Home , Köşe Yazıları , “ÖFKELENİNCE ÇOK GÜZEL OLUYORSUN, TÜRKİYE!”

“ÖFKELENİNCE ÇOK GÜZEL OLUYORSUN, TÜRKİYE!”

 

sibelSiBEL ÖZBUDUN |04-06-2013 | 1 Haziran Kızılay direnişinde polis kurşunuyla vurulan Ethem Sarısülük için, saygıyla, sevgiyle, öfkeyle…“Denemeyi bilene imkânsız yoktur.”[1

Hâlâ “üç beş ağaç” deyip efeleniyor…

Gezi parkı yetmedi, AKM’yi de yıkacağını, oraya hem opera binası hem de cami yapacağını söylüyor. “Ben vizemi seçimlerden aldım, seçmenim bana bunun için oy verdi,” diye höykürüyor… Ve ilave ediyor: “Bunların iznini üç-beş çapulcudan almayacağız…”[2]

Bir anda, bir gün içerisinde tüm yurtta yüzbinleri ayağa kaldıranın “üç-beş ağaç” değil, tam da bu “ben yaparım, olur”culuğu olduğunu anlamadı, anlayamadı.

Ya da anlamak işine gelmiyor…

Tayyip Erdoğan, sadece iktidar konumundan yararlanarak İslâmî referanslarını tüm topluma mal etmeye, insanların yaşamına muhafazakâr-mukaddesatçı değerler doğrultusunda nizam-intizam vermeye çalışan bir politikacı değil.

O, aynı zamanda serbest piyasa ekonomisine, neo-liberal kapitalizme iman etmiş, 776 bin küsur kilometre kare içinde piyasaya entegre olmadık bir karış alan bırakmamaya yeminli bir sermaye adımı.

Haris fikir dünyasında cami ile AVM, cemaat ile finans, ibadet ile kâr iç içe geçmiş durumda.

Bu nedenledir ki elinde cetvel, yaşamlarımızı kutsal saydığı değerler doğrultusunda biçimlendirmeye çalışırken, bir yandan da hayat alanlarımızı sermayenin talanına açıyor.

“Yaratılanı severim, yaratandan ötürü,” derken “yaratılan”ların yoksullaşmasını, güvencesizleşmesini, üç kuruşluk işlerde ölesiye çalıştırılmasını, geleceksizleştirilmesini, patronun keyfine göre kapı dışarı edilmelerini sağlayan insafsız bir taşeron rejimini yürürlüğe sokuyor.

Peygamberinin “ümmetinin çokluğuyla övünme” arzusuna gönderme yapıp “en az üç çocuk doğurun” dediği kadınları ve onların doğuracağı çocukları, hırslı Anadolu sermayesi için ucuz işgücü deposuna dönüştürüyor.

“Yeşil nimettir,” deyip parkları, bahçeleri, ormanları şirketlere peşkeş çekiyor; ardından da ithal ağaçlarla beziyor kentleri.

Memleketin suyunu kendi eliyle palazlandırdığı irili-ufaklı “yandaş” enerji firmalarına haraç mezat satıp borulara tıkıştırıyor.

Muhammed Peygamberin “Allah kulunu helal kazanç yolunda yorgun düşmüş görmeyi sever,” hadisinden esinlenmiş olmalı, İslâmî sermayenin neo-liberal talandan payını arttırmak için var gücüyle uğraşıyor.

Ve tüm bunları yaparken, yoksullaşanların, yağmalananların, yaşam standartları sürekli gerileyenlerin, ağızlarına çaldığı bir parmak bal için kendisine alkış tutmasını, olmadı uyurgezer gözlerle izleyip omuz silkmesini bekliyor.

Bu kez tutmadı…

Bir sabah ezanında tepeden tırnağa çeliğe belenmiş çevik kuvvetlerin Gezi Parkı’nda ağaç nöbeti tutan çocukların üzerine saldırması, polislerin çocukları gaza boğup çadırlarını sökerken kepçelerin de ağaçlara doğru hücuma kalkması mıydı?

Yani açgözlü sermayenin İstanbul pleblerinin son sığınağı, mektep kaçkınlarının mekânı, acemi aşıkların buluşma yeri, emeklilerin iki el tavla attıkları, evsizlerin yaz gecelerini bankları üzerinde sabahladığı, berduşların sotadan ucuz şaraplarını yudumlayıp dalgalarını geçtiği son parkı yutma hevesi miydi onlar ayağa kaldıran?

Kentin yüreğindeki bu son betonsuz toprağın, üzerine ne yapılırsa yapılsın – ister kışla, ister AVM, ister müze… artık kendilerinden sonsuza dek kopartılacağının, son mekânlarından da sürgün edilmekte olduklarının farkındalığı mıydı?

Yoksa bütün suçu gece boyu gitar çalıp şarkı söyleyerek mekânlarına sahip çıkmak olan o gencecik kadınların, sakalları yeni terlemiş delikanlıların tazyikli suyla, gazla, copla ezilmelerindeki hoyratlık mı?

Ya da yaşam alanlarının teker teker uluslar arası sermayeye peşkeş çekilmesi, taşeronlaştırmalar, işsizlik, yaşam tarzlarına yönelik müdahaleler, “Ben yaptım oldu”cu padişah mukallitliği, “ileri demokrasi” riyakârlığı altında uygulanan polis rejimi, yolsuzluklar, insanların sabaha karşı baskınlarla evlerinden alınıp yıllarca yargılanmaksızın cezaevlerinde tutulmasındaki keyfîlik, ülkeyi adım adım Ortadoğu’da bir bataklığa sürüklemedeki pervasızlık… karşısında damla damla biriken öfkenin kolektif ve beklenmedik patlaması mı?

