıyla AKP ve SP’den CHP’sine, MHP ve BBP’sinden, DP ve DSP’sine, onlardan diğer faşist, gerici ve liberal burjuva partilerine kadar hiç birinin diğerinden temelde ve öz’de bir farkları yoktur. Milliyetçi-ırkçı-şoven, faşist anlayış temelleri üzerine yazılan faşist özlü cunta anayasası da, AKP’nin özünü değiştirmediği ve değiştirmenin sınıf çıkarlarına uygun olmayacağı ve bu nedenle ancak kendi hesapları için bazı maddelerde yaptığı küçük değişiklikleri içeren hali de özde aynıdır. Bu referandumla her iki ucu pislikli halinden birini tercih edin dayatmasına, “demokrasi”cilik oyununa gelinmemeli ve seçmen halkımız elini kirletmemeli, bilincini ve yüreğini köreltmemelidir. Sandık başına gitmeyip BOYKOT etmelidir.
Aralarında farklı değerlendirmelere rağmen, Kürt dinamiğini temsil eden BDP’nin de içinde yer aldığı, ilerici, devrimci, demokrat, sosyalist çevrelerden 27 kuruluştan oluşan BOYKOT cephesinin tavrı doğru ve yerinde bir karardır.
Bugüne kadar işçi sınıfının devrimci bilincine sahip olanlar, devrimci bilinç ve devrimci dinamikler taşıyanlar Boykot tavrını açıkladı. Her iki tarafı pislikli sopanın bir tarafını tutun “demokrasi”sini, demokrasisi ve demokratikliği bununla sınırlı olan “referandum” oyununa alet olmak istememiş, kendilerini kullandırtmamalarını haklı olarak ifade etmişlerdir.
Kendine “Sol” diyen veya kendini “Sol” da gören kimi parti, örgüt ve çevrelerin tavrı:
Egemen sınıfların ve dinci gericilerin AKP de temsiliyetini bulanların anayasalarında bir kısmi değişiklik hamlesi veya manevrası kimi “sol”cuların, daha doğru bir ifadeyle reformcu, liberal “sol”cuların aklını daha da yitirmesine, bozuk, kırık pusulasını büsbütün bozmaya yetmiştir. Aynı şey kimi “aydınlar” için de söylenebilir.
Kuşkusuz her seçenek aynı zamanda bir sınıf tercihi ve yaklaşımıdır. İnsanların veya bir siyasal akımın sınıfsal bakışı, duruşu, tercihi sağlam olmasa, temeli, zemini sağlam olmaz. Omurga sağlam olmasa dik durulamaz ve etraftan gelen baskı ve esintiler karşısında kendine güvenle sağlam durulamaz, sağlam ve emin adımlarla yoluna güvenle devam edemez ve şuraya veya buraya eğilmek, savrulmak kaçınılmaz olur. Sınıf niteliği gereği mayası bozuksa, omurgası ve pusulası kırıksa iflah olmaz ve ne zaman ne yapacağı, hangi aşamada nerelere yanaşacağı, hangi aşama veya durumda egemen sınıfların hangi kesimlerinde “ilericilik” veya “ileri adımlar” keşfedeceği veya hangi aşamada egemen sınıflar ve partilerinin kuyruğuna takılıp, kendini onlara yedekleyeceği ve onlara meze olacağı bilinmez. …
Küçük burjuva ve orta burjuva kesimler çok büyük üretim araçlarına ve çok büyük sermayeye sahip değillerdir. Bizimki gibi toplumlarda sayıları çoktur ama ekonomik olarak zayıftırlar. Örgütlenme dereceleri, örgütlenme tecrübeleri çok köklü ve derin değildir. Bu nedenle siyasal olarak zayıftırlar. Siyasi iktidarı elinde tutanların ekonomik ve siyasal gücüne gıptayla bakarlar. Onlara öykünürler, onlar gibi olmak isterler. İmkan ve ortam bulduklarında onların yanında gözükmek isterler. Onların yanında yer edinip imkanlarından yararlanmak isterler. Egemen sınıfların ekonomik ve siyasi gücü, olanakları bunların ağzının suyunu akıtır, aklını başından götürtür, pusulayı şaşırtır vb. Bir taraftan onlara yanaşıp olanaklarından yararlanmak, kendilerine yer edinip, yer edindikçe mayışıp kendilerinden geçerek daha da yayılıp palazlanma hesap ve yönleri var, diğer taraftan egemen sınıfların ekonomik, siyasi baskı çeşitleri altında olduklarından dolayı egemen olanlara tepkili ve öfkelidirler. Egemen olanların ekonomik ve siyasal ayrıcalıkları ve baskıları bunları habire sıkıştırır, zayıflatarak çoğunu gün geçtikçe iflasa sürükler. Bu durum bunları işçi sınıfına, “sol”a yaklaştırır. Çok azı büyüyerek palazlanır ve sınıf atladıklarından dolayı önceki çevrelerine her yönüyle mesafeyi açarlar, gerici sınıfların sofralarında kendine yer edinmeye çalışırlar. Tabi bu sınıf ayrışması hemen olmuyor, süreçle oluyor. Dolayısıyla, küçük burjuva ve orta sınıf tabakaları, sınıf nitelikleri gereği proleter çizgiden yoksundurlar. İstikrarsız ve kaypaktırlar. Çıkarlarına uygun gördükleri olanak ve ortama göre dalgalanma gösterirler. Egemen olanların durumuna erişmenin kolay olmadığını bildikleri için, az’ar az’ar yol alma anlayış ve ruhunu taşırlar; kırıntılara oynama, çatlaklara oynama ve çatlaklar fırsatını yakalayıp oralardan sızıp kendilerine yer edinmeler, (devrimci durumun yükseliş boyutuna göre belli etkilenme ve değişmeler gösterse de) gelişme, yükselme olanaklarını egemen olanların boşluk, farklılık ve çatlaklarının yanında arama bunların mayalarında vardır. Kısacası, bu sınıf özelliği ve sınıf duruşu meselesidir.
