Anasayfa , Köşe Yazıları , Mizah Ve Aziz Nesin[*]

Mizah Ve Aziz Nesin[*]

TEMEL DEMİRER | 13 – 05 – 2010 |

“Yalnızca insan güler ve

insan yalnız insana güler;

insandan başka bir şeye gülmüşse, onda

insana benzerlik olduğu için gülmüştür.”[1]

“Mizah, olayların alışılmadık ve çelişkili yönlerini yansıtarak, insanı düşündürüp, özgürleştirerek eğlendirmektir…” desek; kısa bir “tanım” yapmış oluruz.

Antropolojik bulgular, insanların kabileler hâlinde yaşadığı dönemlerde mizahın çağdaş örneklere göre çok daha doğrudan ve daha acımasız olduğunu göstermektedir, insanların daha büyük topluluklar hâlinde yaşamaya başlaması ve kentleşmeyle birlikte mizah da daha soyut ve daha dolaylı bir biçim kazandı.

Mizahı keskin dilli bir sanata dönüştürenler Atina’lılardı ve eski Yunan’da komedya, tragedyadan sonra gelişip, Aristophanes’le (İÖ y.450-y.388) birlikte ayrı bir tür oldu.

Ortaçağda, kilise ve kralı alaya alan masallarıyla şenliklerde halkı eğlendiren öykü anlatıcıları, jonglörler ve gezgin minstrel’lerden Rabelais’ye, Cervantes’e, Boccaccio’ya ya da İngiliz yazar Samuel Johnson’dan Fransız Moliere’e… Ve de Osmanlı saray dalkavuklarından, Şair Eşref’in hicivlerine veya Keloğlan’dan Karagöz’e, Hoca Nasreddin’den mizah yazarı Teodor Kasap’ın beş perdelik komedisi ‘Pinti Hamit’ine ve Aziz Nesin’e uzanan hikâyeden söz etmek kolay değildir elbet…

GÜLMEK BAHSİ

Öncelikle; “Gerçek humor, diğerlerine tepeden bakmak, onları hor gömek değildir; kafadan değil, kalpten doğar. Humorun özü sevgidir; gülmeyi değil, çok daha derinlerde yatan gülümsemeyi doğurur,” der Carlyle. Haklıdır…

Ayrıca Afşar Timuçin’in işaret ettiği üzere, “Gülmek bir açık yakalamaktır, olağan olmayan bir durumu saptamış olmaktır…

“Toplumların değer değiştirme dönemleri gülünç öğelerin öne çıktığı dönemlerdir. Eskinin, varlığını sürdürme kaygısı içinde, gülünç olmaya başladığı görülür…”

Bu çok önemli; çünkü gülmek bir yanıyla da itiraz, protesto, tepkidir…

Gerçekten de “İnsan ne denli acı çekti ki, gülmeyi yaratmak zorunda kaldı,” diyen Nietzsche’nin işaret ettiği veya Karl Kraus’un “Ne ağlamak ne de gülmek için gücün olduğu yerde, gözyaşları içinde gülümser humor,” dediğidir, mizahı mizah yapan…

Evet sanki yaşanılan yer dünya değilmiş gibi dünyada yaşamak; sanki sahip olunmamış gibi bir şeye sahip olmak; sanki yapılan bir vazgeçiş değilmiş gibi bir şeyden vazgeçmektir bir yerde gülmek; George Bernad Shaw’ın, “Benim güldürme yolum doğruyu söylemektir. Dünyadaki en gülünç şaka da budur,” deyişindeki üzere…

Kimi bilir, kimi bilir; “Gülümsemek, çok zaman gözyaşlarımızın maskesidir,” belki Sandor Petöfi’nin dediği gibi…

Evet, nihayetinde “Trajedi ve mizah birbirine karşıt şeyler değildir, daha doğrusu karşıtlıkları birinin ötekisini amansızlıkla davetinden kaynaklanır…. Mizah, insanın kendini ciddiye almaktan vazgeçmesiyle başlar.”[2]