Olasılıkla hepsinin karışımı. Bir Anadolu “Ya Basta!”sı…

Yurttaştan yurttaşa sosyal medya aracılığıyla, cep telefonu mesajlarıyla, ayaküstü konuşmalarla, pencerelerden tencere-tava çalarak iletilerek genelleşen bu tepkinin en önemli özelliği, kendiliğindenliği…

Ve de çok-veçheli, çok-yönlü oluşu. Bu nedenledir ki varoşlardan sökün edip kent merkezlerine akan umutsuz genç kent yoksullarını; taşeronlaştırılma/örgütsüzleştirilmeye mahkûm kılınan, iş cinayetlerinde bir bir kırılan emekçileri; hayatta zevk olarak elinde kala kala köşedeki birahanede içeceği bir bardak ucuz bira bırakılmış olan futbol fanatiklerini; “Her kürtaj bir Roboskî’dir”in ürperticiliğinde bedenleri devlete zimmetlenen kadınları; çevik polisin her vesilede gaza boğup kafasını kolunu kırmayı huy edindiği öğrencileri; yaratıcı etkinlikleri piyasanın ve cemaatçi bürokrasinin nizam-intizam verme gayretkeşliği kıskacında sıkışmış sanatçıları; hayat tarzlarının tehdit altında olduğu kaygısındaki sekülerleri, ateistleri; kentsel ve çevresel talana karşı umarsızca savaşan çevrecileri; her vesileyle ötekileştirilen, inançları aşağılanan ve Türkiye’nin Ortadoğu’ya olası askerî müdahalesi tehdidi altında tedirgin bir varoluşa mahkûm kılınan Alevîleri… Velhasıl hemen her kesimden geniş bir hoşnutsuzlar koalisyonunu apansız harekete geçirebildi.

Bu kendiliğinden-örgütlenen kalkışmaya bakıp da, bir 27 Mayıs hayali kuranlar varsa, boşa heveslenmesinler. Sokağa dökülenler, üzerine boşaltılan tonlarca gaza rağmen polisle saatlerce, günlerce çatışarak adım adım meydanları zaptedenler, caddeleri barikatlarla kapatanlar, birbirlerinin yaralarını saranlar… ya da onlara destek vermek için pencerelerinden yarı beline kadar sarkıp tava-tencere çalanlar… işyerlerinin kapısını gazdan etkilenenlere, yaralılara açan, eylemcilere sandviç, simit, su, limon dağıtan esnaf… veya seyyar sıhhiye ekipleri kurup gaz bombalarından etkilenenlerin, rahatsızlananların yardımına koşan tıbbiyeliler, emniyet kapılarında göz altıları geri almak için bekleşen avukatlar… hiç kimsenin “askeri” filan değil. Hatta büyük çoğunluğunun belleğinde bizatihî “asker” sözcüğü, yakın, kanlı ve karanlık geçmişimizin irkiltici anılarını kaşıdığı için antipati yaratıyor…

Onlar, hayat alanlarının adım adım büyük sermaye tarafından temellük edilmesine tepki duyan, yaşamlarına ne devlet ne de din, hiçbir kutsallık adına müdahale edilmediği, insan olmanın onuruna yakışır, özgür ve kardeşçe bir yaşama özlem duyan, eşitlik isteyen, sıradan insanlar…

Nereden mi biliyorum? Karıştıkları devasa eylemi şenlikli bir özgürlük sahnesine dönüştürmedeki becerilerinden… yaralanan arkadaşlarını revire dönüştürülmüş kafelere yetiştirmelerindeki heyecanlarından… hiç tanışmadıkları eylem yoldaşlarıyla ayaküstü oluşturuverdikleri teklifsiz kardeşlikten… polise taş fırlatırken ya da gaz bulutunun önünden kaçarken bile çevreye yaydıkları hınzır muziplikten… kırıp yıkarken dahi öfkelerinin seçmeciliğindeki bilinçten (mobese kameraları, Büyükşehir belediyesine ait büfeler, bankomatlar… Ama örneğin kitabevleri, bakkal dükkânları, kafeler, lokantalar değil…) Aralarında genç kadınların çokluğundan ve bir adım geri atmamadaki kararlılıklarından… Hayır, kimsenin askeri filan değiller.

Bu patlayan, sadece insanca yaşamak isteyen o sıradan insanların öfkesi. Tarihî ve kavî… Spontanlığı ve içtenliği hem gücünü, hem de zaafını oluşturuyor. Israrı, gözüpekliği ve kendini dahi şaşırtan süregenliğiyle güçlü… Ama neye karşı olduğunu bilip de ne istediğini formüle edemeyen örgütsüzlüğü nedeniyle zaaflı…

Devrimcilerin, sosyalistlerin önünde, bir düşkırıklığıyla daha sonuçlanmaması için,

biçimlenişinde emekleri fazlasıyla gömülü olan bu elle tutulur öfkenin özgürlükçü, eşitlikçi ve kardeşlikten yana potansiyelini açığa çıkartmak gibi bir tarihsel görev duruyor… Bunu, 1 Haziran direnişinde polis kurşunuyla vurulan Ethem Sarısülük’e borçluyuz…

Bir kez daha kendimizi “Bakakalırım giden geminin ardından…” dizelerini terennüm eder bulmamak adına…

 

2 Haziran 2013 23:48:32, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Büyük İskender.

[2] http://www.sendika.org/2013/06/tayyip-erdogan-akmyi-yikacagiz-cami-yapacagiz-taksimi-uc-bes-capulcuya-birakmayacagiz/