Home , Köşe Yazıları , Özgürlüğe sıkılan kurşunlar: JE SUİS CHARLİE

Özgürlüğe sıkılan kurşunlar: JE SUİS CHARLİE

RIZA ALGÜL-19-01-2015- imagesDünya 2015 yılına, insanlığa karşı işlenen bir katliamla girdi. 7 Ocak’ta Paris’te, Charlie Hebdo karikatür dergisinin bürosunu basan İslamcı faşistler, bu derginin emekçilerinden 12 kişiyi hunharca katlettiler. O kurşunlarla ölenler sadece Charlie Hebdo dergisinin emekçileri değildi. Bizden ve insanlıktan da bir parça öldü bu katliamda.

Bu katliamda ölen ve ölmeyen Charlie Hebdo dergisi emekçilerinin her biri birer özgürlük savaşçısıdır. Tek farkları şu ki, onların “silahları” sadece kalemleriydi. Onlar hiç kimsenin yaşam hakkına tecavüz etmediler. Çünkü onlar düşünen insanlardı. Bu nedenle, sanatın özgürlükçü değerlerine bağlı kalarak düşüncelere hitap ettiler ve düşünmeyenleri, düşünmeye çağırdılar. Bunu yapmaktan, içinde ölüm de olsa, vazgeçmediler, taviz vermediler. Bu nedenle onlar, özgürlük aşığı bütün insanların kalbinde ve mücadelesinde yaşamaya devam edeceklerdir.

Charlie Hebdo emekçilerinin katledilmesi, insanlık karşısındaki duyguları kararmış, sorumluluk ve görev bilinci zayıflamış veya tümden silinmiş insanlara özgürlüğün ne kadar değerli olduğunu bir kez daha gösterdi. Sadece bu da değil. Onların katledilmesi, özgürlüğün değerinin, özgürlüğü paylaşmakta yattığını da gösterdi.

Ve dahası, Charlie Hebdo emekçilerinin katledilmesi, özgürlüğü elde ederken olduğu gibi, onu korumak için de bazen ağır ve acılı bedeller ödemek gerektiğini gösterdi. “Ağır ve acılı bedeller ödemekten” söz edince, bu bizi, yüzlerce yıl öncesine geri götürmelidir. Çünkü otokrasiden ve teokrasiden kurtulmak için, Batı’daki toplumsal özgürlük mücadelesinin en az 600 yıllık bir tarihi var. Bu tarih Charlie Hedbo gibi sayısız örneklerle doludur. Dolayısıyla ancak bu tarih anlaşıldığında, bu özgürlüklerin önemi de yeterince anlaşılabilir. Bu, sosyal özgürlük kadar düşünsel, kültürel ve sanatsal özgürlükleri kazanmak için insanların hangi zor koşullara göğüs gerdiğini anlamak, özgürlük yolunda mücadele etmiş insanları saygıyla anmak ve kazanılmış özgürlükleri sevmek, korumak ve geliştirmek için de önemlidir.

İslamcı faşistler, tıpkı her katliamda olduğu gibi, bu katliamı işlerken de, “Muhammed’in öcünü aldık”, “Allah-u ekber” sloganları atmışlar. Bir yandan “kadir-i mutlak Allah’tır”, “Allah büyüktür” dediler, fakat öte yandan, işledikleri katliamla “büyük Allah”ın kendini ve “elçisi Muhammed’i korumakta aciz olduğunu” da itiraf etmiş oldular. Onların bilinçaltı ancak böyle okunabilir. Bu durum, Mısırlı yazar Hamed Abdel-Samad’ın en son “Der islamische Faschismus” kitabında çok isabetli vurguladığı gibi, “İslamcı toplumlardaki bu durum bir toplumsal-ruhsal hastalıktır. Fakat öyle bir ‘hastalık”’ki, ‘normal’ metotlarla ve ‘ilaçlarla’ tedavi etme imkânı da yoktur.”