Ve de “Saldırgan ya da korkutucu olmadan kurulu düzeni sarsan minicik bir devrimdir mizah; erdeme karşı da olsa geçici bir başkaldırı; amacı, insanı alçaltmak değil, zaten alçalmış olduğunu ona anımsatmaktır,” George Orwel’in dediği gibi…

“MİZAH” DEYİNCE…

Vedat Özdemiroğlu, “Mizah mazlumun silahıdır, otoriteyle başa çıkamayınca onunla alay edersin. Mizah iyi niyetten ibarettir. Argo da mizaha dahildir, ama incelikle işlenirse,” derken “Kara Mizah, kanlı bir kristaldir” vurgusuyla ekler Enis Batur:

“Kara mizahı besleyen en önemli etken, Flaubert’le birlikte söyleyecek olursak, insanın barındırdığı derin alıklık, bönlüktür herşeyden önce. Alayı öfkeyle, sertlikle buluşturur insanoğlunun ‘anıtsal salaklığı’, zekâyı isyana kışkırtır. Lloyd Georges’un, kendisine ‘sizin gibi bir kocam olsaydı içkisine zehir koyardım’ diyen budala hanımefendiye ‘sizin gibi biri karım olsaydı ben de o içkiyi hemen içerdim’ yanıtını verdiği bilinir. Kara mizahçının ölüme de tıpkı hayata olduğu gibi meydan okuduğunu belgeleyen örnekler az değildir: Alfred Jary son nefesini vermeden bir kürdan rica etmiş, Arthur Cravan küçük bir kayıkla Atlas Okyanusu’na açılmış, Vache birkaç arkadaşıyla birlikte ölecek kadar şakacı davranmıştır: Breton’un antolojisi buna benzer örneklerle doludur.

Kara mizahın ayırdedici bir özelliği de, tohumunda görülen koyu umutsuzluktur: Evrime, dönüşüme, kısacası geleceğe inanmaz Kara Mizahçılar: Gelecek de Tarih gibi bir umutsuzluk kuyusudur. Eğri olan doğru olana, düzenbazlık dürüstlüğe, fesat içtenliğe, çıkar özveriye, baskı özgürlüğe her zaman galebe çalmıştır onların gözünde. İşin kötüsü, âdemoğlunu ortalama idrakten, ‘gemisini kurtaran kaptan’ felsefesinden, adamsendecilikten kurtarmak da olanaksızdır: Onun için de Kara Mizah atasözlerinden, kıssadan hisselerden, darbımesellerden nefret eder.”

Ayrıca Yalçın Peşken’in ifadesiyle de, “Mizahın pek çok tanımı var. Benim mizah anlayışım, çelişkilere güldürücü yanından yaklaşmak… Bu çok kullanılan bir yöntemdir. Mesela Nasreddin Hoca mizahı da budur aslında.”

Aslı sorulursa Nasrettin Hoca, yetiştiği toplumun zekâsıdır, duyarlığıdır. O ne denli halkının dili, düşüncesi, söylem gücü olmuşsa; halk da onun dilini, düşüncesini, söylem gücünü beslemiştir. Bu bağlamda Nasrettin Hoca, söylemleriyle tek bir kişi değildir, halk yaratıcılığından doğmuş bir düşünce imecesidir.

Yaşar Kemal’in “En büyük zekâ halkın zekâsıdır” dediği budur. Bir halkın anlayış başıboşluğuna düşmemesi bu imeceye bağlıdır.

Hoca’nın yaşadığı yıllarda, belki ona özgü yüz, bilemedin iki yüz fıkra vardı. Günümüzde bunun 1555’e çıkmış olması bu düşünsel imecenin göstergesidir.

İnsanın kendini gülünç duruma düşürüp alaya alması, düşünsel diyalektiğin bir yansımasıdır. Nasrettin Hoca fıkracılığında, alay edeni alay edilenden ayıramayız. Bu, fıkraların özeleştirel yapısından geliyor.

Kim ne derse desin gülmece hayatımızın önemli ve muhalif bir parçasıdır.