Egemen sınıfların belli kesimlerinin bir “anayasa referandum” hamlesi, bunun üzerine egemen sınıf partilerin kapışması ülkemizin reformcu, liberalleşmiş “sol”unun aklını daha da karıştırmaya, rotasını büsbütün şaşırtmaya yetti. İktidarın başında bulunan AKP ve destekleyen partileriyle, CHP, MHP ve birlikte hareket eden burjuva partileri birer safta ve özü itibarıyla aynı malı satan pazarcı çığırtkanlığıyla elindeki malı pazarlıyorlar. Reformist-liberal “sol”cularımız, sesi ve söylemlerinde etkilendiği pazarcı çığırtkanlarının tezgahına koşup medet umuyorlar. O pazarcılık meziyetlerinden duygulanıp hürmetlerle sonuçta bir biçimiyle desteğini sunmakla yetinmiyorlar, kendini kaybedip, kazıkçı pazarcı çığlığına eşlik ederek “gel vatandaş gel” yoksa diğeri kazanıyor, bize bir şey kalmıyor, anayasanın has’osu burada sende oyunla “el at” diye herkesi desteğe çağırıyorlar. Kuşkusuz belli eleştirileri olmakla beraber, kimi “yetmez ama Evet”lerle; kimileri de, ikisine de hayır demek için gidip “Hayır” diyeceğiz demekle onların hanesine dolaylı desteğe dönüştüğünü düşünemiyor veya rahatsız olmuyorlar. “Yetmez Ama Evet”çilerimiz kafalarını geçiremedikleri yerden kuyruğunu geçirmeye çalışma hesabı güdüyorlar. Her iki ucu pislikli sopayı ortadan bırakmayıp bir ucundan tutmaya çağırıyorlar. “sol”culuk sıfatı altında pis sopanın bir ucundan tutmaya çağırmak ve kendini ona mahkum etmek, kötüde olsa, “yetersiz ama…”larla bir ucuna sarılmaya can siperine sarılmak utanç verici bir durumdur.
“Arı su içeceğim diye susuzluktan ölünmez” diyenler, biz de diyoruz ki, “Arı su” bulamıyorsak bari lağım suyuyla idare edelim de denilemez ve bu yönlü çağrıda bulunulamaz diyoruz. Ama bazıları kendini o tür suları içmeye layı görüyorsa yapacak bir şey yok diyoruz İlahide içeceğim diyenleri zorla engelleyecek değiliz. Üzgünüz, bu durumda olanlara güle güle veya hadi afiyet olsun veya yarasın da diyemeyeceğiz…
Hele hele bazıları, sanki bazı çevreler kendilerine ihale vermiş gibi anayasa değişikliğini hazırlayan sahiplerinden daha çok parlatarak propaganda yapıyor olmaları utanç vericidir. Cellatlara aşıklık tarihte iyi bir yere götürmemiştir.…..
Evet ve Hayır diyen “Sol’ çevrelerin somut görüşleri başka bir yazıda üzerine durulmayı gerektirecektir…
8 Eylül 2010 E. Gören
Dip notlar:
(1) http://www.odatv.com/n.php?n=12-eylulculer-yargilanacak-mi-2007101200
(2) ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi (ve aynı zamanda Türkiye ve Ortadoğu stratejisyeni) Morton Abramowitz’in, R.T.Erdoğan’ı Refah Partisi İstanbul Beyoğlu İlçe Başkanı iken keşfetmesiyle süreç başladı. İlçe Başkanlığından İl Başkanlığına, oradan İstanbul anakent belediye başkanlığına ve derken parti kurdurulup başbakanlığa taşınan süreci başlatılmıştır. Erdoğan’ın Abramowitz’le Kasımpaşa’daki özel bir vakıfta başlayan tanışıklıkları, belediye başkanı seçilme öncesi ve sonrası Belediyenin Florya tesislerindeki görüşmelerle devam etmiş, ardından R.T. Erdoğan’ın Amerika ziyaretleri yoğunlaşmıştır. İlk defa 17-21 Nisan 1995’te başlayan ve daha sonra parti kurmadan önce ve sonra onlarca sefer mekik dokumasıyla Türkiye tarihinde en çok ABD “ziyareti” yapan başbakan olarak tarihe geçti.