Bunun nedenlerini şöyle özetleyebiliriz: Ortadoğu’da ve Arap-İslam toplumlarında yöneten güçler aşiretlerdir. Yönetim biçimi, aşiret çıkar ve gelenekleriyle bütünleşmiş şeriattır. Bütün zenginlikler yöneten aşiretlerin elinde tekelleşmiştir. Buna karşı, büyük halk kitleleri yoksulluk içinde ve umutsuzca yaşamaktadır. Şeriat-dışı en basit bir davranış kırbaçla, el, kol ve kafa kesmekle cezalandırılıyor. Sanat, kültür, edebiyat, felsefe, yanı özgür düşünmek veya düşünmek yasaktır. Bundan dolayı sosyal ve toplumsal bilinç ve sosyal hareketler gelişmiyor. Din, iktidarı ve zenginliği ellerinde toplamış egemenlerin çıkarları üzerine geçirilmiş bir kılıf olarak toplumun kalbindeki inancı kovmuştur. İktidar “Allah için” yönetiyor, çıkan silik muhalefet de “Allah için muhalefet” ediyor. Yani “bir” değil, “birçok Allah” iş yapıyor. “Özelleştirilmiş Allahlar” toplumu peşinden sürükleyerek “öbür dünyaya” çekiyor. Fakat öldükten sonra, “cennettin sonsuz nimetlerinde” yaşamak isteyenlerin bu dünyada “kendi Allahları” için savaşmaları, gerekirse ölmeleri gerekiyor. Yani ölüm ve “cennet”, tek umut olarak kalıyor. Savaşanların ve ölenlerin iç dünyasında olan budur.

Kapitalizmin “günahları”

İslamcı faşistlerin işlediği bu katliam, sadece Batı’nın değil, bütün dünya halklarını derin bir acıya boğdu. Fakat aynı zamanda, Batı’nın büyük kapitalist devletleri de, Fransa gibi “Batı Uygarlığı’nın merkezi”nde işlenen bu katliamla sarsıldı. Kuşkusuz ki, halkların duyduğu acı ile kapitalist iktidarların yaşadığı sarsıntının nedenleri farklıdır.

Kapitalist büyük devletler, İslamcı faşizmin bugün geldiği aşamada pay sahibidirler. Şöyle k, başta ABD olmak üzere, AB içinde toplanmış büyük kapitalist güçler kendi amaçlarına ulaşmak için İslamcı faşistlere savaşmayı öğretirken, bir gün kendilerine karşı nasıl savaşacaklarını da onlara öğrettiler. Afganistan’da Taliban’ı yaratmaktan 1. ve 2. Körfez Savaşları’nda Ortadoğu’yu kana bulamaya kadar neler yaptıklarını, yaşayan halklar unutmuş olamaz. Zihni açık bütün insanlar, şunları da unutmuş olamaz: Libya’da, biraz “bağımsızlıkçı” davranan Kaddafi’ yi “demokrasi” adına devirirken, bütün dünyadan terörist devşirerek Libya’ya yığdılar. Bu teröristlere silah ve para vererek ve onları eğiterek silahlı bir güce dönüştürdüler. Bu da yetmedi, NATO’nun savaş uçaklarıyla Kaddafi’yi bombalayarak öldürttüler, iktidarı başka aşiretlere verdiler.