Nasreddin Hoca da muhalif bir kişiliktir. Tüm mizahçılar gibi. Eleştiri oklarını hep iktidardakine yöneltir. Ezenden değil, ezilenden yanadır. Bu yüzden de, iktidardakilerle yıldızı pek barışmaz. Eşeğine ters binen Hoca’dan pek haz etmezler. Fıkralarındaki halk zekâsı rahatsız eder onları. Sansür bile koyarlar.

Çünkü “Mizah ciddi bir iştir, siyasi mizah da öyle…”[3]

Çünkü “Siyasi mizahta kişiyi çözüp herkesin anlayacağı bir duruma getirirsiniz,” der Metin Üstündağ…

Mizah budur; yani gökyüzünü yere indiren bir güç…

Kimse, gülmecenin Nasreddin Hoca ve Aziz Nesin’le bittiğini, “sonlanacağı”nı sanmasın. Cihan Demirci’nin deyişiyle, “Eşeğine biniş biçimiyle bize mizahçının dünyaya bakışını da gösteren sevgili Nasrettin Hoca bugün hâlâ nasıl yaşıyorsa, Aziz Nesin usta da öyle yaşıyor.”[4]

Bu yolda ağız dolusu kahkahanın itiraz ve eleştirisi çoğalarak ilerliyor…

AZİZ NESİN

“Gülmece” deyince Aziz Nesin derdi ki…

“Bütün dillerde, sözcükler mizahı, birbirinden az çok ayrımlı olarak anlatsalar da, şu anlayışta hepsi birleşirler: Mizahta gülme vardır; gülme olmayan şey mizah olamaz. Mizahın kökeninde gülmeden başka bir şey aramak doğru olmaz. Ancak bu gülmenin oranı, kasıkları çatlayıncaya dek, katılırcasına gülmekten, bıyık altından gülmeye, gülümsemeye, belli belirsiz gülümsemeye (La Jacond gülümseyişi) gözlerinin içi gülmeye, dıştan hiç belli edilmeden içten gülmeye dek değişir; ama hepsi de mizahın kapsamı içine giren, mizahın konusu olan gülmedir. Böyle olduğu için de, daha Türkçe sözlüğe girmemiş olmakla birlikte, Arapça mizah sözcüğünü kimi yazarlar ‘gülmece’ olarak özleştirmişlerdir. Gülmece, mizahın Türkçe’ye çevirisi olarak bizce de uygundur.

Gülmecenin değişik türlerde oluşu, ayrı toplumların ayrı koşullarda bulunmasından, aynı toplumda da ayrı sınıfların bulunmasındandır. Yaşam koşulları birbirine benzeşik toplumların halkları, birbirlerinin gülmecesini daha kolay anlarlar. Hangi ulusun, hangi sınıfın gülmecesi olursa olsun, işlevi güldürmedir; gülmecenin içinde güldürme öğesi (komik) bulunmalıdır.

Kierkegard komik’i şöyle tanımlıyor: ‘Komik, yaşamın her aşamasında vardır, çünkü nerede yaşam varsa orda karşıtlık vardır ve nerede karşıtlık varsa orda komik vardır.’

Her tanımlamanın, tanımladığı şeyi sınırlamasından ötürü, sürekli değişmekte olan zaman içinde eksik kalabileceğini de düşünerek, yine de gülmeceyi en genel belirtisiyle tanımlamaya çalışalım: ‘Gülmece, seslendiği insanı, hangi oranda olursa olsun sağlıklı olarak güldürebilen her şeydir.’ Çünkü güldürmek, gülmecenin işlevidir. Gülmecede bulunabilecek her türlü niteliklerin, görevlerin hepsi, güldürmek işlevinden sonra gelir. Bir oranda olsun güldürmeyen bir şey, gülmece değildir.

Gülmecedeki gülmenin sağlıklı olması çok önemlidir; çünkü sağlıklı olmayan gülmeleri doğuran etkenlerin hiçbiri, gülmece sayılamayacağından konumuzun dışında kalır.

Gıdıklanarak bir insan güldürülebilir; ama bu sağlıklı bir gülme olmadığı için, gıdıklanmak gülmece sayılamaz.