1998’de USIP’in Londra’da düzenlediği olağanüstü ve özel toplantıya Abdullah Gül katılıyordu. ve Erdoğan da o tarihte Londra’da. (USIP: CIA ve Pentagonla bağlantılı, başka ülkelerde ve özellikle Türkiye’de iktidara gelecek kişilerin İsrail ve ABD ye sadık kalıp kalmayacaklarını araştıran ve garantiye alan kuruluş) Bu toplantıların mimarları da Abramowitz ve Grossmann!
Erdoğan‘ı Belediye makamında 15 Ekim 1996 günü ziyaret eden M.Abramowitz, ‚Siz İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz!…‚ derken nerelere hazırlayacaklarının mesajını da veriyordu. Daha sonra Ertuğrul Özkök Abramowitz’un şu söylemlerini köşesine taşıyacaktı: ‚Evet, kravatlı ve daha şehirli kılıklı görünen Erdoğan’ı Erbakan’a tercih ederiz‘
Abramowitz-Erdoğan görüşmelerini ayarlayan kişi ise gazeteci Ruşen Çakır‚dır.
Tayyip Erdoğan’ın AKP’yi kurmadan önce 18 Temmuz 2001’de İsrail büyükelçisi David Sultan‚la bir görüşme yaptı. ve Ona ‚Yeni oluşacak partinin İsrail ve ABD politikalarına asla ters düşmeyeceği‚ yolunda garanti verdiği konuşulup yazıldı. (18 Temmuz 2001)
R.T.Erdoğan ve ekibinin, AKP’yi kurma aşamasında ABD Büyükelçiliğinde görevli üst düzey mason, müsteşar Lawrence ile sık sık görüştükleri ve yine Abdullah Gül‚ün İngiltere Büyükelçisi Sir David Logan‚ı makamında ziyaret edip parti çalışmaları hakkında bilgilendirdiği basına sızdı. Eski AB Türkiye Temsilcisi Karen FOGG’ın da AKP destekçisi kesilmesi bu ilişki ağının parçasıdır. Bunlar dışarıdaki bağlantılar, içteki desteği de Ergenekon davası tutuklusu ve Başkent Üniversitesi eski rektörü Prof. Mehmet Haberal’dan öğreniyoruz: “AKP bizim Patalya Otel’de kuruldu. AKP’nin daha kuruluş aşamasında birçok toplantısı bizim Patalya Otelde ya da Başkent Üniversitesi salonlarında yapıldı. Oralarda sağlanan hizmetler ne çabuk unutuldu.” diye sitem ederken içte de kimlerin desteğine sahip olduğunu gösteriyor.
Mayıs-2000 de gerçekleşen ABD ziyaretinde R.T.Erdoğan, orada yaşayan Fethullah Gülen‚le görüşmüş ve kuracakları partinin genel politika ve projelerini konuşmuşlardı. Erdoğan-Gülen arasındaki köprü görevini eski radikal İslamcı yazar Ali Ünal yürütüyor. F. Gülen- R.T.Erdoğan partisinin teorik temellerinin hazırlanmasına Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru katkıda bulundu… Ve yine F. Gülen‚in onursal başkanlığını yaptığı ve İshak Alaton, Üzeyr Garih gibi Musevi iş adamlarına ödül dağıttığı Gazeteciler Ve Yazarlar Vakfının düzenlediği meşhur Abant Toplantılarında bu yeni oluşumun siyasi zihniyet ve şahsiyetleri eğitilip yetiştiriliyordu.
F. Gülen-R.T.Erdoğan ortaklığının önemli bir aracı da ‚Müthiş Türk‘ diye isim yapan Ali Rıza Bozkurt‚tur. Gülen-Erdoğan arasındaki önemli ayaklardan birisi de Azizler Holding A.Ş.’nin başkanı ve BİM Marketler zincirinin ortağı mason Cüneyt Zapsu‚dur. Aynı zamanda TÜSİAD üyesi olan ve F.Gülen‚e yakınlığıyla tanınan Zapsu, R.T.Erdoğan’ı TÜSİAD’çılara pazarlayan kişidir. Bülent Eczacıbaşı, Tuncay Özilhan, Can Peker, Kaya Turgut gibi Mason TÜSİAD’çılarla Recep’in buluşmasını sağlayan, F.Gülen’in gözdeleri Cüneyt Zapsu ile Münci İnci‚dir.
(3) ERDOĞAN Latif, Fethullah Hocaefendi; Küçük Dünyam, İstanbul,CAD yay., 1995, syf: 78-79.
(4) http://tr.fgulen.com/content/view/18552/11/
(5) http://www.sol.org.tr/arsiv/index.php?yazino=11675 13 Haziran 2007
(6) Hak ve Özgürlükler Partisi, PSK, KOMKAR, Rızgari vb Kürt çevreleri kastediyorum. Bunlar “Evet”çi.