Sırada, Suriye vardı. Kuşkusuz ki Kaddafi gibi Esad yönetimi de demokratik değil, bir aşiret monarşisiydi. Fakat savaşın “gerekçesi” zaten “demokrasi” ve “insan hakları” değil, İsrail’in güvenliği ve pazar hesabıydı. Bu hesaba uygun olarak önce Libya’da savaştırdıkları teröristleri Suriye’ye taşıdılar. Bu terörist güç ile Esad’ı deviremeyeceklerini bildikleri için, guruplar halinde dünyadan terörist topladılar. Bu teröristlerin büyük çoğunluğunu Avrupa ve Türkiye üzerinden Suriye’ye taşıdılar. Taşımadan önce bu teröristlerin çoğunu Türkiye’de, Bosna’da ve Kosova’da eğittiler. Türkiye, zaten başından beri teröristlerin karargâhıydı. Suriye’ye tarnsfer ettikleri bu teröristleri silahla donatarak, “Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)” adı altında savaşı başlattılar. Bu yaptıklarını “demokrasi ile boyalamak” için büyük bir propaganda da yürüttüler. Batı’daki yazılı ve görsel medya – tıpkı Kaddafi’de olduğu gibi – İslamcı faşistlerin “özgürlükçü”, Esad’ın ise “diktatör” olduğuna halkı inandırmak için bütün çabasını sarf etti. Televizyon kanalları ve basın, “ÖSO’nun nasıl başarılı vuruşlar yaptığını” ve “Esad’ın sonunun çok yakında Kaddafi gibi olacağını” söyleyip durdu.

Fakat yaptıkları hesap tutmadı. Hele de Tayip Erdoğan’ın “kısa zamanda Şam’da kılamadığı namaz” yüreğine dert oldu. 2011’den 2014’e kadar üstünlük Esad’da kalmaya devam edince, İslamcı faşistlerin hedefleri olduğu gibi “dostları” ve “düşmanları” da değişti. Dünyadan toplanmış binlerce terörist ile Saddam Hüseyin-Baas yanlısı güçlerle birleşti. Bu birlik kendini “İslam devleti”, “El Bağdadi” diye birini ise bu devletin başına “Halife” ilan etti. “İslam devleti” ve “Halife”, haritalarını ve hedeflerini de açıkladı: “Bütün dünyayı Halifeliğin hükümranlığına alacağız. Bunun için, bize karşı gelen sahte Müslümanlara olduğu gibi, dinsiz Batı’ya da savaş açacağız…”

Ancak bu noktadan sonra, Batı devletlerinin ve medyanın tutumu değişmeye başladı. Yuvarlak bir süre söylersek, Mayıs 2014’e kadar, önce “demokrasi güçleri”, “özgürlük hareketi” diye ilan ettikleri İslamcı faşistleri Mayıs 2014’ten sonra “terörist” ilan ettiler. Aynı devletler ve aynı medya “teröristlere karşı” aynı cephede yer alıyor. Burada çok ciddi bir ikiyüzlülük var, fakat bunu sorgulayan hala yok.

İslamcı faşistler, “zafer yolunda” kendilerine en ilk engelin Kürtlerden geleceğini bildikleri için, Türk devletinin desteğini de yanlarına alarak Yezidilere ve otonom Irak Kürdistan’ına saldırdılar, fakat Rojeva otonom Kürt bölgesinin stratejik şehri Kobani de yoğunlaştılar. Kadını ve erkeğiyle, yaşlısı ve genciyle Kürt halkı, aylardır hala başarı ile devam eden umulmadık bir direniş sergiliyor. Bütün dünya halkları, İslamcı faşistlere karşı umut verici bu başarılı Kürt direnişine büyük bir saygı ve sempatiyle bakıyor.

Halkların tutumuna rağmen, dünya politikasını etkileyen büyük kapitalist devletler, pazar çıkarları ve politik tutumları nedeniyle Rojava Kürt Otonom Bölgesi’ne silah ve başka lojistik destek sunmuyorlar. Hal bu ki, İslamcı faşistler bu devletlerin desteğiyle “halifelik” ilan edecek kadar güçlenmişlerdi. Fazla değil, bu devletler, 2011’den “halifelik” ilan edinceye kadar İslamcı faşistlere verdikleri destek kadar bir desteği Kürt direniş hareketine neden vermedikleri çok düşündürücüdür.

 

Rıza Algül