Sağlıklı gülmeceyi yaratan her şey gülmecenin kapsamına girdiğine göre; yazılı ve sözlü bütün gülmece eserleri, gülmece hikâye ve romanları, yergi ve taşlama, alay, eğlenme, şaka, güldürü (komedi), güldürücü pandomim ve danslar, tersinleme, karikatür ve türleri, gölge oyunları (Karagöz vb.) kukla oyunları, gülünçleştirme (parodie) ve argoda tiye almak, kaba gülünç (grotesque), güldürücü anekdot ve fıkralar, nükte (sprit), ters yansılama (Allegorie), eski ve yeni argodaki dalga geçme, tefe koymak, maytap geçmek, gırgır ve bunlar gibi olan her şey gülmecenin içine girer. Görülüyor ki gülmece geniş kapsamlı, yaşamın her yanına yayılan bir sanat, bir iştir.

Bergson’a göre, insandan başka gülünç hiçbir varlık, hiçbir yaratık yoktur; doğa güzel ya da çirkin olabilir; ama gülünç olamaz. Bir hayvana gülmemiz, o hayvanda insan durumu, insan davranışı, insana benzerlik görmemizdendir.

Bir hayvan ayağı kayıp düşse bize gülünç gelmezken, bir insan ayağı kayıp düşünce güleriz.

Sonuç olarak, yalnız insan güler ve insan yalnız insana güler; insandan başka bir şeye gülmüşse, onda insana benzerlik gördüğü için gülmüştür. Gülen de, gülünen de, güldüren de hep insandır.

Herhangi bir karakter, toplumsal ve doğal yaşamı sürdüğü sürece gülünç olmaktan kurtulmuş demektir. Bir karakterin gülünçlüğe düşmesi, toplumsal yaşama karşı katılaşması, ona uyarlanamamasıyla başlar.”

Böyle der O ve de “Mizahın en büyük ustası Aziz Nesin” hakkında ekler Mert Ali Başarır: “… ‘Gülmecenin yetersiz kaldığı durumlar oluyor’ Aziz Nesin’e bir röportajda ‘mizahtaki politik anlatımın gücünü’ sormuştum. Yaşamı boyunca politik mizahla mücadeleyi benimsemiş, aydın olmanın tüm gereklerini özümsemiş yazarın yanıtı şu olmuştu:

‘Bizim ülkemizdeki aydınlar politikayla ilgilenmiyorlar. Politikayla ilgilenseler, seçimlere katılsalar, partilere girseler, bu kadar geri, bu kadar düzeysiz Meclis olmaz. Yaşamımda hiçbir zaman memleket ve dünya politikasının dışında kalmadım. Şimdi gülmeceden çok güncel politikaya daha fazla ağırlık veriyorum. Çünkü gülmecenin de yetersiz kaldığı durumlar oluyor. Bunun en göze batan örneği ‘Türk halkının yüzde 60’ı aptal’ sözüdür. Bak bu söz birdenbire ilgi gördü ve gündeme geldi. Oysa ben bütün hikâyelerimde bu oranı yüzde 95 yazıyorum. Demek ki gülmece bir yere kadar etkili oluyor.’

Usta mizah yazarının, ‘Türk milletinin yüzde 60’ı aptaldır’ şeklindeki yorumuna tepki gösteren gazeteci ve yazarlara ise şöyle olmuştu karşılığı:

‘İnsan neye inanıyorsa, onu yaparsa hem dost kazanır, hem düşman. Bazı yazarlar var. Bütün millet beni sevsin istiyor. İşte benim nefret ettiğim insan tipleridir bu. Herkesi memnun etmek isteyen kimseyi memnun edemez. Yaşamım boyunca neye inanıyorsam onu söyledim. Nasıl yaşıyorsam öyle yazdım.’

