Soğuk ve çetin geçiyordu kış. Bir haftadır aralıksız kar yağdı. Fırtınadan tipiye dönüşen kar, evleri görünmez kılmıştı. Kar kapıları da kapatmış, komşudan komşuya geçişi zorlaştırmıştı. Üç-dört gün boyunca kimse evden adımını dışarı atamamıştı. Kuru soğuklardan dolayı hayvanlar dışarı çıkartılamıyor, çeşme ve dereler buz tuttuğu için, ahırdaki su teknelerine koydukları karları eritip hayvanlara içirmek zorunda kalmışlardı. Uzun süre kapısı açılmayan ahırdan kesif mayıs kokusu oturma odamıza kadar geliyordu. Günlerce dışarı çıkarılmayan hayvanlar içerde kala kala gerginleşmiş; güzel buzağılar doğuran inekler böğürüyor, eşekler anırıyor, çifter çifter oğlak ile kuzu doğuran keçi ve koyunlar meleşiyor, kümes hayvanları kanat çırpıyor, damların önünde hırlaşan köpekler ürüşüp duruyorlardı.
Bütün yollar kapanmıştı. Kerme tezeğiyle harlanan göçmen sobamız harıl harıl yanıyor, köylüler damların üstüne çıkmış, tahta sürgülerle karları kürüyorlardı. Uzun bir uğraştan sonra evlerin arasındaki yolları açtılar sonunda. Ben de ancak o zaman dedemgile gidebildim. Dedemin iki büyük odası vardı. Birini oturma odası olarak kullanıyordu, diğerini misafir odası yapmıştı. O gün misafir odası kalabalıktı. Misafir odasına kurulu plakçaların arka çıkışına bağlı iki renkli kabloya takılı iki hoparlöründen birini oturma odasına koymuşlardı. Kapıların arkasına da Yılmaz Güney’in posterleri yapıştırılmıştı. Hoparlörden:
“Doğu Yılmaz
Batı Yılmaz
Kuzey Yılmaz
Yılmaz Yılmaz
Güney Yılmaz” diye gelen sese hepimiz pür dikkat kesildik. Biz çocuklar pek anlamasak da büyükler, kendi aralarında Yılmaz Güney’in sinema filmlerinden söz ediyorlardı. Köyde televizyon yoktu. Elde bir tek radyo vardı. Gazete de pek gelmezdi. Köy odaları bir çeşit kültür ve felsefe yeriydi… Hayat zorda olsa, öylesine akıp geçiyordu. İnsanlar, kışın göçmen sobalarında har har yanan tezek kokusu altında tutku ile yaşama tutunmaya çalışıyor, tüm zorlukların üstesinden gelince mutlanıyorlardı.
Karlı soğuk havalar yerini güneşli bir güne bırakınca biz çocuklara gün doğmuştu. Bunu hemen bir fırsata çevirmekte üstümüze yoktu İşte öylesi günlerden biriydi. Evlerden yürüttüğümüz naylonlardan kendimize birer poşetli kayak yaptık. Köyün yukarısında, Kırmızı Kaya (Kevrê Sor) tarafında poşetleri kıçımıza geçirip karla kaplı tepelerden aşağılara kayarak bir güzel eğlendik. Üzerimizdeki giysiler haliyle ıslanıyordu. Evdekilerden azar işitmemek için pantolonlarımızı Kırmızı Kaya duldalığında taşların üstüne serip kurutuyorduk. Tam o sırada nasıl olduysa dayımın oğlu Halil’in ayağı kayarak kayanın üzerinden aşağı düştü. Fazlasıyla canı yanan Halil avaz avaz bağırıyordu. Koşup haber verdik. Kimimiz de korkudan ortalıktan sıvıştık. Ağzı parçalanmış, her iki kolu da bileğinden kırılmıştı Halil’in. Olayı duyan köylüler dayımlara doluşuyordu. Kırıktan anlayan Momkî Sanemê ve Kistikli Doktor Mehmet’e haber verilince hemen geldiler. Halil’in kolları sargı bezi ile iki ince tahtaya sarılırken bağırtıları ta evimize kadar geliyordu. Dayanamayıp dayımlara gittim. Şiddetli ağrılardan ötürü Halil:
“Ulan kimdir bu kolumu kıran adam? Ben senin ananı avradını… ” diye bağırıyor, basıyordu küfürleri. Halil’in bu hali, üzgün olan ev halkına kahkaha attırınca evdeki atmosfer bir anda değişti. Halil’in yırtılan ağzına pansuman yapan doktor, bir de ağrı kesici ine yaptı.
Bileklerini kullanamadığından ötürü Halil uzun süre okula gidemedi. Üstelik bir kolu eğri tutmuştu.
O günden sonra kardan adam yapmak dışında, karda poşetle kaymak bize yasaklandı. Biz çocuklar yeni oyunlar icat etmek zorundaydık artık. Kış geceleri uzundu. Yeni bir yıla giriyorduk. Halk arasında bilinen bir yeni yıl ritüelini hazırlamaya koyulduk. Çocuklar arasında üç kişi seçtik. Bunların arasında dayımın oğlu Cuma da vardı. Birine çok eski, yırtık, sökük, yamalı paramparça olmuş giysiler giydirdik. Koyun ve keçi kıllından sakal ve bıyık takarak yaşlı bir ihtiyar kılığına soktuk onu. İkinciye, güzel ve yeni elbiseler giydirip kaşını, gözünü, dudaklarını abartılı boyayarak genç ve güzel bir kadın kılığına soktuk Üçüncüyü ise yine güzel kıyafetler giydirip yüzünü çıradaki is ile siyaha boyayarak genç bir delikanlı olarak hazırladık. Heybeler omuzlara takıldı. Böylelikle hazırladığımız ritüel de bitti. Köyde evlerin kapısını çalarak, un, bulgur, şeker, tarhana… artık ne verirlerse toplayıp fakir olanlara dağıtacaktık. Gün ağarmak üzereydi. Köyde birkaç eve uğrayıp çeşitli yiyecekler toplamışlardı. Dayımlara da uğramak istiyorlardı ki; kapıda beliren köpek üçünün üstüne hücum etti. Cuma, hırpani kılıklı giyinmişti. Köpek kendisine yönelince bir yandan “Oşt oşttt…” diyor bir yandan da yünden ve kıldan yapılmış bıyık ve sakallarını yolluyordu.
Cuma’nın o matrak haline gülüp gülüp kendimizi karların içine atıverdik. Neyse ki Cuma, sakal ve bıyıklarını erken yolduğu için, kendisini tanıyan köpeğinin saldırısından kıl payı kurtulabilmişti.
Günlerimiz ağır aksak bir kağnı gıcırtısında geçse bile, aylar geçiyordu yine de. Nurhakların dorukları güneşin ışıklarıyla parıldıyordu. (ismail-guner.com)