Ömrünün hatırı sayılır bir bölümünü hâkimler ve savcılar karşısında geçiren Aziz Nesin’e, ‘Hâkimlerin, savcıların mizaha bakış açısı nedir?’ diye bir soru yöneltmiştim. Ünlü mahkeme müdavimi bu soruyu da şöyle yanıtlamıştı:

‘Savcı benim dönemlerimde hep devletin temsilcisi olarak ortaya çıkmıştı. Oysa savcının görevi gerektiği zaman sanığı savunmaktır. Sanki savcı iktidarın avukatıymış gibi davranır. Çoğu da MİT’in yazıları ile hareket eder. Yargıçlar ise vicdanımıza göre hareket ediyoruz derler, ama vicdanları nasıl vicdandır, önemli olan bu. Eğer çok dindar bir adamsa o açıdan yorumlayacaktır. Demokrat bir adamsa demokratça, ırkçı bir yargıçsa ırkçı açıdan görecektir. Çünkü vicdan herkese göre değişir.’

Hep merak ettiğim bir konu da polisin el koyup götürdüğü arşivinde neler olduğuydu:

‘Çuval çuval alıp gittiler, vermediler. Bunların çoğu mektup ve belge gibi önemli şeylerdi. Onların işine yaramaz ki, üstelik de saklamamışlardır. Bunların üzerine düşüncelerimi yazacaktım. Yani bütün yüzde 60 aptalsa, aynı oran Emniyet güçlerine de düşer. Çünkü bunlar aptal olmasalardı, belgelerimi almazlardı, alınca da korurlardı. Ya da günün birinde bunların gerekli olduğunu anlayabilirlerdi. Bu yağmalamalarda İsmet Paşa’nın, Muhsin Ertuğrul’un mektupları da gitti.”

Aziz Nesin’in öykülerindeki çelişki çoğunlukla davranışlarının doğruluğundan hiç kuşkusu olmayanlarla gerçeği görebilenler arasındadır. Belki bu çelişki her zaman görülmez, ancak sezilir”ken;[5] “Aziz Nesin’in oyunları da her şeyden önce eylemci tiyatrodur. Boşaltıcı değil doldurucu bir tiyatro yani… Estetik açıdan hazcı. Bilinçli, işlevli tiyatro”dur.[6]

Özetle çok yönlü, müthiş bir zenginliktir Aziz Nesin…

Çünkü O yaşamdaki terslikleri; görülmeyenleri görmeyi başaran bir sosyalist olarak “Türkiye toplumundaki… İnsan denilen canlının dedikleriyle yaptıkları arasındaki çelişkileri… Yaşamdaki çarpıklıkları, onların eserleriyle daha çarpıcı biçimde fark etmiş… Hafızasına geçirmiştir.

Dahası Aziz Nesin’in şahsında hayatın mizahi yönlerine bakarken… İnsanca davranmayı da görmüştür.

Azizi Nesin ne bırakmıştır geriye denince… Koca bir hayat tarzı bırakmıştır. İnandığı gibi yaşama ve yazma mirasını bırakmıştır. Koskoca bir edebiyat külliyatı…

Kitaplar, gülmece bırakmıştır. Ne Amerikan labirentlerinde dolanmış ne AB baronlarını arkasına almıştır! Bu yüzden de alnı ak, mirası paktır.”[7]

7 Temmuz 1989 tarihili dizelerinde, “Hoşça kalın/ Gitme zamanım geldi anladım/ Yolum uzun bana izin/ O ağaçlar o havuz o çayır ve o sevda/ Hepiniz hoşça kalın geçmişimdeki dostlarım…” diye haykırdığı üzere…

21 Nisan 2010 12:20:59, Ankara

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:110, Mayıs 2010…

[1] Aziz Nesin.

[2] Hermann Hesse, “Mizah”, S’İmge, No:8, Kasım-Aralık 2003, s.44.

[3] Hasan Pulur, “Siyasi Mizah ve Meşhur Dörtlük…”, Milliyet, 29 Kasım 2008, s.3.

[4] Cihan Demirci, “Nasrettin Hoca’dan Aziz Nesin’e”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2006, s.14.

[5] Sennur Sezer, “… ‘Aptal’ Değil ‘Enayi’…”, Radikal Kitap, Yıl:6, No:366, 21 Mart 2008, s.10.

[6] M. Sadık Aslankara, “Aziz Nesin Tiyatrosuna Giriş”, Cumhuriyet Kitap, No:906, 28 Haziran 2007, s.30.

[7] Yücel Sarpdere, “Aziz Nesin”, Evrensel, 14 Aralık 2006, s.3.